ÖRTÜNMEK ASALET Mİ?
SELİM GÜRBÜZER
Yüce Mevla balçıktan yarattığı kuluna daha toprakla su arasındayken kendi ruhundan üflediği gibi hayâ perdesi örtüyle de diğer yaratıklarının yanında eşref-i mahlûkat varlık olarak da yüceltmiştir. İşte insanın bu denli diğer yaratılmışlardan ayrı olarak birde hayâ perdesiyle donatılmış olması eşref-i mahlûkat özelliği kazanmasına ziyadesiyle yetmiştir. Derken bu sayede örtünmenin çok büyük bir asalet nimet olduğunu idrak etmiş olduk. Yeter ki, müminler olarak örtünme adabına uygun duruş sergileyelim bu asalet ve zarafet ebediyete mal olacak şekilde ahret kazancına dönüşür de. Ki, bu asalet ve zarafet hali ilahi kaynakla yoğrulmuş takva libasından başkası değildir. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta; “Ey Âdem'in çocukları! Size avret yerleriniz örtecek ve süs olacak elbise indirdik, takva elbisesi... İşte bu daha hayırlıdır” (A’raf,26) diye ferman buyurmakta. Madem Yücelerden böyle ferman buyrulmuş, o halde biz aciz kullara ‘Ferman başımız üzere’ deyip örtünme emrinin gereğini yerine getirmek düşer.
Sakın ola ki, örtünmede neyin nesidir, örtünmenin de hakkı hukuku mu olur ya da istediğim şekilde giyinir kuşanırım kime ne diye türünden içi boş söylemlerle kendi kendimize ahkâm kesmeyelim. Mutlaka örtünmenin hak ve hukukunu yerine getirmemiz icab eder. Bakınız öyle örtünenler vardır ki; örtünmenin hak ve hukukuna riayet edilmediği içindir haklarında örtünür çıplaklar dense yeridir. Öyle ya, örtünmekten maksadımız kısmen açık örtünmek, kısmen kapalı örtünmek ya da vücut azaları belli olacak türden örtünerek gezip dolaşmaksa, biliniz ki İslam’da böylesi setr-i avret örtünme adabının dışında ki tüm örtünme biçimlerine asla cevaz yoktur. Bikere setr-i avret usulü ve adabınca örtünme kısmilik ve bölük pörçüklük kabul etmez, illa ki tam tekmil setr-i avret usulü örtünme yekpareliği yani bütünce ehram olmayı gerektirir. Kelimenin tam anlamıyla ister adına tesettür örtünme diyelim ister ehrama bürünmek diyelim hiç fark etmez mutlaka setri avret hal üzere örtünmek gerekir ki, takva libasından maksat hâsıl olmuş olsun.
Malumunuz, erkeğin avret mahalli (avret yeri) diz kapağı ile göbek arasıdır, kadının ise saçların tüy bitiminden başlayıp kulak yumuşağının çene altına kadar ki kısımdır, yani görünen el, yüz ve ayaklar dışında kalan tüm bedendir. İşte müminler bu örtünme usul ve adablarına uymakla zarafet ve asalet timsali hal üzere konumda kendilerini özgür ve rahat hissedecekleri muhakkak. Hem nasıl kendilerini özgür ve rahat hissetmesinler ki bikere örtünmeyle avret yerlerin ulu orta sergilenmesine mani olunduğu gibi kem gözlerden ve haram nazarlardan korunarak kelebek misali cennet hatırası diyebileceğimiz giysiyle her ortam ve şartlarda seyri âlem eylenmiş de olunur. Madem öyle, örtünmeyi hafife almamakta fayda vardır. Aksi halde ruz-i mahşerde Allah indinde hafife alınanlardan oluruz. Nitekim Resulullah (s.a.v) Ruz-i mahşerde olacak olanları şöyle ortaya koyar da: “Cehennem halkından iki sınıf insan var ki, birincisi sığırkuyrukları gibi kamçıları olan, onlarla insanları dövenlerdir. İkinci grup ise giyinmiş, fakat çıplak kalan erkeklerin kalplerini kendilerine meylettiren vücutlarını sağa sola eğip çalımlı yürüyen kadınlardır. Onların başları Horasan develerinin hörgüçleri gibidir. Bunlar cennete giremezler. Oysa o koku çoktur, ama çok uzun mesafelerden duyulmaktadır” (Müslim).
Hiç kuşkusuz cennet hatırası örtüyü bir şekilde bir şekilde örtünmesine örtünüyoruz ama cennet hatırası örtünmekten maksat iklim şartlarına göre kılıktan kılığa girip şekil almak değil, bilakis örtünmekten temel amaç Allah’ın örtünme emrini yerine getirmektir. Bu maksadın dışında şayet iklim şartlarına göre soğuktan korunmak ya da bunaltıcı sıcaktan serinlemek maksatlı örtündüğümüzü düşünüyorsak çok büyük yanılgı içerisindeyiz demektir. Hele birde sırf dikkat çekmek için örtünülüyorsak o zaman vay halimize. Oysa örtünme ne iklim şartlarına göre kılıktan kılığa şekil almak ne de dikkat çekmenin bir aracıdır, bizatihi Allah’ın emrini yerine getirme aracıdır. Zira Hz. Âdem (a.s) ve Havva anamız dikkat çekmek için örtünmüş değillerdi, bilakis usulü adabınca Allah’ın rızası doğrultusunda cennet yurdunda rahatça gezinmeleri için örtüye bürünmüşlerdi. İyi ki de Hz. Âdem (a.s) ve Hz. Havva annemize cennet libası bahşedilmiş oldu da, bu sayede şu konuk olduğumuz fani dünyada cennet hatırası örtüyle yüzleşivermiş olduk. Sadece yüzleşmek mi, bunun yanı sıra örtünmeyle hayâ perdesine bürünüp hayânın imandan bir cüz olduğunun idrakine ermiş olduk. Yetmedi bu arada şeytanın Âdem (a.s) ve Havva anamıza bin bir türlü desise ve vesveseyle yasak ağacın yemişinden yedirmesinin arka planında ki esrarı da idrak eder olduk. Aslında ağaç bahane, şeytanın tüm derdi davası çabası bin bir türlü hile ve desiselerle hayâ libasını bertaraf edip avret yerlerini görünür kılmakmış. Nitekim öyle de oldu. Ki, Yüce Allah (c.c) bu hususta; “Derken onların kendilerinden gizli kalan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı…” Araf suresi 20. ayetle başlayan ayet meallerinde şöyle açıklık getirir:
“Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o ayıp yerlerini kendilerine göstermek için ikisine de vesvese verdi ve şöyle dedi: ‘Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut ebedilerden olacağınız için, yasak etti.’ Bir de onlara, ‘Şüphesiz ki ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim’ diye yemin etti. İşte bu suretle ikisini, (o ağaca) tenezzül ettirdi. Ağacı tattıkları anda ise o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine cennet yapraklarından üst üste örtmeye başladılar. Rableri de ‘Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? “Şeytan size muhakkak apaçık bir düşmandır” demedim mi? diye nida etti.” (Araf, 20-22).
Evet, ayet meallerinden de anlaşılacağı üzere şeytan’ın onca hinliği, onca çabası imandan bir şube olan hayâ perdesi melekenin etki gücünü kırmak içinmiş meğer. Yüce Allah’ın hikmetinden sual olunmaz elbet, ancak insanoğlunun imtihanı bu ya, nihayetinde şeytanın binbir türlü desiseleri ben-i âdemin yerinden yurdundan edip asli vatanından geçici yurduna göç etmesine yetmiştir. Anlaşılan o ki avret yerlerinin açılması hayâ duygularını bir anda silip süpürmeye yetiyor. Dahası hayâsızlık her türlü felakete davetiye çıkarıyor da. Nasıl mı? İşte görüyorsunuz gün geçmiyor ki iffet, edep, mahremiyet ayaklar altına alınmasın. Malumunuz mahremiyetin kalmadığı yerde iffet, iffetin olmadığı yerde ise hürmet kalmaz. Artık bu noktadan insanlarda aşırı bir şekilde dünyaya tamah da baş gösterir. Derken dünyaya düşkünlük nefse köleliği beraberinde getirir. Öyle ki, bu aşırı düşkünlük kadınlarda vücudunu teşhir edecek derecede kadınlık ruhunu bertaraf eden unsur olur da. Tabi bu arada şeytan da fırsattan istifade boş durmayıp üst perdeden kadınlara yönelik “Ana ve babanızı cennet elbisesinden dünya çıplaklığına dönüştürdüğüm gibi sizlerinde hayâ perdesini çözecek örtünüzü üzerinizden almak benim asli görevimdir” deyip habire telkinde bulunmayı ihmal etmeyecektir. Belli ki bu telkin boşa değil, bilakis “O topraktan bense ateşten yaratıldım” hırsıyla yapılan bir telkindir bu. Ki, Yüce Allah bu hususta “Ey Âdem'in çocukları! Şeytan avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak anne babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın (Araf, 27) beyanıyla bu durumu teyit ettiği gibi, Yüce Allah (c.c); Âdem ve Havva’nın zürriyetinden gelecek tüm kullarına yönelik “Ağacın meyvesini tattıklarında avret yerleri kendilerine açıldı. Bunun üzerine (hayâ duygusu ile) cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara şöyle seslendi... Ey Âdem'in çocukları! Size avret yerlerinizi örtecek ve size süs olacak. Elbise indirdik; takva elbisesi.. İşte bu daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar” (A’raf 20–27) diye öğüt verir de.
Tabii, Yüce Allah kullarını çok önceden öğütlese de şeytan boş durmayacaktır. Baksanıza şeytan cennette Âdem ve Havva’ya tuzak kurup asli vatandan mahrum ettiği yetmemiş gibi, birde bunun üstüne üstük dünyada iken Âdem ve Havva'nın zürriyetinden kıyamete kadar türeyecek tüm insanlığı ilahi yoldan saptırmak için ne gerekiyorsa onu yapmanın çabası içerisinde habire. Hele ki, Yüce Allah’ın yarattığı kulları arasında bilhassa müminlerin yeryüzünde cennet hatırası libasla dolaşmamaları için elinden geleni ardına bırakmamakta da. Zira şeytan şunu çok iyi biliyor ki: bir insanın ar damarı çatlayınca imanını çalmak çok kolay olacaktır, elbette ki bu uğurda elde avuçta her ne hile, her ne desise, her ne sinsi planı varsa tüm kozlarını oynamaktan asla geri durmayacaktır.
Şeytan tüm kozlarını oynaya dursun, şurası muhakkak Allah (c.c), tüm canlıları anadan üryan çıplak yaratmış, ama insanın diğer mahlûkattan ayrıcalıklı dikkat çeken bir farkı var ki, o da yaratılışında cennet örtüsü diyebileceğimiz özel örtüyle donatılmış olmasıdır. Hiç kuşkusuz bu fark, eşrefi mahlûkat olmanın nişanesi bir farklılıktır. Hem yaratılışımızdaki libasımızı hatırlamasak da sonuçta bu hususta Kelam-ı Kadimde örtünme emrinin varlığı bu nişaneyle yeryüzünde dolanmamızı gerektirir. Hele ki böylesi bir emir yücelerden geldikten sonra bizim yapacağımız tek şey Allah’ın emre itaat etmek olmalıdır. Nitekim Yüce Allah (c.c) Kelam-ı Kadiminde Habib’inin ve hane-i saadet aile efradının nezdinde tüm ümmetine şöyle buyurur:
-“Ey Peygamber! Hanımlarına kızlarına ve müminlerin kadınlarına dış elbiselerinden tanınıp eziyet edilmemeleri için daha uygundur. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Ahzab, 59)
-“(Habib’im) Mümin kadınlara söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu boyun, kulak, baş, kol ve bacak gibi yerlerini) açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz, eller, ayaklar) müstesna. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (göğüs ve boyunlarını) göstermesinler, zinet (yer)lerini ancak şu kimselere gösterebilirler:
Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalamamış (cinsi güçten düşmüş) hizmetçiler yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nur,31).
İşte, ayetlerden de anlaşıldığı üzere bir mümin kadın her ne surette olursa olsun yabancı erkeklere karşı örtünmesi dini bir vecibedir. Zaten kadın yaratılış mayası itibariyle hayâ libasıyla donatılmıştır. Ama yine de mayasına uygun zahirende bunu taçlandırması gerekir ki, kendini kem gözlerden ve haram bakışlardan koruyabilsin. Zira kadının tek koruyucu zırhı örtüsüdür. Ve bu örtü sayesinde asalet zırhına bürünmüş olur. Malumunuz İslam’da cariye azad olur olmaz derhal örtünmezse vakit içerisinde kıldığı namaz ifsat olmakta, bu durumda örtünüp yeniden namazı kılması lazım gelir. Çünkü bir cariye için örtünme farzının yerine getirilmesi ancak azad edildiği andan itibaren geçerlilik kazanır. Böylece azad olmuş cariye örtünme farziyetini yerine getirmekle birlikte bir anda özgürlük nişanesine kavuşmuş olur. Bakınız Hane-i Saadet hanımları “ (Ey Peygamber hanımları) evlerinize oturun. Evvelki cahiliye çıkışı gibi çıkmayın. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin” (Ahzab,33) ayetine muhatap olduklarında derhal gereğini yapıp özgürlük nişanesi asalet örtüsüne bürünmüşlerdir. Tabii ki, Hane-i Saadet annelerimizin muhatap alınması tüm mümine hatunların muhatap alınması demektir. Bundan daha da ötesi Hane-i Saadet annelerimizin tüm Ümmet-i Muhammed hanımları için örnek teşkil etmesidir. Malum örnek alınmadan uygulamada bir takım sıkıntıların yaşanılacağı muhakkak. İlla ki örneğin varlığı hem muhataplığın tasdikini hem de uygulamanın gerekliliğini elzem kılar. Hele ki ehl-i beyt, öyle bir ailedir ki, Resulullah (s.a.v)’de bir hadis-i şeriflerinde mealen şöyle der:
-“Hz. Nuh'un zamanında, nasıl ki Hz. Nuh'un gemisine binen halas olmuştur. Ondan geriye kalan helak olmuş olduğu gibi, bir fitne zamanında benim Ehl-i beytime tabii olan da halas olacak onlardan geriye kalan, muhalefet eden de helak olacak.'' İşte bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere Cenab-ı Mevla (c.c) ehlibeytten pisliği necaseti götürmek, izale etmekle bu arada onları kıyamete dek örnek alacak Salih kullarını da temizleyip kurtuluşa erdirmek muradındadır.
Evet, mahremiyet hassasiyetimiz örtünmeyle anlam kazanmakta. Ama gel gör ki, bir takım aklı evveller örtüsüzlüğü çağdaşlık olarak lanse etmekteler. Oysa bu nasıl bir çağdaşlıksa artık kadın erkek birbirinden ayırt edilemeyecek derecede seçilemez oldu. Namus filan hak getire, sözde çağdaşlıktan dem vuranların zifiri karanlıkla ak sütün içindeki ak kılı ayırt edemeyecek kadar kalplerinin köreldiğinin farkında bile değillerdir. Neredeyse aileleri şaşkına dönüştürüp teşhircilik vs. daha nesi nesi gibi kirlilikler tek safiyet gibi sunulmakta, Aslında içine düştüğümüz bu hal vaziyet ne denli değer kaybına uğradığımızın hazin bir göstergesidir. Sadece tek hazin bir gösterge olsa belki bu denli gam yemeyiz, ama öyle önümüze bizi içten içe parçalayan ve evlatlarını yuvasından koparacak bir hazin tablo ortaya koymuşla ki; o da malum, her geçen gün aile ocaklarının çökme yönünde alarm vermesidir. Şayet hal vaziyet böyle giderse artık yuva kurmak ve aile olmak bir hayal olmaktan öteye geçemeyecektir. Madem hal vaziyetimiz vahim durum da, o halde ne yapıp edip bir an evvel bu kör kuyudan çıkmanın icabına bakmalı.
Peki, icabına bakalım iyi hoşta bu noktada çözüm ne? Aslında çözüm gayet çok basit, mesela tüm müminler oruç ibadetiyle nasıl ki hem iç hem dış dünyalarını kontrol altına alıp nefislerini dizginleyebiliyorsalar, aynen öyle de mümine hatunlarda cennet örtüsüne bürünmekle de kendilerini kem gözlerden ve haram bakışlardan korumaya alarak meseleyi kökten çözmüş olacaklardır. Mesela bir başka çözüm yolu da aile ocağını tüttürmekle. Nasıl mı? Hiç kuşkusuz aile müessesesinin korunması noktasında gençleri evliliğe teşvik etmek en büyük çözüm yolu olacaktır. Böylece evlilikle birlikte eşler birbirinin örtüsü olmuş olurlar. Nitekim Yüce Allah bu hususta “Onlar sizin elbiseniz, sizde onların elbisesiniz” (Bakara 187) beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Öyle ki Peygamberimiz (s.a.v) bu hakikat ışığında “Ben ümmetimin çokluğuyla övünürüm” buyurmuştur. Madem öyle, bir ömür boyu tek baş yastıkta eşlerin birbirine örtü olduğu aile ocaklarını tüttürmek varken, örtüsüz yuvasızlığa özenmek niye? Hatta bu işin lemi cimi niyesi de olmaz, kültürel yozlaşmalar ve tahribatlar karşısında yapacağımız tek şey aile ocaklarını tüttürmek olmalıdır. Gerçekten de yuvasızlık ve eşsiz hayat örtüsüzlük demektir. Bakmayın siz öyle ‘Bekârlık sultanlıktır’ deyip ahkâm kesenlere, kazın ayağı hiçte öyle değil, tam aksine tek başına hayat çoraklık ve çöllük demektir. Bir anlamda evlilik dışı hayat aile ocağının temellerine dinamit koymaktan farksız üstü açık çıplak ocak ve çıplak hayat demektir. Bu yüzden bizim kültür kodlarımız bu dünyada başıboş avare avare dolanmayı ve örtüsüz çıplak hayat yaşamayı kaldırmaz, bunu ancak ar damarı çatlamış kendi kültür kodlarına yabancılaşmış mankurtlar kaldırır. Şayet böylesi bir hayatı aramızda birileri bize reva görmek isteyenler varsa, şunu iyi bilsinler ki böylesi bir arzız hayatı kendimize zül addederiz.
Örtünmek bağrında o kadar çok mühim edep hazinelerini bünyesinde taşır ki, tarihler Hicretin otuz beşinci yılına dayanıp geçtiğinde Hz. Osman (r.a) hane-i saadetinde Kur’an okur bir haldeyken o sırada isyancılardan birkaçı ellerinde ki meşale ile dış kapıyı aleve vermeye başlamışlardı. Derken isyancılar alevler içerisinde halifenin muhafızlarını yangın söndürmekle meşgul edip odaya daldıklarında Hz. Osman (r.a)’ın hanımı Naile annemiz şaşkın bakışlar içerisinde yerinden fırlayıverdiğinde başörtüsünü çekiverdiler. Düşünsenize böylesi bir baskın ve arbede içerisinde bile Hz. Osman (r.a) hanımına; ‘Ey Naile! Başını ört, öldürülmek bile senin başının açık kalması yanında hafif kalır’ demekten kendini alamayacaktır. İşte şehit düşeceği esnasında bile dile getirilen örtü hassasiyeti budur. O dile getirmese de hayâ deyince ilk evvela Hz. Osman akla gelir zaten. Hakeza Peygamber kızı Fatıma annemizin de örtü hassasiyeti öyledir. O da malum; “Ben ölürsem beni gece defnedin ki erkekler beni görmesin” diyecek kadar hayâ sahibi can yürek bir annemizdir.
Velhasıl-ı kelam; her iki misalde de anlaşılan o ki, ölürken bile örtü hassasiyeti ecel şerbeti gibidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/ortunmek-asal ... ,4818.html
ÖRTÜNMEK ASALET Mİ?
Moderatörler: ucharfbesnokta, Ertugrul
ÖRTÜNMEK ASALET Mİ?
En son alperen tarafından 26 Mar 2021, 09:24 tarihinde düzenlendi, toplamda 4 kere düzenlendi.
slm
sizce başlık olmuş mu? Daha başka başlık olablir miydi?
KADIN VE İŞ HAYATI
KADIN VE İŞ HAYATI
SELİM GÜRBÜZER
Besbelli ki, kadına asıl asalet katan değer özünde ki aşk mayası ve omuzlarında taşıdığı annelik duygusudur. Ancak ne var ki çağımızda kadını erkekleştirmeye yönelik çabalar maalesef bu annelik duygularını altüst edip yerle yeksan etmekte adeta. Hele magazin dünyasına baktığımızda, sanki kadını erkekleştirme yolunda birbirleriyle yarış içerisindelerdir.
Evet, günümüz dünyasında kadının omzunda taşıdığı o annelik duygusu bir kenara itilmiş yerini reklam aracı teşhircilik almıştır. Böylece birçok kadın çocuk yapamaz hale gelmiş ve kendisine evinden uzak bir hayat reva görülmüştür. Öyle ki, evin yerini otel ve motel odaları alırken mutfağın yerini ise batı tarzı fast food yemek kültürü almıştır. Değim yerindeyse kadın artık evinde çocuklarının başında kalma duygusunu yitirmiş durumdadır, böyle olunca da kadına pansiyon varı bir hayat daha cazip hale gelmekte. Şöyle etrafınıza baksanıza birçok kadın kendi çıkmaz sokağında kayıp ve derbeder haldedir. Gerçek hayatla alakaları yok gibisine anlık bir hayat yaşamakta. Öyle anlaşılıyor ki, bu gidişle kadınların gerçek hayatla yüzleşmeleri ancak sıcak bir aile ortamına kavuşmasıyla mümkün olacak.
Hiç kuşkusuz kadınların en dikkat çeken yönleri yakınlaşınca cezp edici olmaları, uzaklaşınca elem ve hüzün verici olmalarıdır. Hele kadınların o nazlı bakışları, o endamlı yürüyüşleri, o gamze yanaklarından süzülen birkaç damla gözyaşları, o narin yapıları, o iç çekişleri var ya, bir anda erkeği kendine bend edebiliyor. Ancak bu tür çekicilikler insan nefsine hoş gelse de çoğu kez insanı nefsine esir edecek cinsten aldatıcı koz olabiliyor. Oysa gerçek anlamda içi seni yakar dışı beni misali bunların Allah indinde hiç bir kıymet değeri yoktur, yani her bir çekici unsur ruh dünyamızda karşılığı olmayan yokluk sefaletinin ta kendisi viraneliktir. Zira dış görünüm sanıldığının aksine kadına yücelik kazandırmaya yetmiyor, asıl yücelik kazandıran ana yüreği denilen derin sinede kodlu manevi sevgidir. Yeter ki, o fıtri sevgi dışa yansısın bak o zaman bu doğurgan topraklarda yeni Fatihler, yeni Kanuniler, yeni Yavuzlar, yeni İmam-ı Azamlar, yeni İmam-ı Rabbaniler gibi daha nice şahsiyetlerin çıkması an meselesidir.
Anlaşılan o ki, sevginin mihrabında kalpler kalp kalbe karşılık gelmeyince ne sevenden, ne de sevilenden söz etmek mümkün, sadece ortada özden uzak içi boş bir beden birlikteliğinin varlığından söz edebiliriz ancak. Ne diyelim, işte görüyorsunuz ortada kalplerin kaynaştığı sevgiden eser kalmayınca etrafımız bir anda hayvani arzu ve heveslerle kuşatıldığını hisseder bir haldeyiz. Hele bu kuşatılmışlık içerisinde aile bilincinden söz edelim desek burada da durum vaziyet pek iç açıcı görünmüyor, öyle ki evden kaçışların hız kesmediği ve çok sayıda boşanan çiftlerin haddi hesabının olmadığı bir manzarayla karşı karşıyayız dersek yeridir. Baksanıza aile yapımız öyle dağılmaya yüz tutmuş bir haldedir ki, artık ömür boyu bir baş yastıkta kocamaktan söz edemez olduk, pek çok kadının varsa yoksa biricik davası ekonomik özgürlük olmuştur. Artık ekonomik özgürlük hırsı tavan yapmış durumda. Tabii durum vaziyet böyle olunca dostluklar pragmatist düzlemde ilerlemekte hep. İşte bu noktada Cemil Meriç şöyle der; “Feminizm, eskiden hayatını evinde kazanan kadına pazarlarda iş bulma davasıdır.” Gerçekten de öyle değil midir, düşünsenize bir zamanlar kadınlarımızın yerleşik bir hayat yaşadığı dönemlerde yuvasında mutlu bir şekilde hayatını tanzim ederlerken bugün geldiği noktada dışarılarda avare avare dolaşır halde kendilerini küçük düşürücü konuma hapsettiklerinin farkında bile değillerdir. Bu nasıl feministlik davası ise kadınlar artık kalabalık yığınlar arasında kendi öz kadınsı ruhuyla buluşamaz haldedir. Tabi feminist propaganda dünyasında kadın erkek karışık ortamlar alabildiğine medyatik kanallar aracılığıyla sürekli olarak kitlelere empoze edilirse olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Feministler kadınlar üzerinden algı operasyonu çeke dursunlar, oysa bizim açımızdan kadın hiçte başıboş bırakılacak varlıklar değildir, hem kaldı ki adı üzerinde kadın, koyun değil ki sürü misali gelişi güzel ortamlara salınıversin, bizim kültürümüzde kadın en nadide konumda konumlanması gereken başköşe taçlarımızdır. Besbelli ki; dedelerimiz, ninelerimiz bizlere “her şeyin bir usul, bir yol yordam ve bir adabı var' diye öğüt verirken laf ola beri gele türünden olsun diye bize öğüt vermemişler, bilakis onların hayattan aldıkları o engin tecrübe birikimi kadın erkek ilişkilerinde yol yordamın olması gerektiğidir. Gelişi güzel ulu ortamlarda kadının bulunması kadının ruh dünyasını alt üst edeceği muhakkak. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’in “Cennet anaların ayakları altındadır” diye beyan buyurduğu hadis-i şerif tamda bu ruhun muhafazasına yönelik bir buyruktur. Bu ruhu koruyamayan bir kadın asla ayağı öpülür annelik konuma ulaşamaz. Yeter ki, tüm kadınlar bu ruh üzere hareket etsinler tüm evlatlar analarının ayağını altını öpmeyi kendine vecibe addeder de. Böyle addetmeyenlerse malum “özgürlük” havariliğine soyunaraktan kadını kadınlığından utandıracak her türlü adapsızlığı görgü kuralıymış gibi lanse edenlerdir. Üstelik lanse ederken de kendini elit görüp anne eli öpmemeyi çağdaşlık olarak addetmekteler. Bu neyin kafası, bu neyin çağdaşlığı doğrusu şaşmamak elde değil, aslında özgürlük dedikleri şey doymak bilmeyen nefsin gemi azıya alınıp ruhun tutsak kılınmasıdır. Şimdi sormak gerekir bu mudur çağdaşlık? Oysa bizim yerli kültürümüzde öyle köklü değerlerimiz var ki, insanı nefsin hegemonyasından kurtarıp azad etmekte. Ki, bizi nefsin tasallutundan azad edecek değerler ‘hayâ, iffet, namus, adap, usul, erkân’ gibi ulvi değerlerden başkası değildir elbet. Üstelik bu değerler toplumun en hassas yumuşak karnı da. Şöyle geçmişe uzanıp engin köklü kültür kodlarımıza baktığımızda, bu tabloda ceddimizin her hal ve şartlarda hiçbir şekilde bu değerlerden ödün vermediklerini görürüz. Mesela bir bakıyorsun ninelerimiz yeri geldiğinde kutsal addettiği değerler uğruna ‘Bacıyan-ı Rum’ kadın teşkilat yapısı içerisinde düşman süngüsüne karşı cansiperane duruş sergilemişler de. Örnek mi? İşte Aziziye Tabyasıyla abideleşen Erzurumlu Nene Hatun bunun en bariz örneğini teşkil eder.
Hakeza ninelerimiz gayet şunu da iyi biliyorlardı ki; İslamiyet asla kadına çalışma mecburiyeti yüklememiştir. İşte bu nedenledir ki ninelerimiz evin dışında çalışmak yerine sıcak yuvalarında çocuklarının ve torunlarının başında dine, vatana, millete iyi bir evlat yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Yetmedi gerektiğinde Aziziye Tabyasında abideleşen Nene Hatun gibi yuvasından çıkıp vatan savunmasına da iştirak etmişlerdir. Derken bizim kültür kodlarımızda var olan bu öz verilik “Saliha kadın” ifadesiyle karşılık bulup böylece ninelerimiz nesiller boyu evin kraliçeleri olarak adından söz ettirmişlerdir. İyi ki de adlarından bu şekilde söz ettirmişler, derken bizde bu arada böylesi bir kültür kodu anlayışı sayesinde yeryüzünde kaç aile varsa bir o kadarda kraliçe var demektir kültürünü adet edinmiş olduk. Öyle anlaşılıyor ki, kadına asıl değer katan evin baş tacı kraliçe oluşlarıdır. Nasıl ki, kraliyet ailenin kraliçesi çalışmak zorunda değilse, aynen bizim yerli kültürümüzde de evin kraliçesi çalışmak zorunda değildir. Kadın çalışmak mı istedi asla engel konulmaz, hatta çalışmaya koyulduğunda iş sahibine onu yücelik katacak iş verilmesi gerektiği hatırlatılır, asla kadınlık ruhuna herhangi bir gölge düşürecek çer çöp işlerden mümkün mertebe uzak kalması sağlanırdı, icabında memurluk işi de verilmezdi, müdüre olması uygun görülürdü. Nitekim Hz. Ömer (r.a)’ın halifelik döneminde kadının müfettişlik ya da müdüre gibi görevlere layık görülmesi kadına ne derece önem verdiğimizin bariz göstergesidir.
Anlaşılan o ki, bizim yerli kültürümüzde evin geçiminden birinci derecede erkek sorumludur, tabii bu arada erkek eşinin iffet ve namusunu koruma sorumluluğunu da üstlenmek zorundadır. Çünkü İslam kadına hiçbir beşeri sistemin veremeyeceği değerde 'Saliha hatun' makamını layık görmüştür. Dolayısıyla paha biçilemez böylesi manevi bir makamın her halükarda korunması gerekmektedir. Yeter ki, bir kadın Saliha hatun özelliklerini ruhunda taşısın, bak o zaman o kadın evin gül kokusu, gül neşe kaynağı olması bir yana, Rabia’tül Adeviyye’nin (Hanım evliya) varisi hükmünde talebesi olmaya hak kazanır da. Elbette ki ulvi makamlar gökten zembille inmez, bilakis bu makamlar İslam'a bağlılık ölçüsünce verilir. Günümüzde bu nasıl kadın hakları savunuculuğuysa kendilerine örnek aldıkları Avrupa’da hala çer çöp işlerinde çalıştırılan kadınlar vardır. Acı ama gerçek, öteden beri vahşi kapitalizmin insanlığın önüne koyduğu tablo budur. Böylesi vahim bir tabloyu insanlığın önüne koydular da ne oldu, güya kocasına karşı ekonomik özgürlük kazandığı söylenen kadın bir bakıyorsun bizatihi kendisi aile bağlarını zayıflatan etken unsur hale gelmiştir. Neyse ki, kadın geçte olsa içine düştüğü perişan halini fark edebilmiştir. Zaten durum vaziyet fark edilmeyecek gibide değil, baksanıza tüm dünya sathında tüketim çılgınlığının tetikçisi vahşi kapitalizmin ortaya koyduğu o ağır çalışma şartlarından bitap hale düşmüş kadınların bu halleri öyle yüz ifadelerinden o kadar kendini belli ediyor ki; ‘Ah bir emekliliğim gelse de biran evvel yuvama dönsem’ derdindedirler. Şimdi sormak gerekir, yaşadığı hayattan bezmiş bir kadın ah çekmesinde ya kimler çeksin, hele bir kadın vahşi kapitalizmin ağına düşmeye görsün bu ağdan çık çıkabilirse. Ah zavallı kadınlar, meğer tüketim çılgınlığı uğruna itile kalkıla bir oradan bir oraya sürüklenerekten ne hale düşmüşler de sanki haberimiz olmamışcasına ya da ortada hiçbir şey yokmuşçasına davranmışız hep. Erkeğin sorumluğunda olması gereken birçok ağır görevleri kadınların omuzuna yüklemişiz maalesef. Bilerek ya da bilmeyerek kadınlarımızın birçoğu gelinen noktada onca ağır yükün altına girdiklerine bin pişman olmuşlar olmasına ama iş işten geçmiş olduktan sonra son pişmanlıkları ve son ahu vahları hiçbir fayda etmeyecektir. Dahası son çırpınışlar kanayan yaraya da merhem olmaz. Allah aşkına şu düştüğümüz hale bir bakar mısınız, kadınlarımızın büyük çoğunluğu evinden koparılarak hayata küsmüş buruk bir haletiruhiye içerisinde bütün gün çoluk çocuğundan koparılmışlığın sancısını yaşıyorlar. Onlar bu sancıyla hayatlarını idame ederken, bir takım aklı evvel sözde kadın hakları savunucuları pişkin bir vaziyette yüzümüze karşı birde şunu demezler mi; “Aman efendim artık modern dünyada yaşıyoruz, kadın erkek eşitliği var, erkek ne iş yapıyorsa kadında aynısını yapmalıdır.” Oysa kadın erkek eşitliğinden illa ki söz edilecekse de hiçbir şekilde cinsiyet kıyası yapmaksızın sırf insan olmanın şeref ve haysiyetinin hak hukukunu gözetecek bir eşitlikten söz etmek daha inandırıcı kadın hakları savunuculuğu olacaktır. Şayet insan haysiyet ve şerefini gözetip kollayan hak hukuk eşitlik ilkesi esasına göre bir bakış açısıyla meselelere insani yönden yaklaşırsak hiç kuşkusuz her iki cinsiyet açısından da bir ömre bedel diyebileceğimiz kıymet değer ödüllendirme ve kıymet değer eşit muameleye tabii tutmak olacaktır. İşte böylesi hak hukuk eşitliğin dışında şu iyi bilinsin ki; kadın kadındır, erkek erkektir. Zira Yüce Allah (c.c) “Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi, kadınlarında onların üzerinde (hakları) var” (El-Bakara, 228) diye beyan buyurmakla kadın erkek eşitliğinde tek alınacak kıstasın hak ve hukuk noktası olduğuna işaret etmektedir. Bu yüzden hiç kimse kadın hakları savunuculuğu hususunda sırça köşkünden oturduğu yerden ahkâm kesip bize akıl vermeye kalkışmasın, bizler sadece Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerimde beyan buyurduğu ahkâm-ı şer’iyye neyse ona göre hareket ederiz. Nitekim Kur’an’da zikredilen işaret edilen ahkâm ayetlerden hareketle hak hukukun dışında asla cinsiyetler arası fiziki ve psikolojik farklılıkları eşitlemeye kalkışmayız. Zaten eşitlemeye kalkışsak da eşitleyemeyiz, baksanıza insan dünyaya daha doğa gelmeden tâ baştan doğum öncesi ve doğum sonrası farklılıkları söz konusudur. Şöyle ki; doğumda kız çocuğu erkek çocuğa nazaran yaklaşık on gün önce dünyaya gelirken doğum sonrasında ise kız çocuklarının erkek çocuğa göre erken diş çıkardığı ve erken konuşup yürüdüğü bilinen bir vakadır. Keza her şey göründüğü gibi olmayabiliyor da. Nasıl mı? Mesela kız çocuklarının beyinleri küçük olmasına küçük ama bir bakıyorsun erkeklere göre iki yıl öncesinden buluğa erip hayat koşusunda erken yol aldıklarını gözlemlemekteyiz. İşte görüyorsunuz bu bilinen gerçekliklere rağmen hala bir takım sözde kadın erkek eşitliği savunucuları bu bilinen fıtri farklılıkları gözden kaçırmış gözüküyorlar. Onlar fıtri ve fiziki farklılıkları gözden kaçıra dursunlar bizim için kıstas kabul edeceğimiz esasın “realite tam eşitlik kabul etmez” gerçeğidir.
Evet, realite asla eşitlik kabul etmez. Nasıl mı? Şayet realitede tam eşitlik kabul görseydi beş parmağın beşi de eşit olması gerekirdi. Besbelli ki, Yüce Allah’ın cümle âlem içerisinde yarattığı her ne varsa maddi ve manevi boyutuyla iyi analiz edildiğinde eşitsizliğin eşitlik olduğu görülecektir. Düşünsenize beşeri ilişkilerde tam eşitlik söz konusu olsa herkesin ya efendi, ya da herkesin köle olması icab ederdi. Şimdi bu veriler ortada iken birileri kalkıp hala eşitlikten dem vuruyorsa, pes doğrusu. Dedik ya, illa eşitlikten dem vurulacaksa da eşitliği insan olmanın erdemliliğinde, insan olmanın şeref ve haysiyetinde, insan olmanın hak hukukunda bu eşitliği aramak gerekir. Hele ki ‘Hepimiz insanız’ düsturunu ilke edinmiş bir insan kadının fiziki yönünden ziyade ilk evvela kadının onurunu ve namusunu düşünmek zorundadır. Zira Allah Resulü (s.a.v) bu hususta; “Kadınlarınıza eziyet vermeyiniz, onlar yüce Allah'ın sizlere emanetleridir. Onlara karşı yumuşak olunuz. Onlara iyilik ediniz” diye beyan buyurmakta. Madem, Allah Resulü bu şekilde ferman buyurmuş, o halde bize düşen kadınların hak ve hukuklarını ihlal etmemek, haysiyet ve namuslarına halel getirmemektir. Bakmayın siz öyle bir takım feminist grupların ikide bir kadın haklarından dem vurmalarına, bikere onlar kadın hakları konusunda samimi olsalardı vahşi kapitalizmin servis ettiği sahte feminizm sloganına can kurtarıcı simit olarak sarılmazlardı. Yediden yetmişe herkes bilir ki, vahşi kapitalizm tüketim çılgınlığına dayalı ekonomik çarkın işletilmesinde kadını iliklerine kadar sömürüp kendi kaderiyle baş başa bırakmıştır. Hatta bu arada yetmedi körpecik çocukları da sıcak aile ortamında annelerinin kucağından kopartıp kreşlere mahkûm etmiştir. Ne diyelim, işte görüyorsunuz sermaye baronları sanayileşmeyle, endüstriyel devrimleriyle övüne dursunlar, gerçek şudur ki işleyen sanayi çarkın dişlerinde ve kollarında kadınların her biri meta olarak kullanılmaktadır. Maalesef insanlık tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişteki emeği ucuzlatan kapital sermayenin doymak bilmeyen hırs ve ihtiraslarının tek değer olarak damga vurduğu tüm ülkelerde o günden bugüne annelerin ninnisine eşlik eden çocuk ağlayışına ve sesine hasret kalmış durumdadır. Düşünsenize artık, çocuklar annelerinden işiteceği ninni bebeğim şarkısını, sevgiyi ve merhameti kreşlerde talim eyleyerek teselli bulmakta. Oysa anne sevgisinin yerini hiç bir şey karşılayamamaktadır.
Evet, kapitalizm kadını endüstriyel hayata dâhil etmekle emeği ucuzlatmış ucuzlatmasına ama bu arada işleyen sanayi çarklarının dişleri arasında kadını ezivermeyi de ihmal etmemiştir. Birde üstüne üstük bunun adına da ‘kadının ekonomik özgürlüğü’ deyip işi geçiştirivermişlerdir. Bu nasıl ekonomik özgürlük adlandırması ya da bu nasıl emek ucuzlatmaksa erkekler soluğu meyhanelerde, köprü altlarında, yer altı mafya dünyasında alarak heder edilirken kadın da kendini endüstriyel çalışma hayatında soluğu sanayinin çark dişleri arasında alarak heder edilmekte. Ne diyelim, işte görüyorsunuz vahşi kapitalizm budur. Hakeza komünizmde öyledir, bu ideolojide kadını bir ekonomik vasıta, bir proletarya kadın olarak görmektedir. Hatta daha da ileri gidip aile kavramına bir de reddiye döşemekten de geri durmamışlardır.
Hadi tüm bunlar neyse de asıl bizi endişelendiren husus kadının çalışıp çalışmaması değil, bizi endişelendiren asıl husus bizden sonraki kuşakların sevgiden mahrum edilişidir. İşte tüm endişemizin kaynağı bu noktada düğümlüdür. Ki, bizim bu noktada tek dileğimiz ve tek beklentimiz kadının yuvasında dine, vatana, millete faydalı evlat yetiştirmesidir. Bilhassa engin köklü kültürümüzden aldığımız ilhamla şayet kadından beklenen tek kriter evin dışında çalıştırılması ise; buna gönlümüz asla razı olmaz, kadın için yavrusunu sarıp sarmalayacağı sevgi ve şefkat ortamı en ideal çalışma alanıdır zaten. Zira dâhileri bağrından çıkaran yaşadığı toplumdan ziyade ana kucağı, ana şefkati, ana yüreğidir. Bakınız bu hususta Fransızlara isnad edilen bir atasözünde şöyle denilmekte: “Büyük adamlar, büyük kadınların eserleridir.” Gerçekten de tarihe baktığımızda deha şahsiyetler eli ve ayağı öpülesi anaların eseridir.
Peki ya, gelinen noktada dünyanın düştüğü şimdi ki durum nasıldır derseniz, malumunuz günümüz dünyasında kadın kaybettiği ruhunu tekrar geri almak için uğraşmakta, adeta yuvaya nasıl dönebilirim hasretiyle çırpınmakta. Hem nasıl çırpınmasın ki, çağımızda habire reklamı yapılan matmazel veya proletarya tipi kadın tanımlamaları kadına itibar katmadı, katmaz da. Şayet kadına bir model tanım aranıyorsa, başka yerlerde adres aramaya gerek yoktur, bizim kültürümüzde tanımlanan “Saliha hatun” kadın tipi modeli kadına kadınlığını kazandırmaya fazlasıyla yeter artar da.
Biz biliyoruz ki; Saliha hatun ev işlerini bir zorunluluk icabı değil, ibadet şuuruyla yapan kadın demektir. Üstelik Müberra dinimiz kadını ev işlerini yapmakla zorunlu kılmamış da. Kadın ister yapar, ister yapmaz, asla yapmaya mecbur tutulamaz. Gerektiğinde hanım kocasından ev işlerini yürütecek ücretli eleman talep edebiliyor. Kadın, evin dışında çalışacaksa da dışarda meşru olan her ne iş ya da her ne meslek varsa icra etme hakkına da sahiptir. Ancak yine de kadının kendini evine adaması daha kabul gören bir husustur. Nitekim Müberra dinimiz kadına camide ibadet zorunluluğu, cuma namazını eda etme ve savaş yapma mecburiyetini de şart koşmamıştır, sadece kadın dilerse yapabilir hükmünü ortaya koymuştur. Dinimiz kadını o kadar baş üstünde tutuyor ki, çalışan bir kadının kazancının kendisine aittir hükmünü veriyor. Yani bu demektir ki, kadın çalışarak elde ettiği kazancını kocası için veya evin iaşesine harcamak mecburiyetinde değildir. Zira evin geçiminde birinci derecede ki sorumluluk erkeğindir. Keza ailenin birliği ve dirliğini koruyup kollamak ve akla gelebilecek her türlü tehlikelere karşı göğüs germekte erkeğin sorumluluğundadır. Oldu ya, erkek bu üstlendiği görevi ihmal etti, bu durumda kadın dava açma hakkına sahiptir. Ya da erkek ailesine gerektiği kadar sahip çıkmadı, dünyanın sonu değil ya, bu durumda derhal devletin şefkat eli devreye girmek zorundadır. Nasıl mı? Bikere devlet evvela kocayı nafaka vermeye zorlamalı, gerektiğinde malı mülkü ne varsa satma kararı almalı, yok eğer koca ölür veya çalışamaz durumdaysa bu noktada devlet kendini aile reisi olarak addeder. Peki ya, devlette aileyi yüzüstü ortada bırakırsa, elbette bu durumda kadının devlete dava açma hakkı vardır. İşte görüyorsunuz İslam adaleti budur, devlete bile dava yolu açarak aileyi korumaya alan Müberra bir dindir.
Bu arada şöyle bir soru akla gelebiliyor: Koca öldüğünde kadın tüm haklardan mahrum edilir mi diye. Şu bir gerçek dul kalmak her kadının başına gelebilecek muhtemel dâhilinde bir alın yazgısıdır. Burada önemli olan bu alın yazgısı vuku bulduğunda bundan sonraki hayatını işi uhuletle ve suhuletle yürütebilmek çok mühimdir. Aksi halde bu yazgı kâbusa dönüşen bir yazgı olur. Kaldı ki İslam'da dul bir kadına kâbus hayatı yaşatacak bir miras paylaşımına asla geçit verilmez. Nitekim dul kalan bir kadın sadece kocasından kalan mal mirasına değil, kendi ebeveynlerinden kalan mal mirasına da varistir. Örnek verecek olursak, bu varislik kendi ebeveyninde kalan bir malsa erkek kardeşinin yarısı kadar hak sahibidir. Şayet bu varislik koca tarafından bir varislik ise bu durumda dul bir kadın, kocasının altsoyuyla birlikte yani çocuklar ve kendisi olacak şekilde mirasa dâhil olaraktan mirasın ancak ¼ (dörtte biri yani çeyreği) üzerinden hak sahibi olur. Kaldı ki burada kadın sadece ¼ lük mal üzerinden değil aynı zamanda kocasından düşen mihr’e de hak sahibidir. İşte genel hatlarıyla örneklendirmeye çalıştığımız miras paylaşımından elde edilen hak ediş bize gösteriyor ki; Müberra dinimiz kadını öyle kolay kolay kurda kuşa yem etmeksizin ta işi başından itibaren ekonomik yönden güvence altına almıştır. Keza İslam’da annenin yanı sıra çocuklar da ekonomik güvence altındadır. Şöyle ki, erkek çocukları akıl baliğ olana dek babanın sorumluluğunda ekonomik güvence altında iken kız çocukları da evleninceye dek babanın sorumluğunda güvence altındadır. Şayet kız evladı evlenemeyip babası da hayatta yok ise bu kez “Yetiş ya Hızır ” misali devletin şefkat ellerine teslim edilir. İşte gerçek anlamda ekonomik güvence ve ekonomik özgürlük budur. Anlaşılan o ki; bu ve buna benzer birçok uygulamalar bize şunu gösteriyor ki, İslam çağları aşan evrensel üstü ‘hak-hukuk-adalet’i gözeten Müberra bir dindir.
Velhasıl-ı kelam; kapitalizmin burjuva tipi kadın modellemesiyle komünizmin proletarya kadın tipi modellemesi bize çok yabancıdır. Hiç kuşkusuz bize yabancı olmayan modelleme, buram buram annelik şefkatiyle evinde çocuklarına yüreğini ve sevgisini akıtan fedakâr “Saliha hatun” tipi modellemesidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kadin-ve-is-h ... ,4836.html
SELİM GÜRBÜZER
Besbelli ki, kadına asıl asalet katan değer özünde ki aşk mayası ve omuzlarında taşıdığı annelik duygusudur. Ancak ne var ki çağımızda kadını erkekleştirmeye yönelik çabalar maalesef bu annelik duygularını altüst edip yerle yeksan etmekte adeta. Hele magazin dünyasına baktığımızda, sanki kadını erkekleştirme yolunda birbirleriyle yarış içerisindelerdir.
Evet, günümüz dünyasında kadının omzunda taşıdığı o annelik duygusu bir kenara itilmiş yerini reklam aracı teşhircilik almıştır. Böylece birçok kadın çocuk yapamaz hale gelmiş ve kendisine evinden uzak bir hayat reva görülmüştür. Öyle ki, evin yerini otel ve motel odaları alırken mutfağın yerini ise batı tarzı fast food yemek kültürü almıştır. Değim yerindeyse kadın artık evinde çocuklarının başında kalma duygusunu yitirmiş durumdadır, böyle olunca da kadına pansiyon varı bir hayat daha cazip hale gelmekte. Şöyle etrafınıza baksanıza birçok kadın kendi çıkmaz sokağında kayıp ve derbeder haldedir. Gerçek hayatla alakaları yok gibisine anlık bir hayat yaşamakta. Öyle anlaşılıyor ki, bu gidişle kadınların gerçek hayatla yüzleşmeleri ancak sıcak bir aile ortamına kavuşmasıyla mümkün olacak.
Hiç kuşkusuz kadınların en dikkat çeken yönleri yakınlaşınca cezp edici olmaları, uzaklaşınca elem ve hüzün verici olmalarıdır. Hele kadınların o nazlı bakışları, o endamlı yürüyüşleri, o gamze yanaklarından süzülen birkaç damla gözyaşları, o narin yapıları, o iç çekişleri var ya, bir anda erkeği kendine bend edebiliyor. Ancak bu tür çekicilikler insan nefsine hoş gelse de çoğu kez insanı nefsine esir edecek cinsten aldatıcı koz olabiliyor. Oysa gerçek anlamda içi seni yakar dışı beni misali bunların Allah indinde hiç bir kıymet değeri yoktur, yani her bir çekici unsur ruh dünyamızda karşılığı olmayan yokluk sefaletinin ta kendisi viraneliktir. Zira dış görünüm sanıldığının aksine kadına yücelik kazandırmaya yetmiyor, asıl yücelik kazandıran ana yüreği denilen derin sinede kodlu manevi sevgidir. Yeter ki, o fıtri sevgi dışa yansısın bak o zaman bu doğurgan topraklarda yeni Fatihler, yeni Kanuniler, yeni Yavuzlar, yeni İmam-ı Azamlar, yeni İmam-ı Rabbaniler gibi daha nice şahsiyetlerin çıkması an meselesidir.
Anlaşılan o ki, sevginin mihrabında kalpler kalp kalbe karşılık gelmeyince ne sevenden, ne de sevilenden söz etmek mümkün, sadece ortada özden uzak içi boş bir beden birlikteliğinin varlığından söz edebiliriz ancak. Ne diyelim, işte görüyorsunuz ortada kalplerin kaynaştığı sevgiden eser kalmayınca etrafımız bir anda hayvani arzu ve heveslerle kuşatıldığını hisseder bir haldeyiz. Hele bu kuşatılmışlık içerisinde aile bilincinden söz edelim desek burada da durum vaziyet pek iç açıcı görünmüyor, öyle ki evden kaçışların hız kesmediği ve çok sayıda boşanan çiftlerin haddi hesabının olmadığı bir manzarayla karşı karşıyayız dersek yeridir. Baksanıza aile yapımız öyle dağılmaya yüz tutmuş bir haldedir ki, artık ömür boyu bir baş yastıkta kocamaktan söz edemez olduk, pek çok kadının varsa yoksa biricik davası ekonomik özgürlük olmuştur. Artık ekonomik özgürlük hırsı tavan yapmış durumda. Tabii durum vaziyet böyle olunca dostluklar pragmatist düzlemde ilerlemekte hep. İşte bu noktada Cemil Meriç şöyle der; “Feminizm, eskiden hayatını evinde kazanan kadına pazarlarda iş bulma davasıdır.” Gerçekten de öyle değil midir, düşünsenize bir zamanlar kadınlarımızın yerleşik bir hayat yaşadığı dönemlerde yuvasında mutlu bir şekilde hayatını tanzim ederlerken bugün geldiği noktada dışarılarda avare avare dolaşır halde kendilerini küçük düşürücü konuma hapsettiklerinin farkında bile değillerdir. Bu nasıl feministlik davası ise kadınlar artık kalabalık yığınlar arasında kendi öz kadınsı ruhuyla buluşamaz haldedir. Tabi feminist propaganda dünyasında kadın erkek karışık ortamlar alabildiğine medyatik kanallar aracılığıyla sürekli olarak kitlelere empoze edilirse olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Feministler kadınlar üzerinden algı operasyonu çeke dursunlar, oysa bizim açımızdan kadın hiçte başıboş bırakılacak varlıklar değildir, hem kaldı ki adı üzerinde kadın, koyun değil ki sürü misali gelişi güzel ortamlara salınıversin, bizim kültürümüzde kadın en nadide konumda konumlanması gereken başköşe taçlarımızdır. Besbelli ki; dedelerimiz, ninelerimiz bizlere “her şeyin bir usul, bir yol yordam ve bir adabı var' diye öğüt verirken laf ola beri gele türünden olsun diye bize öğüt vermemişler, bilakis onların hayattan aldıkları o engin tecrübe birikimi kadın erkek ilişkilerinde yol yordamın olması gerektiğidir. Gelişi güzel ulu ortamlarda kadının bulunması kadının ruh dünyasını alt üst edeceği muhakkak. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’in “Cennet anaların ayakları altındadır” diye beyan buyurduğu hadis-i şerif tamda bu ruhun muhafazasına yönelik bir buyruktur. Bu ruhu koruyamayan bir kadın asla ayağı öpülür annelik konuma ulaşamaz. Yeter ki, tüm kadınlar bu ruh üzere hareket etsinler tüm evlatlar analarının ayağını altını öpmeyi kendine vecibe addeder de. Böyle addetmeyenlerse malum “özgürlük” havariliğine soyunaraktan kadını kadınlığından utandıracak her türlü adapsızlığı görgü kuralıymış gibi lanse edenlerdir. Üstelik lanse ederken de kendini elit görüp anne eli öpmemeyi çağdaşlık olarak addetmekteler. Bu neyin kafası, bu neyin çağdaşlığı doğrusu şaşmamak elde değil, aslında özgürlük dedikleri şey doymak bilmeyen nefsin gemi azıya alınıp ruhun tutsak kılınmasıdır. Şimdi sormak gerekir bu mudur çağdaşlık? Oysa bizim yerli kültürümüzde öyle köklü değerlerimiz var ki, insanı nefsin hegemonyasından kurtarıp azad etmekte. Ki, bizi nefsin tasallutundan azad edecek değerler ‘hayâ, iffet, namus, adap, usul, erkân’ gibi ulvi değerlerden başkası değildir elbet. Üstelik bu değerler toplumun en hassas yumuşak karnı da. Şöyle geçmişe uzanıp engin köklü kültür kodlarımıza baktığımızda, bu tabloda ceddimizin her hal ve şartlarda hiçbir şekilde bu değerlerden ödün vermediklerini görürüz. Mesela bir bakıyorsun ninelerimiz yeri geldiğinde kutsal addettiği değerler uğruna ‘Bacıyan-ı Rum’ kadın teşkilat yapısı içerisinde düşman süngüsüne karşı cansiperane duruş sergilemişler de. Örnek mi? İşte Aziziye Tabyasıyla abideleşen Erzurumlu Nene Hatun bunun en bariz örneğini teşkil eder.
Hakeza ninelerimiz gayet şunu da iyi biliyorlardı ki; İslamiyet asla kadına çalışma mecburiyeti yüklememiştir. İşte bu nedenledir ki ninelerimiz evin dışında çalışmak yerine sıcak yuvalarında çocuklarının ve torunlarının başında dine, vatana, millete iyi bir evlat yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Yetmedi gerektiğinde Aziziye Tabyasında abideleşen Nene Hatun gibi yuvasından çıkıp vatan savunmasına da iştirak etmişlerdir. Derken bizim kültür kodlarımızda var olan bu öz verilik “Saliha kadın” ifadesiyle karşılık bulup böylece ninelerimiz nesiller boyu evin kraliçeleri olarak adından söz ettirmişlerdir. İyi ki de adlarından bu şekilde söz ettirmişler, derken bizde bu arada böylesi bir kültür kodu anlayışı sayesinde yeryüzünde kaç aile varsa bir o kadarda kraliçe var demektir kültürünü adet edinmiş olduk. Öyle anlaşılıyor ki, kadına asıl değer katan evin baş tacı kraliçe oluşlarıdır. Nasıl ki, kraliyet ailenin kraliçesi çalışmak zorunda değilse, aynen bizim yerli kültürümüzde de evin kraliçesi çalışmak zorunda değildir. Kadın çalışmak mı istedi asla engel konulmaz, hatta çalışmaya koyulduğunda iş sahibine onu yücelik katacak iş verilmesi gerektiği hatırlatılır, asla kadınlık ruhuna herhangi bir gölge düşürecek çer çöp işlerden mümkün mertebe uzak kalması sağlanırdı, icabında memurluk işi de verilmezdi, müdüre olması uygun görülürdü. Nitekim Hz. Ömer (r.a)’ın halifelik döneminde kadının müfettişlik ya da müdüre gibi görevlere layık görülmesi kadına ne derece önem verdiğimizin bariz göstergesidir.
Anlaşılan o ki, bizim yerli kültürümüzde evin geçiminden birinci derecede erkek sorumludur, tabii bu arada erkek eşinin iffet ve namusunu koruma sorumluluğunu da üstlenmek zorundadır. Çünkü İslam kadına hiçbir beşeri sistemin veremeyeceği değerde 'Saliha hatun' makamını layık görmüştür. Dolayısıyla paha biçilemez böylesi manevi bir makamın her halükarda korunması gerekmektedir. Yeter ki, bir kadın Saliha hatun özelliklerini ruhunda taşısın, bak o zaman o kadın evin gül kokusu, gül neşe kaynağı olması bir yana, Rabia’tül Adeviyye’nin (Hanım evliya) varisi hükmünde talebesi olmaya hak kazanır da. Elbette ki ulvi makamlar gökten zembille inmez, bilakis bu makamlar İslam'a bağlılık ölçüsünce verilir. Günümüzde bu nasıl kadın hakları savunuculuğuysa kendilerine örnek aldıkları Avrupa’da hala çer çöp işlerinde çalıştırılan kadınlar vardır. Acı ama gerçek, öteden beri vahşi kapitalizmin insanlığın önüne koyduğu tablo budur. Böylesi vahim bir tabloyu insanlığın önüne koydular da ne oldu, güya kocasına karşı ekonomik özgürlük kazandığı söylenen kadın bir bakıyorsun bizatihi kendisi aile bağlarını zayıflatan etken unsur hale gelmiştir. Neyse ki, kadın geçte olsa içine düştüğü perişan halini fark edebilmiştir. Zaten durum vaziyet fark edilmeyecek gibide değil, baksanıza tüm dünya sathında tüketim çılgınlığının tetikçisi vahşi kapitalizmin ortaya koyduğu o ağır çalışma şartlarından bitap hale düşmüş kadınların bu halleri öyle yüz ifadelerinden o kadar kendini belli ediyor ki; ‘Ah bir emekliliğim gelse de biran evvel yuvama dönsem’ derdindedirler. Şimdi sormak gerekir, yaşadığı hayattan bezmiş bir kadın ah çekmesinde ya kimler çeksin, hele bir kadın vahşi kapitalizmin ağına düşmeye görsün bu ağdan çık çıkabilirse. Ah zavallı kadınlar, meğer tüketim çılgınlığı uğruna itile kalkıla bir oradan bir oraya sürüklenerekten ne hale düşmüşler de sanki haberimiz olmamışcasına ya da ortada hiçbir şey yokmuşçasına davranmışız hep. Erkeğin sorumluğunda olması gereken birçok ağır görevleri kadınların omuzuna yüklemişiz maalesef. Bilerek ya da bilmeyerek kadınlarımızın birçoğu gelinen noktada onca ağır yükün altına girdiklerine bin pişman olmuşlar olmasına ama iş işten geçmiş olduktan sonra son pişmanlıkları ve son ahu vahları hiçbir fayda etmeyecektir. Dahası son çırpınışlar kanayan yaraya da merhem olmaz. Allah aşkına şu düştüğümüz hale bir bakar mısınız, kadınlarımızın büyük çoğunluğu evinden koparılarak hayata küsmüş buruk bir haletiruhiye içerisinde bütün gün çoluk çocuğundan koparılmışlığın sancısını yaşıyorlar. Onlar bu sancıyla hayatlarını idame ederken, bir takım aklı evvel sözde kadın hakları savunucuları pişkin bir vaziyette yüzümüze karşı birde şunu demezler mi; “Aman efendim artık modern dünyada yaşıyoruz, kadın erkek eşitliği var, erkek ne iş yapıyorsa kadında aynısını yapmalıdır.” Oysa kadın erkek eşitliğinden illa ki söz edilecekse de hiçbir şekilde cinsiyet kıyası yapmaksızın sırf insan olmanın şeref ve haysiyetinin hak hukukunu gözetecek bir eşitlikten söz etmek daha inandırıcı kadın hakları savunuculuğu olacaktır. Şayet insan haysiyet ve şerefini gözetip kollayan hak hukuk eşitlik ilkesi esasına göre bir bakış açısıyla meselelere insani yönden yaklaşırsak hiç kuşkusuz her iki cinsiyet açısından da bir ömre bedel diyebileceğimiz kıymet değer ödüllendirme ve kıymet değer eşit muameleye tabii tutmak olacaktır. İşte böylesi hak hukuk eşitliğin dışında şu iyi bilinsin ki; kadın kadındır, erkek erkektir. Zira Yüce Allah (c.c) “Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi, kadınlarında onların üzerinde (hakları) var” (El-Bakara, 228) diye beyan buyurmakla kadın erkek eşitliğinde tek alınacak kıstasın hak ve hukuk noktası olduğuna işaret etmektedir. Bu yüzden hiç kimse kadın hakları savunuculuğu hususunda sırça köşkünden oturduğu yerden ahkâm kesip bize akıl vermeye kalkışmasın, bizler sadece Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerimde beyan buyurduğu ahkâm-ı şer’iyye neyse ona göre hareket ederiz. Nitekim Kur’an’da zikredilen işaret edilen ahkâm ayetlerden hareketle hak hukukun dışında asla cinsiyetler arası fiziki ve psikolojik farklılıkları eşitlemeye kalkışmayız. Zaten eşitlemeye kalkışsak da eşitleyemeyiz, baksanıza insan dünyaya daha doğa gelmeden tâ baştan doğum öncesi ve doğum sonrası farklılıkları söz konusudur. Şöyle ki; doğumda kız çocuğu erkek çocuğa nazaran yaklaşık on gün önce dünyaya gelirken doğum sonrasında ise kız çocuklarının erkek çocuğa göre erken diş çıkardığı ve erken konuşup yürüdüğü bilinen bir vakadır. Keza her şey göründüğü gibi olmayabiliyor da. Nasıl mı? Mesela kız çocuklarının beyinleri küçük olmasına küçük ama bir bakıyorsun erkeklere göre iki yıl öncesinden buluğa erip hayat koşusunda erken yol aldıklarını gözlemlemekteyiz. İşte görüyorsunuz bu bilinen gerçekliklere rağmen hala bir takım sözde kadın erkek eşitliği savunucuları bu bilinen fıtri farklılıkları gözden kaçırmış gözüküyorlar. Onlar fıtri ve fiziki farklılıkları gözden kaçıra dursunlar bizim için kıstas kabul edeceğimiz esasın “realite tam eşitlik kabul etmez” gerçeğidir.
Evet, realite asla eşitlik kabul etmez. Nasıl mı? Şayet realitede tam eşitlik kabul görseydi beş parmağın beşi de eşit olması gerekirdi. Besbelli ki, Yüce Allah’ın cümle âlem içerisinde yarattığı her ne varsa maddi ve manevi boyutuyla iyi analiz edildiğinde eşitsizliğin eşitlik olduğu görülecektir. Düşünsenize beşeri ilişkilerde tam eşitlik söz konusu olsa herkesin ya efendi, ya da herkesin köle olması icab ederdi. Şimdi bu veriler ortada iken birileri kalkıp hala eşitlikten dem vuruyorsa, pes doğrusu. Dedik ya, illa eşitlikten dem vurulacaksa da eşitliği insan olmanın erdemliliğinde, insan olmanın şeref ve haysiyetinde, insan olmanın hak hukukunda bu eşitliği aramak gerekir. Hele ki ‘Hepimiz insanız’ düsturunu ilke edinmiş bir insan kadının fiziki yönünden ziyade ilk evvela kadının onurunu ve namusunu düşünmek zorundadır. Zira Allah Resulü (s.a.v) bu hususta; “Kadınlarınıza eziyet vermeyiniz, onlar yüce Allah'ın sizlere emanetleridir. Onlara karşı yumuşak olunuz. Onlara iyilik ediniz” diye beyan buyurmakta. Madem, Allah Resulü bu şekilde ferman buyurmuş, o halde bize düşen kadınların hak ve hukuklarını ihlal etmemek, haysiyet ve namuslarına halel getirmemektir. Bakmayın siz öyle bir takım feminist grupların ikide bir kadın haklarından dem vurmalarına, bikere onlar kadın hakları konusunda samimi olsalardı vahşi kapitalizmin servis ettiği sahte feminizm sloganına can kurtarıcı simit olarak sarılmazlardı. Yediden yetmişe herkes bilir ki, vahşi kapitalizm tüketim çılgınlığına dayalı ekonomik çarkın işletilmesinde kadını iliklerine kadar sömürüp kendi kaderiyle baş başa bırakmıştır. Hatta bu arada yetmedi körpecik çocukları da sıcak aile ortamında annelerinin kucağından kopartıp kreşlere mahkûm etmiştir. Ne diyelim, işte görüyorsunuz sermaye baronları sanayileşmeyle, endüstriyel devrimleriyle övüne dursunlar, gerçek şudur ki işleyen sanayi çarkın dişlerinde ve kollarında kadınların her biri meta olarak kullanılmaktadır. Maalesef insanlık tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişteki emeği ucuzlatan kapital sermayenin doymak bilmeyen hırs ve ihtiraslarının tek değer olarak damga vurduğu tüm ülkelerde o günden bugüne annelerin ninnisine eşlik eden çocuk ağlayışına ve sesine hasret kalmış durumdadır. Düşünsenize artık, çocuklar annelerinden işiteceği ninni bebeğim şarkısını, sevgiyi ve merhameti kreşlerde talim eyleyerek teselli bulmakta. Oysa anne sevgisinin yerini hiç bir şey karşılayamamaktadır.
Evet, kapitalizm kadını endüstriyel hayata dâhil etmekle emeği ucuzlatmış ucuzlatmasına ama bu arada işleyen sanayi çarklarının dişleri arasında kadını ezivermeyi de ihmal etmemiştir. Birde üstüne üstük bunun adına da ‘kadının ekonomik özgürlüğü’ deyip işi geçiştirivermişlerdir. Bu nasıl ekonomik özgürlük adlandırması ya da bu nasıl emek ucuzlatmaksa erkekler soluğu meyhanelerde, köprü altlarında, yer altı mafya dünyasında alarak heder edilirken kadın da kendini endüstriyel çalışma hayatında soluğu sanayinin çark dişleri arasında alarak heder edilmekte. Ne diyelim, işte görüyorsunuz vahşi kapitalizm budur. Hakeza komünizmde öyledir, bu ideolojide kadını bir ekonomik vasıta, bir proletarya kadın olarak görmektedir. Hatta daha da ileri gidip aile kavramına bir de reddiye döşemekten de geri durmamışlardır.
Hadi tüm bunlar neyse de asıl bizi endişelendiren husus kadının çalışıp çalışmaması değil, bizi endişelendiren asıl husus bizden sonraki kuşakların sevgiden mahrum edilişidir. İşte tüm endişemizin kaynağı bu noktada düğümlüdür. Ki, bizim bu noktada tek dileğimiz ve tek beklentimiz kadının yuvasında dine, vatana, millete faydalı evlat yetiştirmesidir. Bilhassa engin köklü kültürümüzden aldığımız ilhamla şayet kadından beklenen tek kriter evin dışında çalıştırılması ise; buna gönlümüz asla razı olmaz, kadın için yavrusunu sarıp sarmalayacağı sevgi ve şefkat ortamı en ideal çalışma alanıdır zaten. Zira dâhileri bağrından çıkaran yaşadığı toplumdan ziyade ana kucağı, ana şefkati, ana yüreğidir. Bakınız bu hususta Fransızlara isnad edilen bir atasözünde şöyle denilmekte: “Büyük adamlar, büyük kadınların eserleridir.” Gerçekten de tarihe baktığımızda deha şahsiyetler eli ve ayağı öpülesi anaların eseridir.
Peki ya, gelinen noktada dünyanın düştüğü şimdi ki durum nasıldır derseniz, malumunuz günümüz dünyasında kadın kaybettiği ruhunu tekrar geri almak için uğraşmakta, adeta yuvaya nasıl dönebilirim hasretiyle çırpınmakta. Hem nasıl çırpınmasın ki, çağımızda habire reklamı yapılan matmazel veya proletarya tipi kadın tanımlamaları kadına itibar katmadı, katmaz da. Şayet kadına bir model tanım aranıyorsa, başka yerlerde adres aramaya gerek yoktur, bizim kültürümüzde tanımlanan “Saliha hatun” kadın tipi modeli kadına kadınlığını kazandırmaya fazlasıyla yeter artar da.
Biz biliyoruz ki; Saliha hatun ev işlerini bir zorunluluk icabı değil, ibadet şuuruyla yapan kadın demektir. Üstelik Müberra dinimiz kadını ev işlerini yapmakla zorunlu kılmamış da. Kadın ister yapar, ister yapmaz, asla yapmaya mecbur tutulamaz. Gerektiğinde hanım kocasından ev işlerini yürütecek ücretli eleman talep edebiliyor. Kadın, evin dışında çalışacaksa da dışarda meşru olan her ne iş ya da her ne meslek varsa icra etme hakkına da sahiptir. Ancak yine de kadının kendini evine adaması daha kabul gören bir husustur. Nitekim Müberra dinimiz kadına camide ibadet zorunluluğu, cuma namazını eda etme ve savaş yapma mecburiyetini de şart koşmamıştır, sadece kadın dilerse yapabilir hükmünü ortaya koymuştur. Dinimiz kadını o kadar baş üstünde tutuyor ki, çalışan bir kadının kazancının kendisine aittir hükmünü veriyor. Yani bu demektir ki, kadın çalışarak elde ettiği kazancını kocası için veya evin iaşesine harcamak mecburiyetinde değildir. Zira evin geçiminde birinci derecede ki sorumluluk erkeğindir. Keza ailenin birliği ve dirliğini koruyup kollamak ve akla gelebilecek her türlü tehlikelere karşı göğüs germekte erkeğin sorumluluğundadır. Oldu ya, erkek bu üstlendiği görevi ihmal etti, bu durumda kadın dava açma hakkına sahiptir. Ya da erkek ailesine gerektiği kadar sahip çıkmadı, dünyanın sonu değil ya, bu durumda derhal devletin şefkat eli devreye girmek zorundadır. Nasıl mı? Bikere devlet evvela kocayı nafaka vermeye zorlamalı, gerektiğinde malı mülkü ne varsa satma kararı almalı, yok eğer koca ölür veya çalışamaz durumdaysa bu noktada devlet kendini aile reisi olarak addeder. Peki ya, devlette aileyi yüzüstü ortada bırakırsa, elbette bu durumda kadının devlete dava açma hakkı vardır. İşte görüyorsunuz İslam adaleti budur, devlete bile dava yolu açarak aileyi korumaya alan Müberra bir dindir.
Bu arada şöyle bir soru akla gelebiliyor: Koca öldüğünde kadın tüm haklardan mahrum edilir mi diye. Şu bir gerçek dul kalmak her kadının başına gelebilecek muhtemel dâhilinde bir alın yazgısıdır. Burada önemli olan bu alın yazgısı vuku bulduğunda bundan sonraki hayatını işi uhuletle ve suhuletle yürütebilmek çok mühimdir. Aksi halde bu yazgı kâbusa dönüşen bir yazgı olur. Kaldı ki İslam'da dul bir kadına kâbus hayatı yaşatacak bir miras paylaşımına asla geçit verilmez. Nitekim dul kalan bir kadın sadece kocasından kalan mal mirasına değil, kendi ebeveynlerinden kalan mal mirasına da varistir. Örnek verecek olursak, bu varislik kendi ebeveyninde kalan bir malsa erkek kardeşinin yarısı kadar hak sahibidir. Şayet bu varislik koca tarafından bir varislik ise bu durumda dul bir kadın, kocasının altsoyuyla birlikte yani çocuklar ve kendisi olacak şekilde mirasa dâhil olaraktan mirasın ancak ¼ (dörtte biri yani çeyreği) üzerinden hak sahibi olur. Kaldı ki burada kadın sadece ¼ lük mal üzerinden değil aynı zamanda kocasından düşen mihr’e de hak sahibidir. İşte genel hatlarıyla örneklendirmeye çalıştığımız miras paylaşımından elde edilen hak ediş bize gösteriyor ki; Müberra dinimiz kadını öyle kolay kolay kurda kuşa yem etmeksizin ta işi başından itibaren ekonomik yönden güvence altına almıştır. Keza İslam’da annenin yanı sıra çocuklar da ekonomik güvence altındadır. Şöyle ki, erkek çocukları akıl baliğ olana dek babanın sorumluluğunda ekonomik güvence altında iken kız çocukları da evleninceye dek babanın sorumluğunda güvence altındadır. Şayet kız evladı evlenemeyip babası da hayatta yok ise bu kez “Yetiş ya Hızır ” misali devletin şefkat ellerine teslim edilir. İşte gerçek anlamda ekonomik güvence ve ekonomik özgürlük budur. Anlaşılan o ki; bu ve buna benzer birçok uygulamalar bize şunu gösteriyor ki, İslam çağları aşan evrensel üstü ‘hak-hukuk-adalet’i gözeten Müberra bir dindir.
Velhasıl-ı kelam; kapitalizmin burjuva tipi kadın modellemesiyle komünizmin proletarya kadın tipi modellemesi bize çok yabancıdır. Hiç kuşkusuz bize yabancı olmayan modelleme, buram buram annelik şefkatiyle evinde çocuklarına yüreğini ve sevgisini akıtan fedakâr “Saliha hatun” tipi modellemesidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kadin-ve-is-h ... ,4836.html
En son alperen tarafından 02 Nis 2021, 09:40 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Re: slm
Örtünmesine örtünen var, ama dikkat edilmediği de bir vaka. Üstelik dikkat çekmek için örtünme de sözkonusu, dolayısıyla örtünmemiş oluyorlar.
Allah razı olsun çok güzel bir anlatım...başlık mükemmel uymuş...konunun bütününde de zaten başörtünün asaletinden bahsediyor....
Allah razı olsun çok güzel bir anlatım...başlık mükemmel uymuş...konunun bütününde de zaten başörtünün asaletinden bahsediyor....
Re: slm
İLGİNİZ İÇİN TEŞEKKÜRLER.ALLAH RAZI OLSUN.