MUHSİN YAZICIOĞLU NE DEDİ?

İslami İçerikli Makaleleri Paylaşabileceğiniz Alan

Moderatörler: ucharfbesnokta, Ertugrul

Cevapla
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

MUHSİN YAZICIOĞLU NE DEDİ?

Mesaj gönderen alperen »

MUHSİN BAŞKAN VE İSTİŞARE
SELİM GÜRBÜZER

Muhsin Başkan bizim gerek gençlik gerekse olgun yaşlarımızda hep Başkanımız olarak bildik. Gençlik yıllarımı doğup büyüdüğüm Bayburt’ta, üniversite gençlik hayatımı mezun olduğum Erzurum’ Atatürk Üniversitesinde, ilk memuriyetimi İstanbul Sultanahmet Sağlık Eğitim Merkezinde ve memuriyetimin ikinci basamağını Balıkesir Sağlık Eğitim Merkezinde geçirdiğim yıllar içerisinde kendisini zahiren görme hiç nasip olmamıştı. Ta ki Ankara’ya naklen atamam gerçekleşti, hele şükür işte o zaman kendisini sık sık görme şerefine nail olabildik. Hele o’nun “Allah Resulünün hakikatleri dışında liderde teşkilatta tartışılır” diye yeni oluşumun fitilini ateşleyip Ankara Söğütözü’nde Büyük Birlik Hareketine start verdiği andan itibaren hiç tereddütsüz bu yeni oluşum içerisinde bizimde çorbada tuzumuz olsun düşüncesiyle halis niyetle hareketin fikriyatını ortaya koyan Nizam-ı âlem dergisi, Alperen Dergisi ve Gündüz Gazetesine yazdığım yazılarla destek vermeye çalıştım. İşyerimin Ankara Beşevler’de olması avantajıyla hemen her gün iş çıkışı Ankara Sıhhiyedeki Sağlık Bakanlığının arka sokağında BBP Genel Merkezine uğramadan eve gitmezdim. Derken iş çıkışı ve hafta sonları bu uğrayışlar sırasında bazen Muhsin Başkanı Genel Merkeze girişlerinde ya da çıkışlarda karşılaşıp göz göze geldiğimiz çok olurdu. Bir defasında da göz göze gelmenin ötesinde BBP Genel Merkezde Selçuk Özdağ'la karşılaştığımızda elimden tutup Başkanın makamında beni Gündüz Gazetesinde Sivil Toplum, Sivil Katılım, Sivil İnisiyatif gibi konularda kalem oynatan yazar olarak tanıttığında zahiren tanışmış oldukta. Tabii Muhsin Başkan bu tanışıklığımızın akabinde hem Selçuk Özdağ’la hem de benimle istişare edip partinin bu tip yeni söylemlere çok ihtiyacının olduğunu dile getirip bundan sonra ki yazacağım yazılar noktasında beni daha da bir motive etmiş oldu.
Muhsin Başkanla sadece Genel Merkezde mi karşılaştık, elbette ki hayır manevi soluk aldığımız ortamlarda da karşılaştığımız çok oldu. Ankara Etlik semtinde oturmam hasebiyle Ankaralı iş adamı rahmetli Abdulkadir Özcan’ın oğlu Sabri Özcan'ın Muhsin Başkanı evine davet ettiğinde bir akşam Etlik sofileriyle birlikte istişare edişinde de bir arada bulunuşumuz söz konusudur.
Evet, Genel Merkez, ev ortamı derken kimi zamanda Muhsin Başkanı rahmetli Seyda Hz.lerinin Ankara Pursaklar semtinde yaptırdığı camiye teşriflerindeki yıllarda aynı manevi atmosferi bir arada soluduğumuz da oldu. Hakeza Seyda Hz.lerinin vefat sonrası Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin Pursaklara teşriflerinde ki ziyaretlerinde de öyle oldu hep.
Yine bir gün hiç unutmam ailece Hasan Sağındık’ın adına Orta Asya sentez dediği o güzel tadımsı müzik tınısıyla şenlendirdiği Ankara Altın Park Anfi de düzenlenen il parti kongresine gitmiştim. İşte bu kongrede bir fırsatını bulup çocuk yaşta oğlum Ahmet Alperen ve kızım Merve Nur’la birlikte ön sıralarda oturmakta olan Muhsin Başkanın yanına vardığımızda çocuklarımın hatırını sorup bağrına basması beni benden almaya yetmişti. Bundan daha da öte Seyda Hz.lerinin vefatıyla Türkiye’nin dört bir yanından Menzile gelen insanların oluşturduğu mahşeri kalabalık içerisinde tahta merdivenlerle dükkânlardan birinin damına çıktığında cenazenin uğurlanışındaki seyre dalışı da hiç unutamayacağım anılar arasındadır.
Bu arada Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte Gündüz Gazetesinde her vefat yıldönümünde yayınlanan yazılarla yâd etmeyi kendime borç bilip ihmal etmedim de. Ama ne var ki ilerleyen yıllarda bir ara gazete yönetiminin değişmesiyle birlikte yazılarımın kesintiye uğraması fena halde canımı sıkmıştı. Öyle ki şikâyet etmeyi hiç sevmediğim halde bu durumu Muhsin Başkana açıklamam gerektiği duygusu ağır bastığında, Genel Merkezin üst katında özel kalemden rica edip içeriye girdiğimde rahmetli Seyda Hz.lerinin yeğeni S. Saki Erol’da oradaydı. Tabii ilk olarak Seyyidimin elini öpüp yanına oturduğumda, Muhsin Başkanımın gözünden süzülen o memnuniyet ışıltısı bir başkaydı. Belli ki makamına girişimde ilk olarak kendisini değil de Ehl-i Beyt neslinden Seyyidimi ziyaret ediyor olmam çok hoşuna gitmişti. Derken hiç sevmediğim şikâyet konusunu dile getirmeden müsaade isteyip öyle ayrıldım huzurdan. Tabii huzurdan çıktığımda o zamanlar vakıf başkanı, aynı zamanda İstanbul Milletvekilliği de yapmış olan Hasan Sert'le özel kalem odasında karşılaştığımda meğer Seyyidime eşlik etmek için bekliyormuş. Hasan Sert'in dikkatini çekmiş olsa gerek ki bana:
“- Bu ne hızdı, sanki girdiğinle çıktığın bir oldu, bu ne iştir?” sordu.
Cevaben;
- Seyyid Saki oradayken bize dünya kelamı dile getirmek doğru olmazdı, kaldı ki Seyyidimi ve Başkanımı bir arada gördüm ya bu bana yetmez mi dedikten sonra vedalaşıp sevinç içerisinde adeta çocuklar gibi şenlenip soluğu evde aldım. Nasıl çocuklar gibi şenlenmeyeyim ki, biri Koca Reis kabul ettiğim Muhsin Yazıcıoğlu Başkanım, diğeri gönlümüzü aydınlatan ışık olarak gördüğüm rahmetli Seyda Hz.lerinin yeğeni Gül neslin evladı S. Saki, gel de neşelenme. Nitekim kendimi eve attığımda yüzümde ki o neşe halim ev ahalisinin de gözünden kaçmaz. Ve ev ahalisi hayırdır çocuklar gibi şen halin var dediler. Bunun üzerine;
-Nasıl şen olmayayım ki o iki güzide şahsiyeti bir arada gördüm dedim.
Her neyse günler günleri kovalarken Muhsin Başkanla son buluşma diyebileceğimiz yıllar gelip çatmıştı ki; o yıl şahadetine 2 ay zaman kala bir cenazenin otopsisi için o dönem Genel Başkan Yardımcısı Yalçın Topçu (Muhsin Başkanın vefat sonrası Genel Başkan, bir ara Kültür Bakanı, şimdiyse Cumhur Başkanı Başdanışmanı olan) ile birlikte Ankara’nın Keçiören semtinde Adli Biyolog olarak çalıştığım Adli Tıp Kurumu Biyoloji İhtisas Dairesine geldiği yıldı. Dairemize gelip şeref verdiğinde yeniden hasbıhal etme şerefine nail oldum. Sanki vedalaşma için gelmişti. Gündüz Gazetesinde yazılarımın kesilmesinin ardından kendimi siyasi alandan epey zamandır uzak tutmuşluğumdan dolayı Muhsin Başkanla yaklaşık 7 sene zahiren gözden ırak kalmıştım. Sen misin gözden uzak kalan Biyoloji İhtisas Dairesine geldiğinde daha göz göze gelir gelmez bana ilk söylediği cümle:
“- Gözlerinin içi hala gülüyor” demek olmuştur. Her ne kadar biz gözden uzak kalsak da o bizi unutmadığının ifadesi bir cümledir bu. Hatta çocuklarımı bile unutmamış, öyle ki o sarf ettiği cümlenin akabinde hemen çocuklarımın ahvalini sordu. Bende oğlumun üniversiteye hazırlandığını, kızımın ise katsayı mağduru olduğu için ancak puanının kendi dalında İlahiyata yettiğini şimdi İsparta’da okuduğunu söyledim. Bunun üzerine derin bir of çekip;
“Evet, katsayı meselesi bizim kanayan yaramızdır, inşallah her çilenin ardından pembe şafaklar doğacak günlerde gelir elbet” deyip teselli etmeyi ihmal etmez de. İşte hoş beş sohbetin ardından İhtisas Dairemizden ayrılacağı sırada uğurlamak istediğimde;
“-Bak sizler memursunuz, olmaz” dese de dayanamayıp;
“-Başkanım öyle şey mi olur buraya kadar zahmet edip gelmişsiniz, bize uğurlamak düşer dedim. Ve kucaklaşıp makam arabasıyla Adli Tıptan ayrıldığında bu son bakış, son el sallayış ve son göz göze gelişimdi zaten. Gerçekten de o uğurlayıştan iki ay sonra Kahramanmaraş’ın Karlı Dağlarından gelen şehit haberi yüreğimizi sızlatsa da o şimdi Taceddin Dergâhının yanı başında gönül tahtında.
Hâsılı Kelam; Hasan Sağındık'ın dediği gibi “Muhsin Başkan dünyada iken siyaset yapıyor gözüküp aslında Veli şahsiyet karakterdir.” Madem öyle Seyda Hz.lerinin vefatının ardından Kamer Vakfı Bülteninde yayınlanan bir röportajda Veli karakter abidesi Muhsin Başkanın Seyda Hz.leri ile olan hatıralarına ve istişaresine hep birlikte bir göz atalım. Bakın Muhsin Başkan Seyda (k.s) ile olan istişaresi için ne diyor?

— Sayın Yazıcıoğlu, Seyyid Muhammed Raşid Erol (k.s.) ile ilgili ilk karşılaşmanızı anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Kendisini 1970'li yıllarda uzaktan görmüştüm. O zamanlar çok yakın bir temasımız olmamıştı. Ancak, 1987 yılında Menzil'de kendisiyle görüşmek nasip oldu. Kendisiyle uzun uzun göz göze geldik. Elbette o manevi derinliği ve manevi atmosferi daha ilk bakışta yaşadığımı söyleyebilirim. Benim ilk karşılaştığımdaki intibaım hep tasavvuf kitaplarında okuduğumuz ama ulaşamadığımız, yaşayamadığımız, hissedemediğimiz güzel duyguları yaşama ve hissetme durumunda oldum. Orada benim yarım saatlik hemen hemen yarısı sessiz geçen, bir o kadarı da çeşitli konularda görüşlerine başvurduğumuz ve dinlediğimiz an olarak geçti. Akşam kendilerinin emirleri üzerine bizi Mübarek Divanı'nda misafir ettiler.
— Efendim, bu esnada sizin M. Yazıcıoğlu olduğunuzu biliyorlar mıydı?
M. Yazıcıoğlu: Çevredeki sofiler benim olduğumu söylediler. Ama ben cezaevinde iken manevi olarak da irtibatımız oldu. Bazı sofi kardeşlerimiz aramızda haber akışı sağladı. Bu sebeple bizi hem ismen biliyordu, hem de biz cezaevinde iken muhtaç olduğumuz dualarını daima aldık. Kendisine misafir olduğumuz gecenin sabahında, namazdan sonra camiinin dışında büyük bir kalabalık toplanmıştı. Kendileri kalabalık içinden geldi ve beni çağırdı. Bir kenara geçtik. Elini omzuma koydu ve bana güzel bir hikâye anlattı.
— Hikâyeyi dinleyebilir miyiz?
M. Yazıcıoğlu: Buyurdular ki:
''Bir zatın iki tane oğlu varmış. Kendisi vefat ederken bunlara üç küp altın bırakmış. Çocuklarına ''Bu küp altınların birer tanesi sizin. Üçüncüsü de dünyanın en ahmak adamının'' diye vasiyet etmiş. Babalarının vefatından sonra bu iki kardeş çok yer dolaşmışlar. Kimi bulsalar bundan daha ahmağı çıkar düşüncesiyle dolaşıp durmuşlar. Çünkü dünyanın en ahmağını arıyorlar. Küçük kardeş bir şehirden geçerken bakıyor ki, bir zatın sakalının bir tarafını yülümüşler, bir tarafı duruyor. (Hatta o, sakalın bir tarafını yülümüşler sözünü söylerken mübarek biraz düşündüler. Tıraş kelimesi sonra aklına geldi, ondan dolayı gülmüştü...) O adamı ayrıca merkebe ters bindirmişler. Kuyruğunu da eline vermişler. Boynuna tezek takmışlar, etrafına çıngıraklar asmışlar. Ve kendisini def, davul çalarak, halkın arasında dolaştırarak rezil rüsva etmişler. O zaman bu küçük kardeş oradaki insanlara sormuş; Bu adamın ne suçu vardı da bu kadar eziyet ediyorsunuz? Cevaben; herhangi bir suçu yokmuş demişler. Bir suçu olduğundan dolayı değil bizim burada adet olduğu için yapıyoruz. Küçük kardeş nedir âdetiniz demiş. Cevaben; bu adam buranın valisi idi. Belli bir süre valilik yapar sonra süresi dolduğu zaman bunu tahtından indiririz. Halkın arasında böyle dolaştırırız. Öbürünü de Törenle tahtına oturturuz dediler. Bunun üzerine küçük kardeş; peki şimdi tahtına törenle oturttuğunuz süresi bittikten sonra aynı bunun gibi halkın arasında dolaştırılacak mı diye sormuş. Onlar da evet demişler. Küçük kardeş hemen eve gidip babasının vasiyet edip verdiği bir küp altını alıp gelmiş. Getirip valinin önüne koymuş. Valiye, bu küp altın babamın vasiyeti üzerine sizin şahsınıza aittir. Yani devlete ait değil. Siz kendi şahsınıza kullanacaksınız. Vali, ama ben sizin babanızı tanımıyorum demiş, küçük kardeş evet, babam da sizi tanımazdı. Zaten bize vasiyet etti ki, dünyanın en ahmağını bul ona ver diye. Vali hiddetle oturduğu koltuğundan kalkmış ve demiş ki, ben koca bir valiyim. Nasıl olur da dünyanın en ahmağı olurum. Küçük kardeş, sizin bir sene sonranızı görüyorum. Bu valilik dönemi bittikten sonra size şöyle şöyle yapmayacaklar mı, sen kendin de böyle olacağını biliyorsun. Bunu bile bile buraya oturmak ahmaklık değil mi demiş.
Bu hikâyeyi anlattıktan sonra elime omzuma vurdu. Dedi ki:
''Manevi rütbelere talip ol. Yoksa insanlar alkışlarlar sonra da taşlarlar. İnsanlara güvenme, önemli olan manevi rütbelere talip olmaktır...''
Tabii ben o zaman acaba siyasete hiç bulaşma anlamında mı söylüyor diye düşündüm. Kendilerine bir vakıf kurduğumuzu söyledik. Vakfa çok sevindi. Vakıf faaliyetlerinin yararlı olduğunu ifade etti. Ayrıca siyasi düşüncelerimi kendilerine aktardım. Bize ''Bu işin çilesini, sıkıntısını çekmişsiniz. Bu sizin bileceğiniz yanıdır. Faydalı olabileceğinize inanıyorsanız yapabilirsiniz.'' dediler. Yani o zaman siyasetin acımasızlığını, insanların güç ve kudrete karşı zaaflarını dikkate alarak siyaset yapmamız gerektiğini ifade ettiği manasını çıkardım.
— O günden bu güne birçok görüşmeleriniz oldu. Bu görüşmelerden size kalan hatıralarınızı ve kendisinin tavsiyelerini anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Tabii bunların bir kısmı söylendiği yerde kalması gereken hatıralar, yaşadığımız anda kalması gereken hatıralardır. Ama ben kendisinden hep güç bulmuşumdur. Bizim için manevi bir kuvvet olmuştur. Yalnız üzüldüğüm bir yanı var, o da son Ankara'ya gelişlerinde kendilerini Pursaklar'da ziyaret ettiğimizde bizi akşam eve davet etmişlerdi. Akşam biraz geç olduğu için istirahata çekilmiş olduğunu düşünerek, evi arayıp rahatsız etmek istemediğimizden gidemedik. Bir daha görüşmek de nasip olmadı. O akşam gidemediğimiz için hala üzülüyorum.
— Evet efendim...
M. Yazıcıoğlu: Siyasi Karar Kurultayımızdan önce Türkiye'de bildiğimiz gönül dostlarını ziyaretlerimiz oldu. Bunlara gayretlerimizi anlattık. Yani aklımız ve baş gözümüzle tayin ettiğimiz hedefleri bir de gönül dostları nasıl görüyor diye düşünerek bu zatlarla meşveretlerimiz ve danışmalarımız oldu. Bu meyanda Seyda (k.s) ile de hassaten görüşmüştük. O görüşmemizde kendisi ''Toplayın, toplansınlar, konuşun, tartışın, orası nasıl karar alırsa öyle hareket edin'' dediler. Hatta yakından ilgilendiler. Ne kadar insan toplanabilir ve kalabalıklar nasıl olur hususunda sorular sordular. Kurultay sonrasında kendilerine kamuoyunun beklentilerini anlattık. Kamuoyundaki birlik hususundaki özlemleri aktardık. Bu hususta kendileri de ihlâsınızı bozmayın siz, ihlâsınızı bozmamak kaydıyla birliktelikler yapabilirsiniz. Ama birlikteliğiniz ihlâsınızı bozacaksa o zaman kendi istikametinizde devam edin gibi görüşler ortaya koydular.
— Son cümle olarak neler söylemek istersiniz?
M. Yazıcıoğlu: Baktığımız zaman gönlümüzü rahatlatan, manevi hazzımızı artıran, bize manevi iştah getiren bir Mürşidi Kâmil'di. Dolayısıyla bizim manevi dünyamıza çok güzel, tarif edemeyeceğimiz tesirleri var. Allah ondan razı olsun. Seyda (k.s) Hazretleri ve cümle Allah dostları bizim manevi ışıklarımızı. Biz onlarla görebiliyoruz. Onun bu âlemden ebedi âleme gidişi bizi çok üzdü. Allah dostları her zaman manevi tasarruflarıyla da bizi kuşatırlar. Cisimleri yanımızda olmasa da bize manevi rota verirler. Onlar birlik sembolüdür. Onlar tevhidin nurlu aynalarıdırlar. Biz onlardan yansımalar alırız. O, gönüller sultanı idi. O Sultan-ı Müslim’indi. O şimdi Allah'a ve Allah'ın sevgilisi Hz. Resulullah (s.a.v.)'a kavuştu.
Allah rahmet eylesin.
Kaynak:Kamer Vakfı Bülteni.


Yusufiyeden bir ışık: Ahmet Selçuk Özdağ

Bu işin çilesini çekenlerden, Yusufiye diye adlandırdıkları mahpuslarda MHP davasında yargılananlardan Ahmet Selçuk Özdağ’da bakın neler diyor o Gönül Sultanı için:
İnsanlığın gönül dünyasını yıllar sonra aydınlatma görevi verildiğini mana âlemi biliyor, fakat insanlık henüz bilmiyordu...
Yıllarca hiç bıkmadan zahirî ve Batıni ilimlerin müdavimi oldu, her zaman ve zeminde kendisini Allah'a (c.c.) kulluğa ve Allah yolunun yolcuları sadatlara (K.S.) hizmete vakfetti ve Ümmet-i Muhammedin dertleriyle inledi, inledi durdu...
Babası S. Abdulhakim El Hüseyni (K.S.) Hazretlerinin dergâhında nefis terbiyesi altında iken, herkesin uykuda olduğu zamanlar uyanık durur, sofilerin, müritlerin tuvaletlerini temizlerdi.
Babası Gavs (K.S.) Hazretleri bir gün sohbette şöyle buyurdular ''Keşke Gavslık görevi ile görevlendirilmeseydim de benden sonra gelecek olana mürid olsaydım''. Bu söz gelecek şahsın yani S. Muhammed Raşid Hazretlerinin hizmetinin ve makamının büyüklüğüne işaretti.
Kendilerini tanımam 1977 yılında oldu. Gönül dostu, gerçekten bir er olan Ahmet Er ağabey bu mübarek, Mübeccel insana intisaplı idi, sık sık bizlere bahseder, ''devlet olmak için akıl ve heyecan yetmez gençler, gönül lazım, gönül lazım, gönül lazım'' derdi... 12 Eylül öncesi bir ağaç için koskoca bir ormanın feda edildiği günlerden önce çok çetin şartlar altında mücadele ederken bile Osmanlı'yı, Selçukluyu dolaşır, insanlığın gönül dünyasını bir güneş misali aydınlatan Süreyya Yıldızı gibi yön gösteren Allah dostlarına gıpta ederdik.
Uğruna her şeyimizi feda ettiğimiz ceylan gözlünün vefasızlığı neticesi ver elini 12 Eylül zindanları...
Ve... Allah'ın şefkat tokatı, zahiren zulme atıldığımız zindanlardan Allah bir nesli yarınlara hazırlıyordu. Üstad cennet mekân Necip Fazıl'ın dediği gibi ''ana rahmi zahir karanlığında nur doğuş sesler duymaktayım, davran ve boğuş...'' misali şafak, karanlığın en koyu olduğu yerden doğuyordu.
12 Eylül öncesi şehzadeler şehrinin manevi havasını teneffüs etmemize, Aynalı Camiinde Nûri Efendinin sohbetlerini dinlememize, Şekerci Dedenin zaman zaman dualarını alarak mübarek ellerini öpmemize rağmen Tasavvufun ne olduğunu bilmiyorduk. Herkes idraki oranında nasiplenirmiş ve bir gece Medrese-i Yusufiyede üç dört arkadaşın gördüğü aynı rüya... Gönüller sultanı... Sultanlar sultanı efendimiz, kurtarıcımız Buca cezaevinin 13. koğuşunda rüyalarındaydı... Sonra Ahmet Er ağabeye mektuplarla rüyamızı Muhammed Raşid Hazretlerine sorduk ve gelen cevap: ''Allah rüyalarınızı makbul eylesin, Menzil İslam'ın lekesiz, gölgesiz, tertemiz uygulandığı bir yer ve o zât'da Mürşid'i Kâmildir. Yolunuz ve haliniz mübarek olsun.''
O günden itibaren binlerce kerametine şahit olduğumuz tasavvuf ve istikamet M. Raşid (K.S.) Hazretleri efendimiz, yol göstericimiz, kurtarıcımızdı.
Medrese-i Yusufiyede iken Adıyaman'da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ''Sen Menzil'e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste...'' Arkadaşım gitmişti Menzil'e... Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ''Menzil'e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabaktı fakat kardeşi Seyyid Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler...''
Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idrakı ile Allah'tan, Resulullah'tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (K.S.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden M. Raşid (K.S.) Hazretleri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere düçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslamı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman Allahım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürcülüktür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... Dualar... Dualar... Ediyorlardı.
O, Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet'e ittiba etti, sadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüz binlerce insanı dünyadan ahirete bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi.
Allah rahmet eylesin...
KAYNAK.Kamer vakfı Bülteni
En son alperen tarafından 20 Ağu 2018, 12:40 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

Re: MUHSİN YAZICIOĞLU NE DEDİ?

Mesaj gönderen alperen »

MUHSİN BAŞKANIN SONSUZLUĞA YOLCULUĞU
SELİM GÜRBÜZER

O’nu anlatmak kolay değil elbet, bilmem kelimeler kifayet eder mi? Zaten onu ne kelimelerle, ne yağmur damlasıyla, ne toprak kokusuyla, ne baharda açan çiçekle, ne geceye bağlanan gündüzle, ne de Mecnunun Leyla’sıyla izah edemeyiz, her şey bembeyaz soğukta Mevla’sıyla vuslata erdiren Şeb-i Aruzda gizli. Tahmin etmişsinizdir kimden söz ettiğimizi.
Adı Kur’an’da geçen ismiyle müsemma Muhsin,
Soyadı; Yazıcıoğlu, sefer der vatanın narına nuruna kurban yiğit evlat.
Sonsuzluğa ulaşmak istiyorum diyen Koca Yürek Reis; adını denizde uçan martılara, gök kubbede yıldızlara ve Kahramanmaraş’ın o beyaz örtü kaplı dağlara bir çırpıda yazdı da.
12 Eylül öncesi o alaca karanlık günlerinde her tarafı sis kaplamıştı, herkesin birbirinden kaçıştığı o günlerde hem sesimiz hem de soluğumuzdu. 12 Eylül sonrası Türkiye üzerinde sis perdeleri kalkınca, o bundan böyle yediden yetmişe herkesin Peygamber Çiçeği Gül Reisidir.
Artık aramızda gülümüz yok. O şimdi çok sevdiği Peygamber, Ashabı Güzin ve Saadat-ı Kiramın yanında bizi selamlamakta. Zaten o ölümle sevgililere kavuşulacağını biliyordu. Nasıl bilmesin ki, vuslatla anlaşılır sevgilinin kokusu, şayet gönüllerde taht kurduysan bunu anlamayacak ne var ki. Nitekim biz buna şahidiz, hiçbir gönlü incitmediğine.
2009 Mart ayı soğuk yüzünü iyiden iyiye göstermişti. Büyüklerin ‘Mart bacadan baktırır kazma kürek yaktırır’ dediği demler gelip çatmıştı. Fırtınadan önce bir sessizlik vardı sanki. O Koca Reis son yolculuğa çıkacağını bilircesine sevenlerine ölümden bahsediyor, hiç kimsenin bir saniye öncesi ve sonrası garantisinin olmadığına vurgu yapıyordu. O seçim çalışmalarını genellikle kara yoluyla yapıyordu, bu kez helikoptere binmeye kararlıydı. Belli ki; ötelerden ona gel deniliyordu. Nefesler tutuldu, o da gereğini yapıp kartal misali kar beyaz dağların uç noktasına uçuverdi. O sevgilinin yolunda pervane olan bir yıldızdır şimdi. Zaten öylede oldu.
Vakit yaklaştıkça Kahramanmaraş dağları içten içe hazırlık yapıyordu. Bir onurlu misafirini ağırlayacaktı. Sanki Abdurrahman Karakoç’un mana yüklü şiirini hatırlatan içten içe beşinci mevsim için gizemli bir faaliyet vardı. Zira Musa’nın Tur-i Sina’sından esen yel, tipi ve kar eşliğinde beyaz gelinliğe bürünür de. Niye beyaza bürünmesin ki. Çünkü ölüm kar beyazdı. Derken karlı dağlar onurlu konuğunu sevgililerin sevgilisine kavuşturmak için beyaz gelinlik giydirip bağrına basar da.
İşte o an gelip çatmıştı, sevgili uğruna pervane olan helikopter gizemli bir şekilde düşmüştü. Neyse ki düştüğü yerde ebediyet vardı. Sonsuzluğa kar beyaz kefenini giyerek adım attı.
Kefen ona yabancı değildi. Bakın 12 Eylül darbesinin mağduru düştüğü Mamak Yusufiye’sin de sonsuzluğu nasıl dile getiriyordu:
Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim perde perde taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgâr gibi, süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum.
Evet, beton çok soğuk, hem de çok soğuktu. Dile kolay türlü işkencelere tabii tutulduğu 2,5 m²’lik daracık hücre bumbuzdu. Ancak bu seferki üşüme Mamak Zindanındakinden çok farklı olacaktı. Nasıl ki; izinden yürüdüğü Allah Resulü günler günleri kovalarken bir seher vakti şimdiye kadar hiç görmediği bir varlık karşısına çıkıvermişti. Cebrail’in adı güzel kendi güzel Muhammed’e;
— İkra! Oku! Ayetini ruhuna nakşedip nur dağından hane-i saadetine döndüğünde:
—Ya Hatice! Üzerimi ört, der. Annemiz de hemen örtüverdi üzerini. Anlaşılan ilk gelen ayetin tesirini henüz daha üzerinden atamamıştı. Ki; tüm bedeni zıngır zıngır titriyordu. Tabiî ki bu hal vahyin üzerindeki ağırlığından dolayıdır. Aynen öylede Muhsin Başkan sonsuzluğa doğru uçarken ister istemez karla kaplı dağların o mahşeri hatırlatan fırtına, tipi ve sis sahrası içini ürpertiyordu. Korktuğundan değil elbet, karlı dağlardan gelen davete icabette acaba kusur eyler miyim düşüncesinden ötürüdür. Fakat yinede bu çağrıya icabet etmek gerekirdi, edildi de.
Topraktan geldik toprağa gideceğiz deriz ya hep. Evet! Etraf kar, fırtına olsa da kara toprak bağrını açıp onu sevgililerin sevgilisine ulaştırmanın mutluluğunu içten içe keyfini yaşıyordu. Şimdi o kar taneleri eşliğinde gül bahçesine dönüştüğü kabrinde gördüğü güller üşüyen ruhunu ısıtmaya yetmişti bile.
Kahramanmaraş’ın karla kaplı dağları onu beyaz gelinliğe bürünmüş halde sonsuzluğa uçururken bizden de ötelere selam götürün deyip öyle uğurladılar. Biz ise öksüz kaldık onsuz.
Mevlana ölüme Şeb-i Aruz demişti. Muhsin Başkan için Martın son cemresi artık düğün gecesiydi. O şimdi son cemre ile birlikte sevgilinin tahtına uğurlanır da. Zira her yağan kar tanelerinin içinde gül demet bir sır gizlidir.
Karlar arasında bizleri bırakıp gittin, ama bu gidiş farklı gidişti. Sadece gökten inen yere serpilen kar tanelerine izini bırakıp gitmedin, izini yüreğimize kazıdın da. İyi ki de yüreğimize derman olmuşsun. Yiğit duruşunla, bir o kadar da cesaretinle hayatın boyunca milletin önüne set çekilen kaleleri yıkıp doğruları yerleştirme çabanı yediden yetmişe herkes anlamış oldu. Ey Yürekli Koca Reis, seni unutmayacağız. Bizler için üşüdün, ama kalplerimizde sana okuyacağımız sıcacık Fatiha’mız var, madem öyle başın eğilmesin Ey Koca Reis.
O artık Ankara’nın Altındağ ilçesinin Taceddin dergâhında Mehmet Akif’in İstiklal marşının yazıldığı evin yanında medfun. Ey Sevgili hoşça kal. Malumun olsun, sende sevda yüklü gülü, ülkemi, bayrağı sevdim. Bil ki; açılan gülündedir cennet kokusu. Off off, hem de ne off. Meğer ayrılık ne yaman aşk ateşmiş.
Velhasıl; içimiz sızlasa da ölüm kar beyazdır.
Ruhun şad olsun.
En son alperen tarafından 20 Ağu 2018, 12:41 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
E_YILDIZ
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 332
Kayıt: 28 Ağu 2008, 23:00

Re: MUHSİN YAZICIOĞLU NE DEDİ?

Mesaj gönderen E_YILDIZ »

Muhsin başkanımıza hala ulaşılamadı? bu ne iş? devlet aramalarını hızlandırdığını ve aramak için ekiplerin çoğaldını soyluyor. Ama hala ortada bir helikopterbile bulunamıyor.? Bu işte bi iş var. Ben bi komplo olduğunu düşünüyorum. Rabbim yardımcıları olsun.
"Muhakkak ki, zâlim idârecilerin huzûrunda hakkı ve adâleti müdâfaa etmek, Allâh indinde cihâdın en yücesidir." (Tirmizî, Ebû Dâvud)
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

Re: MUHSİN YAZICIOĞLU NE DEDİ?

Mesaj gönderen alperen »

ÖLÜM BİR “MİHRİBAN”
SELİM GÜRBÜZER

Sarı saçlarını deli gönlüme
Bağlamışım çözülmüyor Mihriban Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban
Sevdiğim Mihriban

Yar değince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban

Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban
Sevdiğim Mihriban
Evet, aşka hudut çizilmiyor. Nasıl çizilsin, öyle bir aşktır ki bu;
-Mecnun 'Leyla Leyla' diye çöle düştüğünde ilahi aşkta bulur kendini.
-Necip Fazıl aynaya ‘Hani ya kendim” diye sorduğunda tıpkı bir askerin komutanı karşısında oku sadakta elde kemendiyle emrine amade esas duruşta beklediği gibi ‘Benim Efendim’ dediği Abdülhakim Arvasi’ye bend etmiş halde bulur kendini.
-Muhsin Yazıcıoğlu kuyu gölgesi üşüdüğü Yusufiye’den “Sonsuzluğa ulaşmak istiyorum” diye ötelere kanatlandığında kar beyaz toprağın bağrına düşüp sonsuzluk kervanında bulur kendini.
-Abdurrahim Karakoç ise lambanın titreyen alevinde üşürcesine “Sevgi yetmiyor” diyerek kendini aşkın gözyaşı mihrabında bulur.
Belli ki bu üşüme bildiğimiz cinsten üşümek değil. Bu üşüme halini iki güzel insanın hal ve ahvalinden ancak çözebiliyoruz. İşte o iki güzel adam Muhsin Yazıcıoğlu ve Abdurrahim Karakoç’tan başkası değil elbet. Üşüme hadisesinin en yoğun yaşandığı Kahramanmaraş adına yakışır bir şekilde, nasıl ki 80 yıl öncesinde Karakoç’u Mihriban’ca kendi toprak basar kucağında sarıp sarmalamışsa, Muhsin Yazıcıoğlu’nu da tarihler 2009 Martını gösterdiğinde bu kez o en soğuk kış ayazında Keş dağlarında kar beyazca sarıp sarmalayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki; Karakoç’a Kahramanmaraş doğum toprağı olurken, Muhsin Başkana da sonsuzluğu giden yolda kar beyaz vuslat gelinlik olur. Ne diyelim doğumda hak vuslatta hak, sonuçta Abdurrahim Karakoç ve Muhsin Başkanda bu nişan en belirgin bir şekilde tezahür etmiş ya. Derken Muhsin Başkan en nihayetinde Karakoç’un doğduğu topraklarda “Üşüyorum! Sana ulaşmak istiyorum” diyerek vuslata erecektir. İşte bu nedenle lambada titreyen alevin üşüdüğü bu topraklarda doğmakta hoş, ölmek de hoş dersek yeridir. Madem öyle sevdiğine bir çift sözü olan her yağız delikanlının mutlaka Abdurrahim Karakoç’un ruh dünyasında manalaşan Mihriban’ca tutkudan alacağı pek çok dersler olsa gerektir.
Evet, bu topraklarda gönlünü sevgi seliyle yıkamak bir bambaşka duygu selidir. Yaşayan hisseder, yaşamayan için bilinmez iksirdir bu. Üstelik yaşayan için bu sevgi seli delikanlıcadır. Hele Anadolu insanı gönlünü bu sevgi seline kaptırmaya görsün, bir bakmışsın Görmeyince sezilmeyen bir aşka tutulur da. İşte katıksız saf sevgi buna derler. Yani sevdin mi tam seveceksin denilen aşkın mihrabına ulaşmakla anlaşılan aştır bu. Dahası Abdurrahim Karakoç’u aklını başından alacak derecede elinden kalemi düşürtüp kâğıda yazılmaz dedirtecek cinsten aşkın adıdır bu. Nitekim Mihriban karşısında aklı şaşa kalırda. Nasıl ki her nesnenin bir sonu varsa ahrete uzanan halkada da aşka hudut tanımayan ‘Ölüm Bir Mihriban’ gerçeğinin tâ kendisi vardır. Dedik ya aşkı ancak yaşayan bilir, yaşamayan ne bilir ki. Hiç kuşkusuz yaşayan için tıpkı Mecnun’un Leyla’ya aşkında olduğu gibi çöle düşürür, Ferhat'a Şirin uğruna dağı deldirir, Muhsin Başkana da bir saniyesine hakim olunamayacağı şu fırıldak dünyanın nefesinden alıp sonsuzluğu giden yolda Allah'a ulaştıracaktır. Abdurrahim Karakoç’a da çocukluk çağında hissettiği Mihriban’ca yaşadığı duygu selini olgunluk dönemine eriştiğinde “Koç burcuna, yay burcuna Hak yol İslam yazacağız” duygu seline dönüştüren aşkı tattırır. Derken Tabiplerin bile çare bulamadığı bu aşkın gözyaşı damlaları sel olduğunda oluk oluk nesilden nesile akar durur da.
Şurası muhakkak nerede bir dava adamından, nerede bir fikir adamından ve nerede bilge insandan bahsediliyorsa biliniz ki böyle şahsiyetlerin hamurunda aşk mayası vardır. Aşk olmayınca ne gerçek manada dava adamından, ne gerçek manada fikir adamından, ne gerçek manada bilge şahsiyetlerden, ne de gerçek manada siyaset adamından söz edilebilir. Çile çekmeden hakikate ulaşmak zor elbet. Zaten yüreği aşkla yoğrulanların hayatları hep çile ile geçmiştir. İşte Karakoç'ta bunlardan biri olup köyünde Mihriban’da tattığı o samimi aşktan sonra zindan şehirlere göç ettiğinde “Kuşların göz bebeğine Hak yol İslam yazacağız” diyecek kadar çile rüzgârının ortasında bulur kendini. Zaten çile rüzgârında savruldukça aşk kâğıda dökülemez deyip İslam bülbülü kesilirde.
İşte Karakoç bu ya, gözünü daldan budaktan sakınmayan tavrıyla; 12 Eylül öncesi Türkiye'nin üzerinde leş kargaların üşüştüğü hengâmede milletin bağrından çıkan gençliğin ruhuna şiirleriyle terennüm etmiş bir ağabeyimiz olarak adından söz ettirecektir. Ülkü Yolu Gençliği meydanlarda “ Kanımız aksa da zafer İslam’ındır” haykırdıkça o da kalemiyle bu haykırışa kayıtsız kalmayıp “Kör dünyanın göbeğine Hak yol İslam yazacağız” diyerek eşlik edecektir.
Âlemde her ne varsa “ Hak yol İslam yazacağız” soyadına yakışır mizacıyla bir yandan dağın vadisinde Karakoç, bir yandan taşın gediğinde Karakoç, bir yandan suyun akışında Karakoç, bir yandan nebatatın filizlenişinde Karakoç olurken, öte yandan Allah’ın rahim sıfatının yüzü suyu hürmetine Abdurrahim adıyla da merhamet abidesi Mihriban’ımız olur. O aynı zamanda bu manada oğluna ‘Türk İslam’ adını vermekle örnek babacan tavrı sergilemeyi de ihmal etmez. Zaten şiirlerini okuduğumuzda o’nun hem Yavuz yanı, hem de Yunus yanı gözlerden kaçmayacaktır. Dışarıdan gözlemleyen bir insan onu normal halktan biri sanır, asla şair yanı akla gelmez. Zira oğluna “Ben nerede ölürsem orada defnedin, memleketimin dört bir yanı Müslüman’dır” diyebilen ruh iklimiyle yoğrulmuş buram buram Türkiye sevdası şairimizdir. O, hiçbir zaman fildişi kulelerden insanlara seslenmedi, bilakis yaşadığı coğrafyanın bam teline şiirleriyle Anadolu’ca dokunarak soluğumuz oldu. Kelimenin tam anlamıyla şu fani dünyanın o aldatıcı şaşaasına kapılmadan Anadolu’ca kalmayı bilen bizden biridir. Medya önünde görünmeyi pek sevmezdi, hep arka planda halk gibi kalmayı yeğledi. O’na da o yakışırdı zaten. Şöhretin afet olduğunu çok iyi biliyordu, geçici olana değil kalıcı olana talipti. Bu yüzden sade bir hayat yaşamayı ilke edindi hep.
Evet, ekranlara çıkıp boy göstermek tabiatına aykırı bulurdu. Sadece o’nu bir iki rica minnet, hatıra binaen birkaç programda görmek mümkün olabiliyordu. Tıpkı aşkın kâğıda dökülemeyeceği gibi, şiirinde sokaklarda ıspanak fiyatına pazara dökülemeyeceğinden hareketle kendisini halktan biri olarak gösterdi. Asla kendini bir şair olarak ifşa etmemiştir. Nitekim çoğu insan Mihriban’ı yazan şairin Abdurrahim Karakoç olduğundan bihaber kalır. Bilinen tek şey Musa Eroğlu'nun bestesi olduğudur. Oysa bestelenen sadece Mihriban şiiri değildi. Bu hususta Hasan Sağındık Abdurrahim Karakoç'un şiirlerine yer vermekle çok büyük bir iş çıkaracaktır. Bu yüzden hakkını yememek gerekir. İşte Hasan Sağındık’ın bestelediği şiirlerden bazıları şunlardır:
“Beşinci Mevsim, İsmail’ce, Geç anladım, Kimin Dünyası, Kıyas, Sevgi yetmiyor, Hazır ol, Siyah Ağıt, Canımız Kurban, Otuz Yıl Önce, Bebeğe İhtar, Bağışla Beni, Soylu Bir Destan, Seni Düşünürüm, Dosta Doğru, Seni Aradım, Aynaların Ötesi, Gönlümdeki Gurbet, İsyanlı Sükût, Anadolu Gezisi, Dün Gece vs.” ,
Ne diyelim, yukarıda sıraladığımız her bir şiirin başlıklarına baktığımızda bile Karakoç ağabeyimizin ruh dünyasını ortaya koymaya yetiyor. İyi ki de Hasan Sağındık, şiirlerini besteleyip klip çıkarmış, bu sayede fikri hür, gönlü sevgiyle dolu pek çok insanın yüreğine su serpmiş oldu.
Gerçektende Abdurrahim Karakoç bizden biri ağabeyimizdi. Bizatihi yakından birebir şahit olduğum birkaç anekdot Karakoç’un nasıl bir mizaca sahip olduğunu göstermeye yetecektir. Şöyle ki;
Gündüz gazetesinde araştırma ve inceleme yazılarını amatör ruhla yazmaya başladığımda Abdurrahim Karakoç ağabeyimi yakından tanıma fırsatı doğdu bana. Ara sıra Gündüz gazetesine yazılarımı vermek için gittiğim mekânda kendisiyle karşılaştığımda bana birçok tavsiyeleri olmuştur. İlk yazmaya başladığımda kendi adımla yazmaya başlamıştım. Karakoç ağabeyimin bana ilk tavsiyesinin gereği kamu hizmeti vermem hasebiyle müstear isimle yazmak oldu. Böylece o’nun tavsiyesini başımın tacı yapıp oğlumun adıyla fikri çalışmalarıma hız verdim. Yetmedi her karşılaştığımda sürekli bana yılmadan usanmadan yazma noktasında teşvikleri oldu. Tıpkı William Forrester gibi yazı yazmaya başlamanın ilk kuralı düşünmek değil yazmak olduğu noktasına dikkatlerimi çekmiştir. Böylece ilk yazma kuralının düşünmeksizin kalbi bir bağla yazmak olduğunu, beynin ise ikinci basamak olduğunu idrak etmiş oldum. Bundan öte bizim gibi ilk defa eli kalem tutan insanları adam yerine koyup muhatap alması o’nun ne kadar ince bir ruh sezgisine sahip bir ağabeyimiz olduğunu gösterir. Bu anlamda Gündüz gazetesi benim için Abdurrahim ağabeyimi yakından tanımama vesile olan bilgi dağarcığımı geliştiren bir ocak olur da. Öyle ki O, gençlerle genç, akranlarıyla akran, ihtiyarla ihtiyar olabilen son derece mütevazı bir mizaca sahip ağabeyimiz olarak hafızalarımıza kazındı. Doğrusu nerden bilirdim ki bir gün gelip şiirleriyle hissiyatımızın her alanına tercüman olan ağabeyimizle aynı gazetede beraber yazı yazacağımı. Elbette ki bilemezdim. Bu yüzden “Bu lütfü bahşeden Yüce Allah’a ne kadar hamd-u sena” da bulunsam azdır.
Hele Abdurrahim Karakoç ağabeyimle gazetenin dışında karşılaştığım bir hatıram var ki, bir ömre bedel dersem yeridir. Günlerden bir gün eve gitmek üzere Beşevler durağında Sincan/Fatih 520 no'lu halk otobüsüne bindiğimde Abdurrahim ağabeyimle göz göze geldiğimde adeta çocuklar gibi çok sevinmiştim. Nasıl sevinmeyim ki, halkla iç içe olmuş ağabeyimle karşılaştım. Üstelik her ikimizin de ineceği durağın yaklaşık 40 dakika sürmesi benim için asla unutamayacağım hatıra olacaktı. Gerçekten halk otobüsünde 40 dakikalık hasbıhal edişimiz kayda değer bir hatıradır. Düşünebiliyor musunuz? Ankara’nın o alışık randevu sisteminin dışında halk otobüsünde kendi tabi mecrasında seyreden Karakoç ağabeyimle hasbıhal etmek bir ömre bedel tevafuktur. Ancak kutsal topraklara Hac farizasını yerine getirmek için gidip Türkiye’ye dönüşünde bir türlü fırsat bulup zemzemini içememem içimde hep ukde olarak kalmıştır. Keza hastalığında ziyaret edemeyişimde öyledir. Neyse ki Konya Selçuk hastanesinde taburcu olup Ankara'ya döndüğünde telefonla geçmiş olsun dileklerimi bildirmek için aradığımda o güzel ses tonunu işitmem içimde kalan ukdeyi bir nebze olsun gidermeye yetmiştir. Aynı zamanda o ses tonu benim için son sözlü buluşmanın yanı sıra ardından kalan en son hatıram olarak kalacaktır. Zira Gazi Hastanesine yoğun bakıma alındığında ziyarete gitmek için aradığımda bu sefer telefonda oğlu vardı. Artık karşımda Abdurrahim ağabeyimin sesi yoktu, duyduğum ses oğlu Enderhan’ın sesiydi. Ziyaret etmek istediğimi bildirdiğimde yoğun bakımda olduğunu, ziyarete açık olmadığı cevabını almıştım. İşte o an içime düşen kor ateş; Abdurrahim ağabeyimin üç aylarda vuslata kavuşacağı hissidir. O; üç aylara üç tuğ ve üç hilal gözüyle bakardı. Bilirdi ki; üç hilal Recep, Şaban ve Ramazan demekti. Derken o kutsal bildiği üç ayların başlangıcı Recep ayı ile birlikte cuma vakti sevenlerin omzunda son yolculuğuna uğurlanıp, Allah'a vuslat hâsıl olur.
Velhasıl; O dış dünyamızda Yavuz’umuz, ruh âlemimizde çiçek açan Mihriban’ımızdı.
Ruhu şad olsun.
En son alperen tarafından 20 Ağu 2018, 12:43 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
sera
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 610
Kayıt: 04 Eyl 2008, 23:00
Konum: GÜRCİSTAN

Re: MUHSİN YAZICIOĞLU NE DEDİ?

Mesaj gönderen sera »

ALLAH MUHSIN BEYE VE ARKADASLARINA RAHMET EYLESİN MEKANLARINI CENNET EYLESİN YAKINLARINADA SABR-I CEMİLLER VERSİN İNŞALLAH
TESETTÜRLÜYÜM ÇÜNKÜ;TESETTÜRÜN ENBAŞ VASFI "BAŞÖRTÜSÜNÜ"İLK ÖNCE KALBİMDE SONRA KAFAMDA TAŞIYORUM..
Kullanıcı avatarı
yuksel
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 359
Kayıt: 27 Oca 2008, 00:00
Konum: bodrum

edep

Mesaj gönderen yuksel »

İlk önce kendisine ALLAH tan rahmet diliyorum.O nu anlatanlar söylüyor,kanı içine sığmazdı hiç korkmazdı.bu hırçınlığını ancak ALLAH sevgisi ve ilahi kelimetullah aşkıyla dizginlerdi.derler.Yani imanı edepi önu dizginlerdi derler.
Kullanıcı avatarı
nurayolcu
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 7
Kayıt: 29 Mar 2009, 00:00

Mesaj gönderen nurayolcu »

Türkiye büyük ve saygıdeğer bir liderini daha kaybetti...
Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberliğinde bulunan yoldaşlarına Cenabı Allahtan rahmet geride kalanlara sabır vermesini diliyoruz...Ruhları şad olsun inşaallah....
Kullanıcı avatarı
inci
Forum Sorumlusu
Forum Sorumlusu
Mesajlar: 1055
Kayıt: 29 May 2008, 23:00

Re:

Mesaj gönderen inci »

İNNÂ LİLLAHİ VE İNNÂ İLEYHİ RACİÛN
 Bizim yolumuz, incinmemek ve incitmemek yoludur!..
Kullanıcı avatarı
sabiha
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 331
Kayıt: 11 Eyl 2008, 23:00
Konum: VAN

Re:

Mesaj gönderen sabiha »

Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberliğinde bulunan yoldaşlarına Cenab'ı Allah'tan rahmet geride kalanlara sabır vermesini diliyoruz...Ruhları şad olsun inşaAllah....Rabbim mekanlarını cennet etsin...AMİN...
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

Re:

Mesaj gönderen alperen »

HEY GİDİ ÜNİVERSİTE YILLARI
SELİM GÜRBÜZER

Üniversite yılları kendimi bulduğum yıllardı. Çünkü üniversite öncesi çileli bir hayat söz konusuydu. Kâh tuğla ocaklarında, kâh tarla tumpta, kâh inşaatlarda çalışmakla üniversiteyi kazanamama riski doğuracağı endişesi tüm benliğimi içten içe saran bir duyguydu. Geçimini çiftçilik ve at arabacılık yapmakla geçindiren bir ailenin çocuğuydum. Ailenin en büyüğü ağabeyim kendini Fransa'ya atmakla geleceğini kurtarmıştı. Benimde bir şekilde kendimi kurtarmam gerekiyordu, aksi takdirde baba himayesi altında kendi kendime kurguladığım hedeflere erişmek mümkün olmayacaktı. Hayalimde kurguladığım tutku öyle çok büyüktü ki, her defasında tarlada tırmık çekip deste yaparken Bayburt Trabzon kara yolu hattı üzerinde Ankara ve İstanbul’a doğru otobüsler seyir halinde geçtiklerinde içimden uzak diyarlara gitme arzusu bürürdü hep. Liseyi bitirmiştim ama ilk sene kazanamamıştım, bu böyle devam edemezdi elbet. Mutlaka harçlık biriktirip gelecek sezon için yeniden üniversite sınavlarına hazırlanıp kazanmam gerekiyordu. Üstelik bu hazırlık hem dershanesiz, hem de sınavı kazandığımda üniversite için harçlık biriktirmeye yönelik alın teri bir bedeni hazırlık olmalıydı. Değim yerindeyse bir taşta iki kuş vurmaya yönelik hedefti bu. Fakat bu hedefin gerçekleşmesi Bayburt’ta pek mümkün gözükmüyordu. Çünkü doğup büyüdüğüm memleketimde kışın inşaat çalışmasına elverişli iklim şartlarına sahip değildi. Malum, karasal iklimde kışın ne tarla ekilir, ne de inşaat çalışması olurdu. Neyse ki, Bayburt’ta yaz sezonu inşaatlarda zaman zaman beraberce çalıştığım bir arkadaşın bir gün bana Giresun organize sanayi inşaatında Bayburtlu hemşehrilerimizin çalıştığından söz etmesi zihnimde bir umut ışığı doğmasına yetmişti. Öyle ya sonuçta çalışılan yer sahil memleketi, kışta olsa iklim yumuşaklığı inşaat sezonunun açık olmasına yetiyordu, derken o arkadaşla söz birliği yapıp apar topar Giresun’a gitmeye karar verdik. Bu arada anacığıma sıkı sıkıya tembih etmeyi de ihmal etmedim, dedim ki;
-Ana ne olur, sakın ola ki, babam Giresun’a çalışmaya gideceğimi duymasın, şimdilik bana sadece sarıp sarmalayacağım bir sünger yatak ver bu bana yeter, başka bir şey istemem.
Tabii bu ana yüreği beni kırar mı, derhal sünger yatağı sarıp sarmalayıp alelacele söz birliği yaptığım o arkadaşla birlikte yola koyulduk. Ve gece karanlığında Keşap çıkışı yapımı devam eden Giresun Organize Sanayisine indiğimizde hemşerilerimizin yanına varıp dış cephe penceresi beyaz naylonla kaplı, iç kısmı sıvasız ve inşaat tahta parçalarından yapılmış sedyelerin bulunduğu bir odada konaklayıverdik. Ertesi gün sabahın ilk ışıklarında uyanıp etrafı şöyle bir göz attığımda daha önce hiç görmediğim doğa harikası yemyeşil bir cennet manzarayla karşılaştım. Tabii böylesine bir manzarayla ilk defa karşılaşıyor olmam, kendi kendime iyi ki de baba ocağından buralara gelmişim dememe yetmişti. Derken kış sezonunu yemyeşil ve deniz manzaralı Giresun organize sanayi inşaatında sıvacılık yaparak geçirmiş oldum. Bu arada dört aylık bir süre içerisinde epey bir harçlık biriktirmiş oldum da. Artık yaz sezonu gelip çatmıştı ki, tekrar beni sınav heyecan sarmıştı. Ve üniversite sınavlara girmek üzere Giresun'dan tekrar baba ocağı Bayburt'a döndüm, ama yine boş durmamam gerekiyordu, sınav aşamasında bile Bayburt Postası Gazetesinin sahibi Hacı Osman Okutmuş ve oğulları Yakup Okutmuş, Sakıp Okutmuş, Ragıp Okutmuş, Zafer Okutmuş ustalarımın yanında çalışarak günlerimi geçirdim. Üniversiteye giriş sınavları iki aşamalıydı, birinci sınava Ankara Cebeci Siyasal Bilgiler Fakültesinde girmiştim, hele şükür birinci aşamayı geçmiştim, bu sevincim matbaada bayram havası estirdi diyebilirim, ama her şey bitmiş sayılmazdı, bunun birde ikinci aşaması vardı. Zaten ikinci aşama sınavını şu an adını hatırlayamadığım İstanbul Koca Mustafa Paşa semtinde bir okulda girip Atatürk Üniversitesi Biyoloji bölümünü kazandığımda benim için asıl bayram o gün olmuştu. Malum, o yıllarda öyle herkesin üniversiteye kapak atması kolay değildi. Bu yüzden o dönemde üniversiteyi kazanmak bayram sevincine eş değer bir duygu seliydi diyebilirim. Hele şükür o duyguyu tatmak nasip oldu da.
İşte böylesi bir bayram müjdesini aldığımda birkaç dost bildiğim arkadaş ve çalıştığım Hoca Ali Efendi Matbaasındaki ustalarımdan başka tebrik edecek yakınım yoktu. Dikkat ettiyseniz yakınım dedim, Allah ustalarımın hepsine rahmet eylesin baba ve oğullar her daim beni aileden biri olarak görmüşlerdi. Hakeza Hacı Osman Okutmuş'un hanımı, kızı, torunları ve gelinleri de öyle görmüşlerdi. Zaten matbaanın üst katında oturuyorlardı, zaman zaman üst kattan aşağıya taşınan sıcacık çorbalarını da içmiştim, o yüzden hasretle yâd ederim o günleri. Bilhassa matbaa ustalarım arasında Sakıp Okutmuşla aynı takımı tutuyor olmam hasebiyle beni Trabzon-Fenerbahçe maçına götürmüşlüğü hiç unutmayacağım bir başka anıydı. Nasıl unutulur ki, o yıllarda defansta Şenol Güneş, Turgay ve Necati üçlüsünün, ileride Ali Kemal, Necdet, İskender Gönen, Tuncay ve Necmi Perekli gibi oyuncuların oynadığı, üst üste şampiyonluklar kazanmış, yetmemiş Liverpol’u devirmiş bir takımı seyretmiş olduk. Bu arada Sakıp Abi’nin Trabzon’da kayın pederini görme fırsatı da bulmuştum.
Peki ya üniversiteyi kazandığımda kendi aile efradım nasıl karşıladı derseniz, doğrusu bizim ailede geçim telaşından böyle bir tebrik etme kültürü olamazdı, bu yüzden garipsemedim. Zaten benim için tebrik edilmekten ziyade ileriye yönelik yapmam gereken hazırlıklar çok önem arz ediyordu, dahası bu benim yumuşak karnımdı. Zira kış sezonu bitip yaz sezonuna girmiştik ki, at arabasıyla tarladan eve dönüşte babam bana şöyle demişti:
-Duydum ki üniversiteyi kazanmışsın, şimdi git Fransa'da ağabeyin seni okutsun.
Tabii bende dayanamadım şöyle karşılık verdim;
-Merak etmeyin bugünden itibaren ne sana, ne de ağabeyime muhtaç olmadan bu üniversiteyi bitireceğime ahdediyorum. Yeter ki, beni tarla tapan ve harmanda oyalamayın, evvel Allah'ın izniyle inşaatlarda sıvacılık yaparak üstesinden gelecek yüreğim var.
Doğrusu babam böyle bir çıkış beklemiyordu benden, ama elinden gelen başka bir seçenekte yoktu, sessiz karşıladı ve ertesi gün inşaatlarda hemen çalışmaya koyuldum bile, akşamları da fırsat bulduğumda Hoca Ali Efendi Matbaasına uğrayarak zamanımı değerlendirirdim. Derken kayıt zamanı Erzurum'a ayak basıp üniversite kampusunda kaydımı yaptığımda kendi kendime 'oh be hayat varmış' deyip tıpkı havada uçuşan kelebekler misali kendimi özgür hissettim. Nasıl kendimi özgür hissetmeyim ki, artık bende üniversiteli olmuştum, şimdi sırada konaklayacağım yeri belirlemek vardı.
Kredi Yurtlar Kurumuna başvurmuştum ama bana yurt çıkmamıştı, ister istemez aynı mahalleden ve aynı zamanda lise arkadaşım Selami Yıldız vasıtasıyla Erzurum’da Mehmet Kırkıncı Hoca'nın dizinin dibinde yetişen nur talebelerinin kaldığı öğrenci evinde kalmaya karar verdim. İlginçtir kalacağım mekân bir evden çok medreseyi andırıyordu, evin adı Selimiye idi, hemen yanı başımızda da Süleymaniye vardı, her neyse tevafuk diyelim ismi ismime uygun bir ev denk gelmişti. Doğrusu orada kalanların dini bütün arkadaşlardı, dolayısıyla ilk başlangıçta adaptasyon sıkıntısı çekeceğimi hiç düşünmedim. Öyle ki, bu tip evlerde belirli talimler doğrultusunda birlikte namaz kılmanın yanı sıra belirli vakitlerde Risaleyi Nur’dan bir bölüm okuma ve haftalık sohbetler hiç eksik olmazdı. Mizaçları mizacıma uygundu. Sonuçta ehlisünnet çizgisi üzere olan her ne akım olursa olsun sıcak karşılar ön yargıyla yaklaşmazdım, daha çok istifade etmeyi yeğlerdim. Fakat benim herkese aynı gözle bakmamdan mı, yoksa şakirtlik yolunda piştiğime kanaat getirmiş olduklarını düşündüklerinden mi bilinmez ama bir gün bir sohbet ortamında şakirtlerden bir arkadaş;
-İşte biz ülkücüleri böyle nurcu yaparız sözüne muhatap kalmıştım. Tabii bu sözü içime yedirememiş ve çok ağrıma gitmişti. Bir kere Risaleyi Nur hakikatleri belli bir grubun tekelinde olmamalıydı, pekâlâ bir ülkücünün de okuyacağı kitaplardı. Bu durumda kendi kendime karar verdim devletin yurduna tekrar başvurup evden ayrılmaya. Nihayet başvurum gerçekleşir ve böylece dört aylık Selimiye hayatından sonra bir daha dönmemek üzere yurda yerleşmiş oldum. İyi ki de böyle oldu, hiç olmazsa yurtta kalacağım arkadaşlar tek tip insanlar değildi, büyük çoğunluğu muhafazakâr olmakla birlikte benim için daha çok farklı meşreplerden arkadaşlar olması çok cazip geliyordu. Yurt demişken, bir gün yurtta ansızın arama alarmı verildiğinde doğrusu ürpermiştim, çünkü Kenan Evren dönemiydi, elbise dolabımın raflarında başımı ağrıtacağını düşündüğüm kitaplar arasında Namık Kemal Zeybek'in 'Ülkü Yolu' kitabını hemen yatağımın altına sakladım, ama yine de zihnimde ya görürseler düşüncesi beni içten içe endişelendiriyordu. Neyse ki arama ekibi odaya girdiğinde yatağın altına bakmayınca o an rahatlayıp derin nefes almıştım. Dedim ya, yurt arkadaşlarımız arasında ki fikir ayrılıklarımız mesele teşkil etmezken o günün kolluk kuvvetlerince sicilimize sakıncalı kişi olarak kayıtlara geçme riski her an söz konusu olabiliyordu. Bu tutumum sadece yurt arkadaşlarımla sınırlı değildi elbet, hiç kuşkusuz fakülte arkadaşlarımla olan ilişkilerimde ön yargısızdı, asla fikir ayrılıklarını aramızda mesele yapmazdık, bilakis birbirimizi pırıl pırıl arkadaşlar olarak görürdük. Hele Bayram Tekin ve Yasemin Tekin çiftiyle aynı bölümden mezun olmak, ben ve fakülte arkadaşlarım için bir ömür boyu onur kaynağı hatıra olacaktır hep. Kimin aklına gelirdi ki, dört yıl boyunca aynı sıralarda dirsek çürüttüğümüz bu iki can arkadaşımız yuva kurup öğretmen olarak atandığı Bitlis’in Yol alan beldesi Düz Köyünde 25 Ekim 1993’te hamile karnında bebeği ve aynı zamanda üç yaşındaki çocuğu Betül’ün ekmek yiyor halde PKK kurşunlarına hedef olup şehit olacaklarını. Yasemin kızıyla birlikte Betül’le doğup büyüdüğü baba ocağı Osmaniye'de toprağa verilirken, Bayram'da memleketi Kırşehir'e defnedilir. Acaba o an gök kubbe aşağıya çökse, yer yarılsa bu acıya kim dayanabilirdi ki. Düşünsenize PKK itirafçısı yaşanan bu yürekleri dağlayıcı olayı itiraf ettiğinde sekiz aylık hamile Yasemin'e kahpece sıktıkları kurşun deliklerinden karnında taşıdığı çocuğun başı dışarıya fırladığını söylemekten imtina etmez de. Şimdi onlardan bize geriye kalan sadece derin yürek acısı, birde dört yıl boyunca fakülte hayatında geçirdiğimiz o unutulmaz güzel anılar kaldı. Hiç kuşkusuz bu acıya hiçbir yürek dayanamazdı. Yürekleri dindirecek tek tesellimiz hayatlarının baharında şahadet mertebesine ermeleridir. Madem öyle, bu iki güzel insanın adını anıp tarihe not düşmek gerekir. Zaten Allah devletimize zeval vermesin, her iki şehidimizin defnedildiği memleketlerinde ki okullara adını verip, gelecek kuşaklarca isimlerinin anılmasına önayak olmuştur. Ne mutlu bizlere ki; böylesi can yürek arkadaşların bulunduğu ve bağrından şehit çıkarmış adını Milli mücadele kahramanı Kazım Karabekir olarak adını duyurmuş fakültede okumuşum. Bu arada Emine Güldelibaş’ın adını da anmaktan geçemeyeceğim, o üniversitede koşu sportif faaliyetiyle dikkat çeken derece almış atlet arkadaşımızdı, mezun olduktan sonra Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesinde mikrobiyoloji alanında biyolog olarak görev yaptı, meslek hayatının son dönemlerinde kansere yenik düşüp, o da Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur.
Gerçekten o yıllar bir bambaşka yıllardı, anılar sadece üniversite kampusuyla sınırlı değildi, branşımız gereği bir seferinde bitki ve böcek toplamak için hocalarımızdan Prof. Dr. Kemal Solak koordinatörlüğünde, Prof. Dr. Adem Tatlı ve dekanımız Prof. Dr. Mustafa Kuru’nun katılımıyla Erzurum ili dışında bir çok doğu illerde 2-3 günlük bir arazi gezimiz olmuştu. Gezi boyunca botanik ve zooloji laboratuar uygulamasına yönelik bitki ve böcek topladığımız gibi, doğuda birçok şehir, kasaba, köy görmüş oldukta. Bu arada gezi boyunca nerede bir akarsu görsem hemen içine dalıp çıktıkça çocukluk yıllarımda sıkça yüzdüğüm Çoruh nehrinin o serin suları sanki bedenimde akar hissettim. Yetmedi gezi boyunca otobüsümüz nerede konaklasa kendimce bir anlam çıkarabiliyordum. Nitekim öğrenci kafilesi otobüsümüz Rus sınırıyla bitişik sayılan Iğdır Tuzluca Halıkışla köyüne konakladığında oracıkta ilkokul öğrencilerinin 23 Nisan şenliklerine iştirak etmiştik. Köyle Rus sınır arasında Aras nehri akıyordu ki, o ara Aras nehrinin öbür yakasında soydaşlarımızın ağaç dalları arasında bizim tarafı gizlice tutku gözlerle izledikleri o an dikkatimi çekmişti. Doğrusu böyle bir hasretle izleyiş beni can evimden vurmuştu. Tabii kolay değildi yetmiş yıldır Sovyet-Rus esareti altında yaşamak. Bilhassa bizim kuşak o yılları çok iyi bilir, hele bir ülke komünizmle idare edilmeye dursun o ülkede özgürlükten söz etmek ne mümkün, illa bir özgürlükten söz edilecekse de tıpkı o ağaç dalları arasında soydaşlarımızın gizlice baktığı kadar bir özgürlükten söz edilebilir. Neyse ki, 23 Nisan şenliklerinde çocukların yüzündeki o sevinç çığlıkları bir nebze olsun soydaşlarımızın yaşadığı o acı dramı dindirmeye yetmişti. Hiç kuşkusuz bu acı drama sadece Halıkışla köyünde şahit olmadık, Ağrı Dağı ovasının en doğu sınır bölgesinde bir askeri kışlaya konuk olduğumuzda da aynı duygu selini yaşadık. Öyle ki, askeri kışlanın tepe noktasında askeri dürbünle sınır ötesine baktığımızda Erivan hakkında kısmen de olsa fikir sahibi olabildik. Evet, o yıllarda esir Türkler gibi Erivan’da ki Ermenilerde özgür değillerdi, Sovyet güdümünde esir bir şehirdi. Zaten ilk bakışta özgürlüğün olmadığı hemen anlaşılıyor. Nasıl anlaşılmasın ki, adamlar adeta sınırdan kuş uçurmayacak derecede askeri gözetleme kuleleri birbiri ardına sıraladıkları yetmemiş gibi birde bunun üstüne sınır hattı boyunca sıkı tel örgü ağıyla örmüşler de. Hiç kuşkusuz o yıllarda dünyanın ikinci süper ülkesi diye lanse edilen Rusya'dan başka bir şey beklenemezdi. Ama yine de bir insan bu hazin manzara karşısında “Herhangi bir Demirperde ülkesinde yaşamaktansa en uç mezra köyünde esaretsiz yaşamayı tercih ederim” demekten kendini alamazda. İşte bu duygular eşliğinde oradan Doğubeyazıt'a doğru yol aldığımızda bu kez yüreğimizi hafifletecek şaheser bir tarihi sarayla karşılaşabildik. İşte yüreğimizi hafifleten bu şaheser Orta Asya, Selçuklu, İran ve Osmanlı mimari özelliklerini bünyesinde toplayan o muhteşem İshak Paşa Sarayından başkası değildi elbet. Hatta bu muhteşem şaheserle yüzleştiğimizde atalarımızın kartal kanat hürriyet iklimini hatırladık bile. Çünkü burası bir Kremlin sarayı değildir, hürriyet abidesi bir saraydır. Üzerinden asırlar geçmesine rağmen sanki ihtişamından hiçbir kaybetmemişçesine burayı ziyaret eden her kim olursa selamlayıp bağrına basan bir atmosferi var. Üniversite öğrencileri olarak bizde burayı ziyaret ettiğimizde her haliyle buram buram tarih ve medeniyet kokuyordu, kokladıkça da selamını alıp o an gözümde canlanan Bayburt Kalesinden Bayburt’u, Şehit Osman’ı ve Aslan dağını selamlarcasına Doğubeyazıtı ve Ağrı dağını selamlar olduk. İyi ki selamlamışız, sarayın burçlarına çıkıp tepeden şehri selamladıkça o şehir hakkında fikir sahibi oldukta. Kaldı ki fikir sahibi olmadığımızı varsaysak bile tarihle hemhal olduk ya, bu yetmez mi?
Gezi otobüsümüz tarihi şehir Doğubeyazıt'tan Gürbulak sınır kapısına dayandığında ise o yıllarda İran şahını devirip yönetime el koyan Humeyni posterleriyle göz göze geldik. Doğrusu Humeyni posterleri bizi pek ilgilendirmiyordu, bizi daha çok sınır kapısı ne, ne değildir, o ilgilendiriyordu. Çünkü o güne kadar gümrük kapısı hiç görmemişiz, merak etmemiz gayet tabiidir. İlk kez görmüş olmamızdan olsa gerek o anda hepimizde karşı tarafa geçme isteği bürür, ama bu iş pasaportsuz olmazdı. Olsun yine de sınır kapısının demir parmaklıklar arasından da olsa İranlı vatandaşları görebildik ya, buna da şükür dedik. Çünkü o yıllarda yabancı bir yüz gördüğümüzde sanki kendimizi yurtdışına gitmiş gibi bir hisse kapılırdık. Dolayısıyla yurtdışına gidemesek de sınır kapısının bir adım ötesini görmekle kendimizi çoktan yurdışına gitmiş saydık bile. Tabii ki ilklerimiz bunlarla sınırlı değildi, dahası vardı. Düşünsenize dünyada Alaska'daki Göktaşı çukurundan sonra ikinci büyük çukur diyebileceğimiz Gürbulak sınır kapısı ile Sarı Çavuş (Günveren) köyü arasında genişliği 35 metre, derinliği 60 metre meteor (göktaşı) çukurunu görmüş olmakta bir başka ilki yaşamış olduk. Her neyse bu ve buna benzer ilk deneyimleri yaşamanın heyacanıyla oradan ayrılıp otobüzümüz Sarıkamış’a doğru yol aldığında ise bu kez zihnimizde 'Allahuekber dağları'nın o dondurucu soğuğunda buz kesilipte şehit düşen askerlerimizin aziz hatıraları canlanıverdi. Bizler şehitleri yâd ederiz de, Sarıkamış ormanları yâd etmez mi, hiç kuşkusuz karla kaplı orman arazisi üzerinde saf olmuş her bir sarıçam ağacı da kollarını gök kubbeye doğru açmış vaziyette şehitlerimize dua ederek yâd ederler. Böylece sarıçam ormanlarının o pırıl pırıl temiz havası ciğerlerimizi pak kılmanın ötesinde Sarıkamış şehitlerimizin aziz ervahlarını ruhumuzda solumuş olduk ta.
Peki ya Iğdır? Sarıkamış’ın tam zıddı bir iklim manzarayla karşılaşıverdik. İlginçtir, daha ilkbahara girmeden Akdeniz iklimini soluduk. İşte Iğdır böyle bir yer, rakım düşüklüğünün vermiş olduğu avantajla Akdeniz ürünü pamuğun bile yetiştiği bir şehrimizdir.
Evet, Erzurum Hasankale, Ağrı, Kars, Digor, Iğdır, Sarıkamış, Doğubeyazıt derken öğrenci kafilemiz gezisini tamamlayıp Erzurum'a dönüş yaptığında sene boyunca yorgun düşmüş zihnimizin arınmış halde yeniden dersbaşı yapmanın heyecanını yaşadık.
Evet, o güzel hatıralar unutulacak cinsten hatıralar değildi. Tabi üniversite hayatımda yaşadığım o hatıralar sadece fakülte arkadaşlarıyla sınırlı değildi, üniversite kampusu içi ve dışı arkadaş gruplarla da bir sürü unutulmaz hatıralarım vardı. Şöyle ki; Kredi Yurtlar Kurumunun yurdunda kalıyordum ama ara sıra lise yıllarında Ülkü Ocaklarından tanıdığım bir arkadaşımın şelale apartmanında kaldıkları eve gidip gelmelerde yeni arkadaşlıklar da kurmuştum. Hatta günlerden bir gün yine şelale apartmanına uğradığımda ev içerisinde bir hazırlık telaşı dikkatimi çekmişti, merak edip sordum;
- Hayırdır bir yerlere yolculuk mu var?
Cevaben dediler ki;
-Evet, bu akşam biz Menzile gidiyoruz.
Ve içimden bir ses 'sen de git' yönündeydi, işte o an içimdeki sese kulak verip;
- Bende gelmek istiyorum dedim.
Sağ olsunlar onlar da;
- Başımızın gözümüzün üstünde yerin var dediler.
İşte gidiş o gidiş, nasipte Seyda'yı görmekte varmış. Hiç unutmam oraya vardığımda, ilk iş Gavs-ı Azam Seyyid Abdülhakim El Hüseyni Bilvanisi (k.s)'ın merkadını ziyaret etmek oldu. Ancak ziyaret sonrasında hemen kafama takılan bir meseleyi şelale arkadaşlarından Kütahyalı Tahir Ukba’ya;
- Türkeş'te buraya gelmiş midir diye sordum.
Ancak sordum sormasına ama meğer sorduğum arkadaş milli görüş çizgisinden gelen bir arkadaşmış, adam ne desin, geldi dese bir türlü, gelmedi dese bir türlü, en iyisi mi kafam karışmasın, buradaki manevi atmosferden mahrum kalmayım diye 'Türkeş'te gelmiştir' deyivermiş.
Her neyse, şu bir gerçek, Seyda Hz.lerini ziyaret etmek bir bambaşka duyguydu, o kadar etkileyici nur yüzü vardı ki, beni benden almaya yetmişti. Aslında buraya gelmenin çok öncesinde medyaya düşen bir konu olması hasebiyle lise yıllarında çalıştığım matbaada bir ara Seyda konusu geçtiğinde ismini duymuşluğum vardı. İşte o duymuşluk kafamda iz bırakmaya yetmişti. Şöyle ki; bir gün matbaa ustam Zafer Okutmuş 'Erkekçe dergisi’ni karıştırır halde gördüğümde;
-Abi bu dergide ne var ki böyle pür dikkat kesilmiş haldesin diye sordum ve cevaben;
- Seyda Hz.lerinin çok yakışıklı olduğunu, hatta yurdun dört bir yanından giden birçok insanın o aydınlık yüzünden etkilenip içkiyi bıraktıklarını yazıyor demişti.
Gerçekten de günlerden bir gün Bayburt saat kulesinin az ilerisinde Yakutiye (Yeni) camisine namaz kılmak için gittiğimde benzin istasyonu sahiplerinden İrfan Türkoğlu ve arkadaşlarını camiide gördüğümde doğrusu şaşırmıştım. Meğer onlarda Menzil’e gitmişler. Tabii oraya gidenlerden bir kısmı eski alışkanlarına dönmüş olsalar da neden böyle oldu diye sorup araştırdığımda edindiğim ilk bilgiler ışığında oraya sadece onu görmek için gittiklerini, fakat elinden tutup ders almadıklarını söylemişlerdi. İşte o an, bu işte bir tuhaflık var diye kendi kendime düşündüm; Seyda Hz.lerini bir görmekle bir ay, bilemedin iki ay namaz kılacak hale geliniyorsa kim bilir bir de ders almış olsalar nasıl olurlardı. Zaten Allah var, orayı ziyaret edipte tekrar eski alışkınlıklarına dönenler hatayı hep kendilerinden bildiler, değil o kapıya hürmetsizlikte bulunmayı, kapıya laf atanları azarladıklarına şahit oldum da. Anlaşılan o ki, bir insan hangi maksatla olursa olsun Menzil’e yolu bir düşmeyi versin, aradan yıllar geçse de oranın manevi iklimini bir daha öyle kolay kolay unutamaz da.
Peki, Menzil'in benim ruh dünyamda ne gibi etkisi oldu derseniz, bir kere Erzurum’a dönüşte üzerimde ki tüm ağırlıkların kalkıp sanki sil baştan kendimi yeniden dünyaya gelmiş gibi hissettim. O an hayata sıfır kilometre başlamak gerektiğini düşündüm ve bu yolun esaslarını öğrenmek ve uygulama hevesi üzerime siner de. İşte bu duygular eşliğinde ilk iş olarak Menzil çorbasına kaşık çalmış, suyundan içmiş ve ekmeğinden yemiş arkadaşlarla beraber olmam gerektiğini idrak ettim. Öyle ki, o arkadaşlarla beraber 12 Eylül sonrası Kenan Evren’in o yasaklı dönemlerine hiç kimsenin kınayışına aldırış etmeksizin üniversite camisinde günlük Hatme-i Hacegan yapar olduk ta. Derken Fakülte arkadaşlarımın haricinde bir de bu tür gönül arkadaşlığı çevrem oldu. Mesela tanıştığım o gönül arkadaşları arasından İskender Çalış adında bir gönüldaşım vardı ki, onunla gönül arkadaşlığının yanısıra birlikte üniversite amblem ve rozet satmışlığımızda oldu, böylece hem dünyevi beraberlik, hem uhrevi birlikteliğimiz mezun olduktan sonra kopmaz da. Tabii Hatme-i Hacegan'a sadece üniversite kampüsünde değil, kampus dışında Erzurum’un bir çok yerinde de katıldığım olurdu. Katıldıklarım arasında en bilineni Şelale apartmanıydı, ama eskiden olduğu gibi ziyaret maksatlı değil, bu kez bana vesile oldukları bu yolun manevi havasını öğrenmek için gidiyordum. Hatta bu apartmanda o yıllarda öğrenci olup da, şimdilerde bakan, milletvekili, bürokrat, öğretmen, serbest girişimci, hemen hemen her meslekten arkadaşlarla gönül bağımız oldu da. İşte Recep Akdağ, Necdet Ünüvar, Nihat Tosun, Turan Buzgan, Mahir Ünal, Enginer Birdal, Muzaffer Sungur, Nurullah Zengin, Adnan Bozyel, Mehmet Emin Fidan, Tahir Ukba, Uşaklı Osman, Seyfi Kına ve daha nice isimler o yıllarda gönül bağı kurduğum arkadaşlardı. Şu da var ki, şelale sadece gönül bağı kuran dostların uğradığı bir yer değildi, daha başka arkadaşlarında uğradığı bir mekândı. Evet, görünürde öğrenci evi görünsede aynı zamanda düşenin elinde tutup yardımcı olmaya çalışan arkadaşlardı. Nasıl mı? Düşünsenize birlikte aynı yurt odasında kaldığım Cengiz Özcan adında solcu bir arkadaş Kastamonu Taşköprü’den anne ve babasını ziyaret dönüşü bindiği otobüsün kaza yapması sonucu beyin travması geçirip artık geçmişe ait hiç bir şey hatırlamaz hale gelmişti. Meğer kaza mağduru Cengiz aynı zamanda şelalede ki arkadaşımla da aynı fakülteden arkadaşmış. İşte Cengiz’in anne ve babası o elim kazanın acı haberini duyar duymaz Erzurum’a geldiklerinde şelale sakinleri bağırlarına basıp hemen evlerine misafir etmişlerdi. Dahası neyin nesi, neyin fesi demeden kapılarını açık tutacak kadar can yürek oldular. Böylece Cengiz’in anne ve babası kendileriyle hayat tarzı bakımdan taban tabana zıt bu insanlarla pekâlâ bir arada kalınabileceğinin bir örneğini yakından görmüş oldular da.
Bu arada Cengiz’den söz etmişken diğer yurt oda arkadaşlarımdan söz etmemek doğru olmaz. O halde bir kaç kelam da onlardan söz edeyim. Pakistan uyruklu arkadaştan tutunda, gitar çalan arkadaş mı ararsın, Mustafa Aktaş gibi şen şaklak arkadaş mı ararsın, Çorumlu Ahmet gibi uysal arkadaş mı ararsın, Mustafa Özdemir gibi âşık arkadaş mı ararsın, hemen her meşrepten oda arkadaşlarımız oldu. Farklı karakterde tiplerin varlığı hiçbir zaman bende rahatsızlık oluşturmadı. Hele Menzil'e gidip te Seyda Hz.lerini ziyaret etmek nasip olduktan sonra her gördüğüm insana aynı gözle bakma anlayışı benim ruh dünyamda daha da bir tavan yaptı diyebilirim. Öyle ki, her gün altı kişilik altlı üstlü yattığım ranzalı odadan sabah akşam kantine çay içmeye indiğimde tanıdık tanımadık kim olursa olsun Menzil'in manevi atmosferini anlatmaktan kendimi alamıyordum. O yıllarda iç dünyamızda izah edemeyeceğimiz bir muhabbet seli yaşıyorduk. Hatta bu nasıl bir muhabbet seliyse, kime ne anlatıyorsak hemen etkisini gösterip etrafımız da yeni arkadaşlar edindiğimizi fark ettik.
Yine üniversite kampusu içerisinde bir başka arkadaş grubu çevrem vardı ki, bunlarda hemşerilerimden oluşan arkadaş topluluğuydu. Yani hemşehrilerimle de zaman zaman yurt kantininde bir araya gelip çay sohbetlerimiz ve yurt kampusu içerisinde birlikte futbol karşılaşmalarımız olurdu. Hatta Öğrenci hemşerilerimiz arasında iki dönem milletvekilliği yapmış Fetani Battal ve şu an Bayburt Belediye Başkanımız Mete Memiş'le de top oynamışlığımız oldu. Bir gün hiç unutmam top oynarken Mete Memiş maç esnasında benim sürekli top kaptırmamdan olsa gerek sinirlenip karşı rakip tarafa geçmemi istemişti, tabii bu durum bende hırs etkisi yapmıştı, ama karşı tarafa geçip üst üste golleri attığımda Mete Memiş arkadaşımın pişman olduğunu gözlerinden okumam pekte zor olmadı. Ayrıca sportif faaliyet olarak hemşerilerimin dışında üniversite bünyesinde zaman zaman tekvando çalışmalarına da katıldığım oldu, ancak bu sporu daha sonraları devam ettiremedim, sadece sarı kuşak sertifikayla yetindim.
İşte buraya kadar anlatmaya çalıştığım bu güzel hatıralar eşliğinde nihayet başlangıçta kırk kişiyle başladığım fakülteyi sekiz kişiyle bitirmenin heyecanıyla üniversite hayatım sona ermiş oldu. Zaten benim üniversiteyi dört yıl içerisinde bitirmem gerekti, aksi takdirde bir yıl uzatmam demek yaz döneminde yeniden inşaatta çalışıp zarzor bir yıllık harçlık edinme çabası demekti. Bu yüzden benim üniversiteyi uzatmak gibi bir lüksüm olamazdı, Allah'a şükür kırk kişiyle başladığımız sekiz kişiyle bitirdiğimiz fakülteden ilk üçe girerek mezun olmayı başardım da.
Velhasıl, üniversite yılları gerçekten yazımın başında da belirttiğim gibi benim için kendimi bulduğum yıllardır. Öyle ki, o yılların heyecanını ruhumda bir kez daha hissedeyim diye elli yaşımdan sonra ikinci üniversite okumaya karar verdim, hatta 'Medya ve İletişim' okumanın mutluluğunu yaşadım ve mezun oldum da. Akabinde Radyo ve Televizyon programı okuyup, bu bölümden de mezun oldum, derken 'ilim pazara kadar değil, mezara kadar' olduğunu idrak ettim de.
Vesselam.
En son alperen tarafından 20 Ağu 2018, 12:44 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

Re:

Mesaj gönderen alperen »

BİRİCİK NUR YÜZLÜ KIZIM MERVE NUR
SELİM GÜRBÜZER

Bu yazı torun sahibi olmadan önce yazılan duygu yüklü bir yazıdır. Hele şükür İsmail Korkmaz adında babacan bir damat ve Halime Zeynep Korkmaz adında torunum var artık. İnşallah torunum yıllar sonra bu yazıyı okuduğunda onun hayatına da kılavuz olacağına inancım tamdır. Madem öyle, bakalım kızımı yuvadan çıkardığımda o duygu yüklü hatıra neymiş okurlarımla birlikte bir görelim. İşte o yazı:
Biricik Nur yüzlü kızım, artık ayrılığın vakti geldi. Hoşça kal, biliyorum annen, baban ve kardeşinden ayrılmanın zor olduğunu, yine de sen sen ol o tutku gözlerinden damlayan yaşı siliver. Nasıl olsa geride unutulmayacak dopdolu hatıralarımız var.
Yuvadan kopuş öyle kolay değil elbet. Çünkü anneni beyaz gelinlik içerisinde doğup büyüdüğü Karabük’ten alıp meslek hayatıma ilk adımını attığım İstanbul’a yola koyulduğumda ardımızdan anneannen ve dedenin mahzun bakışlarından bilirim bunu. Beyaz gelinlik içerisinde annenle önce karayoluyla Yalova’ya indik, ardından vapurla karşıya geçip İstanbul Anadolu yakasında ikamet ettiğim Güzelyalı’da dünya evine girdiğimde bir gün senin de ilerisinde beyaz gelinliğinle aramızdan ayrıldığında bu hüznü daha da iyi anlamış oldum.
Düşünsene, daha sen dünyaya gelmeden önce Güzelyalı’dan Sultanahmet’e tren, vapur ve Galata köprüsü üzeri yaya yürüyüşle çalıştığım Sultanahmet Sağlık Eğitim Merkezine gidiş gelişlerimin yorgunluğunu bir zaman sonra annenin “Bir çocuğumuz olacak” müjdesi ancak dindirebilmişti beni. Hele hele şu anne karnında iken ara sıra tekmeleyişlerin vardı ya, bir ömre bedeldi sanki. Tabii bazen sevinçle hüznü bir arada yaşadıklarımızda olurdu. Şöyle ki; hamilelik sürecinde ölçülen kan değerlerin çok düşük seviyeler de çıkması annenin moralini bozup karnında taşıdığı yavrusunun (senin) düşük doğma endişesine sevk etmişti. Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmemişti. Hatta o süreçte İstanbul’un o akışkan hareketli hayatından daha sakin bir şehre gitme düşüncesi zihnimde belirmeye başlamıştı. Nitekim o kararı almam pekte zor olmadı. Derken bu düşünceler eşliğinde Ankara’ya gelip rahmetli Turgut Özal hükümeti döneminde Oltan Sungurlu’ya durumumu arz edip apar topar Balıkesir’e tayinimi aldırıverdim.
Evet, anne karnında hicret nedir onu da seninle birlikte yaşadık. Çünkü Balıkesir tanımadığımız bir şehirdi. Allah’tan bir sofi referans olup Balıkesir’de tâ Gavs zamanından beri vekil olarak bilinen Hasan ağabeyimize göndererek yerleşim sıkıntısının giderileceğini söylemekle Ensari bir davranış sergiledi. Derken hem Hasan ağabeyimle tanışma lütfüne erişmiş oldum hem de evinde ağırlayıp balık ikram ettikten sonra Kamil Kaynaş gibi bir dostla tanışmış oldum. İyi ki de tanıştırıvermiş, bu sayede bana o kadar Ensar’ca candan davrandı ki “Siz hiç merak etmeyin evinize dönün eşyalarınızı toparlayana kadar yerleşeceğiniz evinizi biz buluruz” deyip oracıktan gönül rahatlığıyla ayrılmış oldum. Derken dönüşte eşyalarımızı toparlayıp anne karnında ilk nakli yolculuk gerçekleşip orada bizi dost Kamil Kaynaş kardeşim karşılayacaktır. O’nunla komşu oluruz da.
Günler günleri kovaladığında artık hamileliğin 9 aylık süreci tamamlanma vakti yaklaşmıştı ki; hastane önünde o dostumla gecenin epey ilerlediği vakitte aldığım doğum haberi artık baba olduğumun ilk müjdesiydi. Hastaneden eve geldiğinde annemin ve babamın yanımda seni kucağıma alıp sevdiğimde o an babaannenin şaşkın bakışları gözümüzden kaçmaz da. Öyle ki bir ara babaannen “Uuu görüyor musun, büyük oğlumdan görmediğimi küçük oğlumdan görüyorum” deyişini hatırlıyorum. Tabii bende babaannenin bu çıkışına dayanamayıp “Anacığım iyi hasta bu torununu senin yanında, şunun yanında, bunun yanında sevmeyeceğimde kimin yanında seveceğim” diyebilmişim. Malum olduğu üzere bizim doğup büyüdüğümüz Bayburt’ta evladını büyüklerin yanında sevme pek hoş karşılanmaz, olsun buna rağmen en azından böyle bir tabuyu kendi çapımda olsun yıkabilmişim.
Artık kendi başın yürür hale gelmiştin ki askerlik vakti yaklaşmıştı. Bu kez bizim aile efradı askere gittiğimde anneni ve seni nereye koyup gidecek diye konuşurken bu arada ben de asteğmenliğin ilk dört ayında ev kirası ve askerlik harçlığımın yetip yetmeyeceği endişesi içerisindeydim. Ve askerlik şubesinden gelen yazıda İstanbul Tuzla çıkmıştı. Malumunuz Balıkesir’e 2 saat uzaklıkta Yalova’da ikamet eden bir tane amcan vardı. Yalova’ya geldiğimde Yengeme dedim ki “Görüyorum ki bir yandan Bayburt’ta annem ve babam, bir yandan Yalova’da sizler eşim ve çocuğumu nereye koyacağım merak konusu. Doğrusu bunu anlamış değilim, bikere şunu iyi biliniz ki ailemin barınma diye bir meselesi yoktur, pekâlâ Karabük’te de kalabilirler. Tabii kimseden ses çıkmayınca bu kez “Bakın kimseye muhtaç oldukları için değil askerlik yapacağım yere yakın olduğu için Yalova’da yanınıza bırakıyorum” dedim. Böylece bu çıkışımla tartışmalara son noktayı koymuş oldum. Meğer herkesin derdi davası bakalım bizim oğlan hanım tarafına mı, oğlan tarafına mı bırakacak meselesi önemliymiş. Zaten hiç kimsenin bizim oğlanın acaba askerlik harçlığı var mı, kira meselesi var mı diye derdi yoktu, hatta lafı bile olmadı. Derken Yalova İskelesinden askere uğurlanışımda Allah kerim deyip vatani görevimi yapmak üzere vapura binişimde annene ve sana el sallayarak o curcuna havasından ayrılmasını bildim.
Vapur iskeleden epey uzaklaşmıştı ki; denize seyre dalaraktan hep sizleri düşündüm, o an vapurun Kartal iskelesine demirlediğini fark ettim. Vapurdan iner inmez Kartal istasyonundan Tuzlaya giden trene bindim. Tuzla Piyade Okulu Komutanlığının kapısından içeri girdiğimde asker olduğumu anladım. Yemin törenine 20 gün vardı. Bu süre zarfında hafta sonu ziyaretleri yoktu. Bu yüzden 20 günün geçmesini iple çekiyordum. Hasretlik kolay değildi elbet, zira yolumu bekleyen annen ve senin derin özlemi vardı içimde. Düşünsene hayat yolculuğuna acısıyla tatlısıyla birlikte çıkmıştık, nasıl unutabilirdim ki acımızı neşemizi hep annenle paylaşıp yokluğumuzu belli etmezdik. Öyle ki, yemin töreni gelip çattığında Tuzla Piyade okulunda aileler evlatlarını yalnız bırakmayıp yanlarında bulunurlarken o törende belki de sadece ben ailesiz yemin ediyordum, anlayacağın akrabayı taallukattan bir Allah’ın kulu yoktu yanımda. Neyse ki; bundan böyle hafta sonları Yalova’ya gidiş gelişlerimde sizleri görüp hasretlik duygumu gidermem o yalnızlığı unutmama yetmişti.
Bu arada İstanbul Tuzlada 4 aylık Yedek Subay eğitiminin sonunda asteğmen öğretmen olarak Malatya’ya dağıtımım gerçekleşir. Malum O yıllarda devletimiz öğretmen açığını gidermek için böyle bir uygulaması vardı. Doğrusu bu uygulamanın bana da denk düşmesine çok sevinmiştim. Nasıl sevinmeyeyim ki; hem küçük yaşlardan beri öğretmen olma duygusunu bu sayede tatma fırsatını elde etmiştim, hem de askerliğimi sivil olarak beraber geçirecektik. Nitekim vatani görevimin 12 aylık kalan süresi boyunca bizim için gerekli bir yer yatağı, bir katalitik soba ve birde açılır kapanır çocuk beşiğiyle otobüs bagajına koyup bindiğimizde İstanbul’u, Balıkesir’i ve Yalova’yı hatıralarımızla bir süreliğine baş başa bırakıyorduk. Derken Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı Bayramuşağı köyünde öğretmen lojmanına yerleşiverdik. Hele şükür bu sefer kafamızda geçim iaşe derdimiz yoktu. Aldığım asteğmen öğretmen maaşı Balıkesir’deki evin kira bedelini karşılamaya ve Kamil Kaynaş dostum üzerinden sipariş verdiğim gerekli çekyat, kanepe türü eşyalara yetecek taksit ödemelerime yetti de.
Tabii asteğmen öğretmenlik süresince Fen bilgisi, İngilizce, müzik gibi boşta kalan hangi ders varsa bana verdiler. Bizde zaten vatani vazifemiz gereği elimizden geldiği kadarıyla köydeki çocuklara yararlı olmaya çalıştık. Öyle ki; beraber görev yaptığım birkaç öğretmenle beraber köy okulumuzun adından söz ettirdikte. Zira okullar arası bilgi yarışmasında buna Akçadağ ilçesi de dâhil birinci olmuştuk. Allah’a şükür başımız yere eğilmedi.
Belki bilmezsin, vazife yaptığım köy ahalisi aleviydi. Bu yüzden cuma namazlarını karşı Sünni köye yarım saat süren bir yürüyüşün akabinde eda edebiliyordum ancak. Bir gün hiç unutmam köyde birisinin vefatı münasebetiyle alevi dedesi taziyeye gelememişti, bana Kur’an okumamı rica etmişlerdi. Yani iş bana düşmüştü, tabii bizde severek okuduk. Bu tavrım köy ahalisinin hoşuna gitmiş olsa gerek ki; “Hocam, bak bizim cenazemiz için hem Kura’n okudunuz hem de pilavımızdan yediniz. Bazıları var ki; bize selam bile vermiyorlar” diye sitem ettiler. Bende onlara “Kesinlikle aramızda ayrılık gayrilik olmamalı, bakın şurası Alevi kahvesi, şu karşı köyde ise Sünni kahvesi var. Sonuçta her iki kahvede de kumar oynanıyor. Alevi-Sünni kahvesi diye ayırmak marifet değil. Asıl kumara karşı birlikte olmak marifettir. Kaldı ki Hz. Ali (k.v) namaz kılıyordu, bakın bende kılıyorum, hatta gelin imam olun arkanızda namaza da durayım” dediğimde adeta birlik vurgusu yapmış oldum. Böylece Bayramuşağı öğretmenleri, köy ahalisi ve öğrencilerle birlikte çok iyi günler geçirmiş olduk.
Yetmedi, Bayramuşağı köyünde ara sıra hafta sonları Adıyaman-Kâhta Menzil köyüne annen ve daha henüz salına salına yürümeye başladığın çağlarda ziyaretlerimiz oldu. Tabii Bayramuşağı köy halkının, öğrencilerin ve öğretmenlerin bu ziyaretimizden haberdar değillerdi. Zaten bilmeleri de gerekmezdi. Zira o yolun lezzetini ancak yaşayan bilirdi. Bu öyle bir tutku halidir ki bir seferinde Seyda Hazretlerini ziyaret ettiğimde senin başını okşamasını içimden çok arzulamıştım. İşte arzu istek bu ya, Seyda Hazretleri namazı kıldırıp cami çıkışında Hane-i Saadatın avlusuna geçtiğinde seni kucağıma alıp boynu bükük peşi sıra takibe koyuldum da. Tam o esnada mübarek tam avlunun ortasında durduğunda kucağımda seni yere bırakıverdim, hele o pamuk elleriyle senin başını okşadığında o gün sanki dünyalar benim olmuştu. Derken maksadıma ulaşmanın sevinciyle Malatya’ya geldiğimde yüzümden hiç neşe eksik olmadı da. Hatta o pamuk el senin üzerinde etkisini gösterir de. Nitekim kız çocuklarında pek alışık olmadık bir davranışın gözümden kaçmaz da. Öyle ki çocuk halinle dışarıda kırda bayırda gezerken tıpkı Seyda Hz.leri gibi eller arkada geziyordun. Hiç kuşkusuz bu gezişinden çok keyif alırdım, çünkü senin bu yürüyüşün rabıtama da renk katıyordu. Her neyse sıra karne tatili geldiğinde annen ve sen birlikte Bayburt’a gidip anne baba ziyaretimizi gerçekleştirdik. Bayburt’ta 40 gün kaldıktan sonra tekrar ders başı yapmak üzere Malatya’ya geldik. Tabii bu arada terhis vakti yaklaşmıştı ki bu kez üzerime öğrencilerimden ayrılış hüznü bürümüştü beni. Hepsiyle helalleşip doğduğun Balıkesir’e tekrar dönüş gerçekleşir.
Balıkesir’de bir süre iş hayatıma devam ettiğim bir zaman diliminde Ankara’da bir zaman laboratuarda staj yaptığım Beşevler Sağlık eğitim Merkezinden aradılar. Beraber çalışmak istediklerini bildirdiler. Bunda bir hikmet var deyip bu teklifi kabul etmiştim. Kabul ederken de Atatürk Üniversitesinde okuduğum yıllarda şelale evinde tanışıp arkadaş olduğumuz dostlarımın birçoğu Ankara’da olması etken unsur olmuştu. Hatta Ankara’nın başkent olması dolayısıyla ilerleyen zamanlarda mesleki yönden kazanımlarımın olacağını da düşündüm, kim bilir bir gün bürokrat olma fırsatı da doğabilirdi. İşte bu duygu ve düşünceler eşliğinde Ankara’ya tayininim gerçekleşir. Derken Erzurum’da beraber olduğumuz arkadaşlarımın bulunduğu Etlik semtine yerleşiverdik.
Allah var, Balıkesir’de dostlarımın bizleri uğurlayışı da hoştu elbet, eşyalarımızın kamyona yerleştirilmesinde bile çok yardımcı oldular. Sabahın erken vaktinde Ankara’nın Etlik semtine indiğimde kamyondan eşyaları annenle birlikte taşıdığım o anı hiç unutamam. Güneş etrafı aydınlattığında bir zaman Erzurum’da üniversite öğrenci yurdunda kaldığımda zaman zaman hafta sonu ziyaretlerine şelale evinde tanışıp dost olduğum arkadaşlarım bizi karşılamaya geldiklerinde taşınma işlemi çoktan bitmişti bile. Tabii arkadaşlar bana “Ne acelen vardı, biz ne güne duruyorduk” diye sitem ettiler. Oysa kimseye yük olmama duygusu öteden beri bizim genlerimize işlemiş bir hasletti. Belki de bu duyguyu onlarda fark etmişti. Gerçekten de şelale dost arkadaşlarımla Etlikte aileleriyle birlikte akşam oturmalarımız, muhabbetlerimiz hayatımın en güzel geçirdiğimiz yıllardı. Onlarla birlikte olmak bir başka ufuk kapısı açmıştı bize. Öyle ki; Şelale dostlarımdan Nurullah Zengin, Muzaffer Sungur, Tahir Ukba, Uşaklı Osman, İskender Çalış, Adnan Bozyel, Necdet Ünüvar, Mehmet Emin Fidan, Şinasi Yaşar’ın nezdinde onlarla birlikte yeni arkadaşlar da edinmiştim. Yeni arkadaşlarım Şükrü Tarhan, Selçuk Bekâr, Sabri Özcan, Mertol Bulur, Nusret, PTT’ci Abdullah, Mustafa Bahar, Muzaffer Zengin, Mustafa Aguş, Vedat Güçler, Albay lakaplı Celaleddin Önder, Nafiz Çalık, Celaleddin Tarhan, genç Mesut Koçak, Hâkim Nevzat, Doğan Akın gibi her biri ayrı özellikte değerli dostlardı. Ailece biz onları sevmiştik onlarda bizleri sevmişti.
Sekiz yıl kirada geçirdiğim Etlikte birde sana kardeş gerekirdi ki; aramıza Ahmet Alperen dâhil oldu. Böylece kardeşlik sevgisini de tatmış oldun. Artık yalnız değildin erkek kardeşin vardı çünkü. Tabii benim açımdansa 2 çocuğun eğitimi, kira, ayrıca bir evimiz olsun diye kooperatif taksitlerinin getirdiği sıkıntılar kolay değildi. Hatta bu sıkıntıyı ailece birlikte göğüsledik de. Mümkün mertebe dostlarımıza sıkıntılarımızı belli etmezdik. Dostlarımın çocukları hali vakti bize göre çok iyi olmasına rağmen bunu dert etmedik. Ancak bir ara senin bazen akşam oturmalarına gelmek istemediğini fark etmiştim. Anladım ki arkadaşlarımın çocukları yanında senin mütevazı giysinin vermiş olduğu eziklik vardı.
Hatta o yıllarda Muhsin Yazıcıoğlu’nun katıldığı kongrelere ailece gittiğimiz günlerde olurdu. Bir seferinde Ankara Altın Park kongre organizasyonunda Hasan Sağındık müziği ile ruhumuzda fırtınalar estiriyordu. Müziğin akabinde Muhsin Başkan’ın karşısına hem seni, hem de kardeşini çıkardığımda kendisi sevip hal hatır etmişlerdi. İlginçtir o yıllarda Seyda Hz.lerinin Pursaklar’a teşrif ettiğinde tıpkı seni Menzilde başını okşayışında olduğu gibi kardeşin Ahmet Alperen’i de okşayacağı düşüncesiyle Pursaklar camisine gittiğimizde Seyda Hz.lerinin vefat haberi bizleri derinden sarsmıştı. Kafileler eşliğinde Etlikteki dostlarımızla birlikte Menzile vardığımızda Muhsin Başkanda vardı. Öksüz kaldığımızı sanmıştık, ama öksüz değilmişiz. Şükürler olsun Abdulbaki Hz.lerinin nefesi Seyda Hz.lerini gönlümüzde yaşatmaya yetmiş artmıştı bile. Oğlum Seyda Hz.lerini görememişti ama bu boşluğu kat be kat dolduracak Abdulbaki Hz.lerini görmüştü. Bir düşünsene, hani o dönemde kooperatif evimiz bitip Etlikten Sincan Fatih’e taşındığımız Güneşevler sitesinde misafir edip hiç hayatında doğru dürüst namaz kılmamış bir akrabamız vardı ya, hatırlarsın elbet, kendisi Cebecide oturuyordu, her gün ayyaş gezerdi. Onunla birlikte Menzile gittiğimizde yeni bir hayata dönüş yapması kardeşinin ruh dünyasında çok büyük etki bırakmıştı. İşte tamda ondan söz etmek zamanıdır. Malum bir seferinde Ünsal Baksı, ben ve kardeşin Ahmet Alperenle birlikte Menzil ziyaretlerimiz olmuştu. Gün geldi Ünsal amcanız akciğer kanser hastalığına yakalanmıştı, son nefesinde Kelimeyi şahadet getirip Saadatlara kavuştuğu haberi acımızı dindirmeye yetmişti. Biliyorum Ünsal amcanızı hep aileden biri bildiniz. Onun için hatırlatma ihtiyacı hissettim. Onun hayatını ailece yakinen izlediğimizde insan hayatının başlangıcından ziyade son nefesin önemli olduğunu idrak ettikte. Derken o manevi iklimin ne demek olduğunu yakından görmüş olduk.
Artık kiradan kurtulup, yeni evimizde kaldığımız sıralarda sen Tevfik İleri İmam Hatip okulunu okurken kardeşinde orta öğretimde okuyordu. Derken okulu bitirdiğinde katsayı adaletsizliğine uğrayıp ilahiyatın 2 yıllık açık öğretimini okudun. Bir seferinde Muhsin Başkan çalıştığım kurumuma bir cenazenin otopsisi için gelmişti. Kendisi daha önceleri Gündüz gazetesi, Nizam-ı Âlem dergisinde yazılar yazmam ve ara sıra genel merkeze gittiğimde karşılaşmalarımız olması hasebiyle bizi tanıyorlardı, ama 10 yıl ara vermiştim, genel merkeze gitmez olmuştum. Buna rağmen işyerinde karşılaştığımda ilk cümlesi; çocuklar nasıllar, iyiler mi sorusu oldu. Bende senin katsayı adaletsizliğinden dolayı 2 yıllığı okuduğunu söylediğimde, derin bir of çekip bu bizim kanayan yaramız deyip beni teselli etmişti. Evet, Muhsin Başkan böyle bir başkandı, çocuklarımızın hali vaktini bile dert edinen vefakâr bir dost liderdi. Zaten o buluşma üzerinden 2 ay geçmedi Muhsin Başkanın kar beyaz dağlardan gelen o vefat haberi yüreğimizi burkmuştu. İyi ki de o son buluşmamız olmuş, meğer o görüşme helallikmiş.
Hele şükür, iki yıllık öğrenimini başarıyla tamamlayıp ardından dikey sınavlarını kazanıp Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesine kayıt olman benim için en büyük hediye oldu. Bu arada Isparta’da nerde kalacaksın telaşı içerisinde Hızır misali yetişen Balıkesir’de ki dostum Kamil Kaynaş ve Ankara’da Adnan Bozyel amcanla telefonla istişare ettiğimde bana verdikleri adres üzerine İsparta’ya birlikte gittiğimizde her ikisinin de verdiği adreste Türk Dili bölümünde öğretim görevlisi Halil Karagöz ağabeyimiz çıkıp kendisiyle tanışma fırsatı bulmuştuk. Öyle ki; o ağabeyimiz dersi yarıda kesip bizimle hemhal olmuşlardı. Böylece sen yaşantısı yaşantınla uyumlu bir evde barınma imkânına kavuştun. O ev artık senin hatıralarının bol olacağı mekân olur da. Fakat, Isparta’da okuduğun sıralarda anneannen de Ankara-Yeni mahalle Onkoloji hastanesinde kemoterapi tedavisi görüyordu. Neyse ki ara sıra Isparta’dan Ankara’ya geldiğinde anneanneni hastanede ziyaret edip dualarını almasını bilebildin. Ne var ki mezuniyetinin son yılında anneannenin vefatı ailece bizi derinden etkilemişti. Her şeye rağmen yinede Allah sabrını verip derslerine çalışmayı ihmal etmedin. Artık mezuniyet törenleri yaklaşmıştı ki, seni bu kez annenle beni kep törenlerinde görme heyecanı sarmıştı. Biletimizi tam almıştık ki, o sırada Abdurrahim Karakoç vefat haberini işittik. Tabii Isparta’ya indiğimde hüznü ve sevinci bir arada yaşadım. Annenle sen kız arkadaşlarınla kaldığın evde, bense Halil Karagöz amcanın ayarladığı bir öğrenci evinde konakladığım güzellikleri yaşadık. Doğrusunu söylemek gerekirse kız arkadaşların tıpkı senin gibi candan yürektiler. Tanıştığımda artık onlarda bizim aileden sayılırlardı. Sağ olsunlar öğrenci harçlıklarından fedakârlık yapıp imece usulü hep birlikte bir cafede yemek ziyafeti vermeleri benim için hiçbir zaman unutulmayacak çok derin anlamı bir iz bıraktı. Öyle ki, arkadaşlarınla yemek yerken o ara Atatürk üniversitesinde öğrencilik yıllarımı hatırladım, yani kendimi öğrenci yerine koydum, eski günlerime döndüm bir an. Sanki aranızda anne baba yokta, bir öğrenci arkadaşınızınmış gibi bir hisse kapıldım o an.
Tabii sadece gözümde öğrencilik yılları canlanmamıştı. Bunun yanı sıra senin mezuniyet merasimini izlerken o ara Abdurrahim Karakoç’un hatıraları da gözümde canlanıverdi. Öyle ki, Kep töreni bitip Akşam olduğunda Isparta caddelerinde gezinirken biraz nefeslenmeye ihtiyacımın olduğunu hissedip annen ve senden müsaade isteyip kendimle baş başa kaldım da. Annen, kız arkadaşların birlikte eve gittiğinizde Isparta stadyumunda mezuniyet etkinlikleri hala devam ediyordu ki, ben de o akan kalabalığa dalıp türbinlere çıktığımda sanat dünyasından bir sanatkâr Mihriban şarkısını seslendiriyordu. İşte bu ses beni kendimden alıp kendime getirmeye yetmişti. Böylece Ankara’da defin esnasında bulunamama burukluğunu üzerimden alıp anısını tazelemiş oldum. Gerçektende bana ilaç gibi gelmişti. Bu bana Allah’ın bir lütfü oldu diyebilirim. Sabah uyandığımda ise annenle birlikte beni Eğridir gölüne götürmüştün, tabii bu da içimdeki fırtınaya dindirmeye yetmişti. Hatta bir ara baba kız gölün kenarında çayımızı yudumlarken dertleşmiştik bile. Bana bürokrat olmak için verdiğim uğraşlarımın hangi noktada olduğunu sorduğunda “bize hala dost elinin uzanmadığını’ söylediğimde; ‘Baba canın sağ olsun bunda da bir hayır vardır’ teselli edişin benim için çok güzel bir duyguydu. Nasıl güzel bir duygu seli olmasın ki, Erzurum şelale dostlarımın her biri belirli mevkilere gelmiş ama babanın kenarda kıyıda kalmışlığını unutturmuştun. Derken dostluklar mezara kadar değilmiş, bize bizden fayda var dedik ailece tam yürek olduk ta. Meğer ailece baş başa kalmakta güzelmiş.
Evet, sevinç ve hüzün dolu yıllar böyle geçti. Artık senin üniversite hayatın bitmiş yeniden yuvana dönmüştün. Derken Güneşevler sitesinden çok sevdiğimiz küçük yaşlarda gözlerini kaybeden komşumuz âmâ Ömer ağabeyimizin tavsiyesi üzerine seni istemeye geldiler. Bu vesileyle aileler birbirlerini tanışıp Allah’ın emri Peygamberin buyruğu gereği nişanlandın. Derken sen mütevazı bir aile yuvasında bizimle beraber çile ve hüznü bir arada yaşayıp bu günlere böyle geldin.
Ancak gönül çilesi bu ya, düğününe 20 gün kala Alparslan Türkeş’in vefat yıldönümü anma töreni esnasında fenalaşıp kalp krizinden vefat eden dayın Zülküf Köse’yi kaybettin. Demek ki, kaderde dayının o mutlu gününü görememekte varmış. İlginçtir düğününün Demetevler Afitab Kültür merkezinde olmuştu, bu tesadüf olamazdı elbet. Anneannenin kemoterapi tedavisi olduğu Onkolojinin hemen altında bir mekandı. Düşünsene, Onkoloji Hastaneye gidiş gelişlerimizde kim derdi ki bir gün sen buradan Aksaray’a beyaz gelinlik içerisinde gideceksin. Sevilmiş olduğun o kadar besbelliydi ki, nikahta da yalnız değildin, Isparta’dan gelen Esin ablanız, Remziye, Funda, Sevilay, Safiye, Beyhan, Semra, Hava Nur, Kübra ve lise arkadaşlarından Zehra, Büşra Sümeyra, babanın yurtta aynı odada kaldığı Mustafa Özdemir amcan, Etlik arkadaşları, komşularımız, anne ve baba sülalesi, mailleriyle mutluluk dileklerini bildiren Bayburt Postası Gazetesini yeşerten Kürşad Okutmuş ve Murat Okutmuş, Adana milletvekili Necdet Ünüvar ve Manisa milletvekili Selçuk Özdağ’ın sevincini paylaşan telgrafları vardı.
Sözün özü yazımın başında da belirttiğim üzere seni yuvadan çıkarmak gerçekten kolay değilmiş. Hala bu gün olmuş seni beyaz gelinlik içerisinde bizim üzerimizde bıraktığın o derin hatıralarınla birlikte Aksaray’a uğurlayışının sevincini yaşıyoruz da. İlginçtir yuvadan beyaz gelinliğinle uğurladığımız gün ta Gavs-ı Bilvanisi Abdülhakim el Hüşeyni (k.s) zamanından hatırı sayılır sofilerinden Dr. Ahmet Çağıl’da beyaz kefeniyle toprağa verilip Hakka yürüyordu.
Velhasıl; Şimdi sende bir anne olma yolundasın. Şimdi bir baba olarak Yolun ve bahtın açık olsun demekten başka daha ne diye bilirim ki.
Hoşça kal biricik nur yüzlü kızım Merve Nur.
Vesselam.
Cevapla

“Makaleler” sayfasına dön