DÜNYAYA YÖN VEREN BİLGE ŞAHSİYETLER

İslami İçerikli Makaleleri Paylaşabileceğiniz Alan

Moderatörler: ucharfbesnokta, Ertugrul

Cevapla
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

DÜNYAYA YÖN VEREN BİLGE ŞAHSİYETLER

Mesaj gönderen alperen »

DÜNYAYA YÖN VEREN BİLGE ŞAHSİYETLER
SELİM GÜRBÜZER

Dünyaya yön vermek olumlu ya da olumsuz yönde olabiliyor. Aşağıda vereceğimiz örnekler bunu teyit ediyor zaten. Tabii bizim tercihimiz insanlığı olumlu yönden etkileyen bilge insanların ön görüleridir. Şayet bir arada yaşadığımız dünyamızın kana bulamama diye bir derdimiz varsa buna mecburuz da. Ama şu da bir gerçek dünya döndükçe iyi ve kötü, pozitif ve negatif gibi daha nice birbirine iki zıt kategorize edebileceğimiz tüm ikilemleri yaşayacağımız muhakkak. Madem öyle, müsbet ya da menfi yönde hiç fark etmez dünyaya nasıl yön veriliyormuş bir izleyelim görelim.
Niccola Machiavelli; siyasetle ahlakın birbirinden ayrı düşünülmesi gerektiğini ve siyasi iktidarın korunması için her türlü hilekârlığın, ikiyüzlülüğün yapılabileceğini söyleyecek derecede pragmatist bir rehberdir. Dahası o, siyaset bilimini pragmatizm zeminine oturtmaya çalışan ve bu yönde siyasi iktidarlara “Hükümdar” adlı eseriyle ışık vermeye çalışan bir düşünürdür. Zaten günümüzde siyasetçilerin de canına minnet, tam da siyasi arenada izledikleri Makyavelist siyasetin ta kendisi bir yol izlemekteler. Kelimenin tam anlamıyla dürüst siyaset, siyasi ahlak hak getire, kahır ekseriyet politikacıların birçoğu doğrudan siyasetlerini Makyavelli‘inin gösterdiği yoldan sürdürmekteler.
Thomas Paine; 1737’de İngiltere’de doğup büyüdüğü vatanından 1775’te Amerika’ya göç ettiğinde gördüğü lüzum üzerine Amerika’nın İngiliz yönetiminden çıkıp bağımsız devlet olması gerektiğini gür bir sesle dile getiren bir isimdir. O aynı zamanda bir kıtanın devamlı bir adadan idare edilmesine itiraz ederek Amerika’nın bağımsızlığına, hatta davasına gönül veren kişiliktir. Paine, bu düşünceler eşliğinde bu arada ABD ismini kullanan ilk isim olarak tarihe not düşmüş olur.
Adam Smith; Devletçi ekonomilerin istila ettiği bir dönemde, bir ülkenin zenginliğini sağlamanın en kestirme yolun her insanı serbest bırakmaktır deyip adından kapital baba olarak söz ettiren bir düşünürdür. Derken Adam Smith bu düşünceler eşliğinde liberalizmin ve kapitalizmin kurucusu olarak siyasi tarihe adını da yazdırmış olur.
Thomas Robert Malthus; Nüfus konusunda ileri sürdüğü görüşlerle dikkat çeken bir isim. Kendisi Adam Smith’in bir başka versiyonu diyebileceğimiz noktada zenginliğe sebep teşkil edecek doneler üzerindeki incelemelerinin tam aksine yoksulluğa sebep teşkil edecek doneleri kendine esas almıştır. Nasıl mı? Mesela Malthus nüfus artışı için “ 1, 2, 3, 4, 8, 16, 32, 64, ..” şeklinde bir katsayı dizilimi ile formüle ederken gıda maddelerinde artışı ise; “1, 2, 3, 4, 5, 6, 7 ..” şeklinde bir dizilimle izah ederek formüle etmiştir. Kelimenin tam anlamıyla yoksulluğun nedenini matematiksel verilerle izah etmeye çalışmıştır. Bu arada ilginç olan Malthus’un yoksulluk üzerine kaynattığı kazan, bugünde lehte ve aleyhte tartışmalar eşliğinde devam ediyor olmasıdır. Öyle ki kimi nüfus için güç faktörü derken, kimileri de yoksulluk faktörü diyerekten tartışmanın fitili alevlendirmiş olunur. Derken hayatın bir mücadele alanı olduğundan dem vurularak insan nüfusunun gıda hammaddelerinden daha hızlı bir şekilde arttığına, fakat bu durum bazen hastalık, deprem ve olağan üstü birtakım tabiat olayları ile dengelendiği noktasında tartışmalar ilerleyip durur da. Tabii bu durumda Darwin ise işin içine hemen balıklamasına dalıp güya canlılar âleminde acımasızca kavganın yaşanarak tabii seleksiyon denen ayıklama metoduyla güçlü olanların ayakta kaldıkları, zayıfların ise elenip yok oldukları fikriyatını etrafına işleyecektir.
Henry David Thoreau; En iyi hükümet hiç hükmetmeyendir, bütün seçimler bir çeşit kumar oyunu, eğer hükümet sizi başkasına haksızlık yapmaya alet ediyorsa yapman şey alet olmamandır diye öğüt veren bir isimdir. Dahası Thoreau; “insanın vicdanı daima devletin en yüce rehberi olmalıdır” vurgusuyla bireyi ön plana alan anlayışın bayraktarlığını yapmış bir düşünürdür.
Mahatma Gandhi; Mağdurların sesi diyebileceğimiz sivil inisiyatif öncüsü bir şahsiyettir. O besbelli ki; Thoreau’nun yaktığı meşaleyi daha da bir ileri noktaya taşıyaraktan, yani ‘Pasif direnmenin kutsal kitabı’ haline dönüştüren öncü bir liderdir. Dahası Gandhi; “En despot idare bile çok defa despot tarafından zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığını anladığı anda onun kuvveti gitmiş demektir” şeklinde bir tez geliştirerekten Thoreau’nun sivil itaatsizliğini sivil inisiyatife dönüştürerekten adından söz ettiren bir isimdir
Karl Marks; Proletaryanın sesi diyebileceğimiz bir düşünürdür. Dahası Hegel’in diyalektiğini ters yüz ederekten tarihi materyalist manifestoya dönüştüren bir isimdir. Zira savunduğu teorisini tarihi süreç içerisinde gelişen olayları sosyolojik evrelerle teorisini ortaya koymuştur. Şöyle ki; ortaya koyduğu evreler sırasıyla antik dediği çağda köle ve esirler, feodal çağda toprağa bağlı köle ve senyörler, kapitalizm çağında patron ve ücretliler, derken bütün bu aşamaların tamamlanacağı çağa gelindiğinde ise sınıfsız toplum denen komünal toplumun oluşacağını dile getiren bir ideologdur. İşte Karl Marks kafasında ördüğü bu hiyerarşik fikir ideolocyadan hareketle “İşçinin satacak tek malı vardır o da emeğidir. Kâr, faiz ve rant işçiden çalınan artık değerin ürünüdür” gibi söylemlerle ortaya artık değer teorisini atmayı da ihmal etmez. Hatta Marks daha da hızını alamayıp toplumun dini inançlarını ideolocyasına konu edinip zenginler tarafından yoksullara yutturulmuş afyon olarak niteler de. Aslında Karl Marks’ın seveninin bu denli çok olmasının nedeni dünyada açlık sefalet içerisinde kıvranan milyonlarca insanın yoksulluk duygularına tercüman olacak söylemleri bir doktrin halde sunmuş olmasıdır. Kelimenin tam anlamıyla Adam Smith doktrinini zenginler üzerine inşa ederken, Karl Marks ise doktrinini tam aksine yoksullar üzerine bina etmiş bir düşünürdür.
Adolf Hitler; lider ya da Führer’e (şefe) kayıtsız şartsız itaat etmek prensibini bizatihi şahıs bazında uygulayıp aynı zamanda düstur edinmiş bir liderdir. Nitekim uygulamalarına baktığımızda tek düşman ilkesini esas alması onun düstur edindiği Nazizm ruhunu yansıtmaya yeter artar da. Örnek mi? İşte Hitler’in gözünde tek düşmanın Yahudiler olması bunun en tipik örneğidir zaten. Hitler uygulamalarında tek düşman bellediği Yahudi düşmanlığıyla da yetinmez idare ettiği ülkesinde demokrasi kavramı yerine liderliği baş tacı ilke olarak devreye koyması da en dikkat çeken uygulamalarından biridir. Hitler uygulamalarını kendince haklı göstermek adına bu hususu şöyle dile getirir de: “Çoğunluğa uymak budalalık alameti, aynı zamanda korkaklıktır. Yüz tane kafadan akıllı bir adam çıkaramadığımız gibi, yüz tane korkak kafadan kahramanca bir karar çıkartamazsınız.” Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz Hitler bu ya, ileri sürdüğü bu teziyle Nazizm ırk ayrımcılığı olarak sahne almasına yetmiştir. Ayrıca uygulamalarıyla gelmiş geçmiş tüm dünya liderlerine kötü örnek teşkil edip böylece bilhassa demokrasiden yoksun ülkelerde Führer sisteminin egemen bir küt anlayış olarak yerleşmesine vesile olmuştur.
Alfred Thayer Mahan; “Denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur” görüşüyle adını duyuran bir isimdir o. Hatta O; İngiltere’nin ve Kuzey denizi ticaret yollarına hâkimiyeti ona üstünlük kazandırdığını, Japonların ise uzak doğuda en büyük deniz gücü olduğunu örnek gösterip teorisinin yabana atılır cinsten bir teori olmadığını gösterebilmiştir.
Halfrod John Mackınder; “Doğu Avrupa’ya hâkim olan merkez bölgeye egemen olur, merkez bölgeyi ele geçiren dünya adasına, dünya adasına egemen olan ise dünyaya hâkim olur” düşüncesini savunan bir isimdir o. Böylece Mahan’ın ileri sürdüğü görüşün bir başka versiyonu diyebileceğimiz bir tezle merkez bölgenin Avrupa ve Asya’nın denizden olan kısmı olduğunu belirtmiştir.
Herrick; “Uçaklara hâkim olan üslere, üslere hâkim olan göklere, göklere egemen olan dünyaya hâkim olur” düşüncesini ortaya atarak hem Aıfred T. Mahan'dan hem de Sır Halfrod J Mackınder’den tam tamına farklı bir tez geliştirmiş bir düşünürdür. Böylece farklılığını hava gücünün önemine dikkat çekerek ortaya koymuş oldu.
Alfred Nobel; Kimya laboratuarında ölüm tehlikesine aldırış etmeksizin aşkla şevkle işini yapmaya çalışan bir bilim adamı olarak dikkat çekmiştir. Bikere her şeyden önce o, patlayıcı maddeyi bulmayı kafasına koymuştu ya, istese de o çalışma azmini içinden asla söküp atamazdı. Öyle ki kafasına koyduğu patlayıcı madde üzerinde tam çalışma esnasında bir gün büyük bir patlamayla yanında ki yardımcı eleman ölürken kendisi de ancak yaralı olarak kurtulabilmiştir. Ama gel gör ki, tüm bu yaşananlara rağmen yine de o patlayıcı madde bulma düşüncesinden vazgeçmiş değildi. Nitekim yine günlerden bir gün tezgâhın üzerinde en ufak sarsıntıda patlayacak denilen nitrogliserin maddesi duruyordu ki, bir ara eğilip kalktığında tezgâha dokunduğunda o maddenin yere düşmesiyle birlikte kendisinin de paniklemesi aynı anda oldu diyebiliriz. Neyse ki bu kez korktuğu başına gelmez, çünkü tezgâhtan düşen nitrogliserinin yerdeki kumlara karışaraktan hamurlaşıp etkisiz hale gelmişti. Ve böylece bu olay kendisine yeni bir ufuk açıp en tehlikeli bir maddenin icabında etkisiz hale dönüşebileceğini gözlemleyerek öğrenmiş oldu. Öyle ya, madem nitrogliserin maddesi kuma karışınca patlamıyor, o halde nitrogliserinin içerisine kum, kil ve selüloz gibi maddeler karıştırıp dinamit elde edilebilir pekâlâ. İşte Alfred Nobel bu tür düşünceler eşliğinde icabına bakıp dinamit keşfedilmiş olur. Tabii dinamitin keşfi iyi hoşta, keşfedilen dinamit kötü yollarda kullanıldığında bir başka felaketi beraberinde taşıyacağı da muhakkak. Ancak yine de o bu buluşuyla kazandığı paraları fizik, kimya, tıp, edebiyat ve barış alanında insanlığa hizmet için koşan eser sahiplerine verilmek üzere Nobel vakfına bağışlamakla muhtemel felaketlere yol açacak kaygısını bir nebze olsa dindirebilmiştir. Tarihler 1896’ı gösterdiğinde hayata gözlerini yumup adına her yıl düzenlenen Nobel ödülü törenlerinin gelenek haline gelmesiyle birlikte bilim dünyasının gönül tahtında yaşar da.
Nicolaus Copernicus; Dünyanın güneş sisteminin merkezi olmadığını ve bütün gezegenlerin güneş etrafında döndüklerini anlatan ilk bilge isimdir o. Bruno’dan farklı olarak uzayın sınırsız olduğunu belirten bilge şahsiyet olmasıdır. O bu bilgeliğini ortaya koydu koymasına ama bunun bedeli kendisine çok ağır bir şekilde engizisyon mahkemesince yakılarak ödettirilir. Ne diyelim işte görüyorsunuz orta çağ kafası bu ya, Batlamyus’un dünya sabit ve hareketsiz tezi skolastik kafalar tek kabul gören bir kriterdir. Neyse ki, sonuçta kazanan skolastik ortaçağ kafası değil geçte olsa bilgeliğinin kıymeti sonradan anlaşılan Nicolaus Copernicus’un ebediyete mal olan düşünceleri olacaktır. Ve bilim tarihi onu haklı çıkarır da.
Sir Isaac Newton; Evrenin nasıl matematik kanunlarla idare edildiğini gösteremeye çalışıp tabiatta benzer sebeplerin benzer sonuçlar doğuracağını, içinde konuk olduğumuz dünya dâhil tüm gezegenleri güneş etrafında dolaştıran kuvvetin çekim kuvveti olduğunu ileri süren bir bilge dehadır. Ve bilgeliğini gezegenlerin elips şeklinde bir seyir takip ettiğinden hareketle çekim kanunuyla izah ederek ispatlamıştır. Hatta Newton bunlarla kalmayıp yaptığı keşifleri şu başlıklar altında tasnifler de:
- Diferansiyel hesap,
- Işığın birleşimine ait kanun,
- Evrensel çekim kanunu.
Werner Heisenberg; Tabiatta benzer sebeplerin benzer sonuçlar doğurduğu (belirlilik-deterrminizm prensibi) fikrine karşıt bir görüş ortaya koyaraktan herhangi nükseden bir olayın arka planında sebep netice ilişkisinin hiçbir zaman aynı sonuçları doğurmayacağına vurgu yapıp belirsizlik ilkesini (indeterminizm) savunmuştur. Ve bu tezini “Öyle bir noktaya varmış bulunuyoruz ki, gerçek denilen olgular bir duman halinde kayboluyor, madde parmaklarımızın arasından adeta kayıyor” diyerekten ortaya koymuştur. Gerçekten de madde üzerinde birtakım işlemler uygulandığında bir bakıyorsun buharlaşaraktan ortada madde denen bir şey kalmadığını gözlemleyebiliyoruz. Tabii bu durum her madde için aynı değil elbet. İşte bu noktada Sibernetik bilimi (otomatik makineler tarihi bilim) Newton’la Heisenberg arasında orta bir yol bulup, yani determinizm ve indeterminizm arasında bir yol bularak tabiatta cereyan eden bir çok hadisenin yaratıcı gücün tayin ettiği sınırlar içerisinde seyrettiğine dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla ortada ne belirlilik ne de belirsizlik vardı, bilakis ortada sadece külli iradenin belirlediği daire içerisinde cüzi iradenin hareket manevrası vardı.
Arşimet (Archimedes); Bir hamamda su ile yıkanırken suyun kaldırma kuvveti kanununu keşfetmesiyle adından dünyanın ilk ve en büyük bilim adamı olarak söz ettiren meşhur Antik yunan matematikçi, fizikçi, astronom, filozof ve mühendis bilge bir şahsiyettir. Nitekim bilimin milattan öncesi ve sonrası olamayacağını Arşimet’in hayatında yaşadığı olaylara bakaraktan da anlayabiliyoruz. Malumunuz kendisi milattan önce 287 yılında Sicilya’nın Sirakuze şehrinde dünyaya doğa gelmiştir. Aynı zamanda babası da bir bilim adamıdır. Babasının adı Pheidias olup, daha çok ilgi alanı astronomi olmuştur. Babasından besbelli ki bilim ruhu kendisine sirayet etmiş olsa gerek ki genç yaşta İskenderiye’ye gidip zamanın ünlü matematikçi Öklid’e talebe olmuş bile. Üstelik yaşadığı dönemde Kartaca ile Roma arasında cereyan eden sonu gelmez savaşlara rağmen o çıkan savaşlara hiç oralı olmaksızın bilim yolundaki hedefinden asla geri durmadı. Öyle ki, günlerden bir gün Romalı kumandan Marcellus’un Sirakuze’yi fethettiği esnada, askerlerinden biri sahilde kumlar üzerinde birtakım çizgiler çizen bir adama denk gelir. Ve o adam Arşimet’ten başkası değildir elbet. Tabii asker bu durumda Arşimet’i, Marcellus’a götüreceğini söyler, ama hiç oralı olmaz, hala o kafasını kurcalayan problemi kumlar üzerinde çözme derdindedir. Asker bu kez avazının çıktığı kadarıyla yüksek tonla seslenince; askere verdiği cevap çok manidardır: “Problemi çözmeden asla bir yere gitmem.” Derken bu söz askerin onuruna dokunmuş olsa gerek ki mızrağıyla ünlü bilgin Arşimet’in kalbine saplayıp oracıkta öldürüverir. O öldürdüğünü sana dursun, oysaki Arşimet bulduğu Arşimet kanunuyla bilim dünyasının belleğinde bilge deha olarak yaşamaktadır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz bilim böyle bir şeydir, bilge şahsiyetleri tarihin hafızasına silinemeyecek derecede nesiller boyu kuşaktan kuşağa adı unutturulamıyor. Nitekim tarihin hafızasından o silinmez buluşu sayesinde sıvıların kaldırma kuvvetiyle ilgili kanununu öğrenmiş bulunuyoruz. Böylece onun öğretileri sayesinde gelinen noktada tüm dünyada deniz altından tutunda deniz üstü her ne varsa birbirinden değişik türden teknolojik gelişmeler sahne alabiliyor. Şimdi bu baş döndürücü gelişmelere şahit olduktan sonra Arşimet hakkında daha ne söyleyebiliriz ki. O zaten yapacağını yapmış, dolayısıyla onun hakkında söyleyeceğimiz en son sözümüz; “O unutulmayacak derecede bilime katkı vermiş çok büyük bir bilim adamıdır” demek olacaktır.
Albert Einstein; Almanya doğumlu yirminci yüzyılın teorik fizik dehasıdır o. Onu çocukluğunda ilk etapta görünümüne bakaraktan saf birisi sanıyorlarmış. Hatta öğretmenleri onun için son derece donuk, ama bir o kadarda zihnini alışılmışın dışında farklı bir şekilde çalıştığını dile getirmişlerdir. Aslında öğretmenlerinin farklı çalıştığı dedikleri şey onun doğuştan pratik zekâya sahip olduğunu gösteren farklılığın ta kendisi bir durumdur bu. Nitekim bunun ilk emaresini ta 12 yaşlarındayken kendi kendine geometriyi çözmekle göstermiştir. Babası her ne kadar oğlunun kendi işlettiği elektrik fabrikasında çalışmasını arzulasa da, o bundan hoşnut olmayıp matematik ve fizik alanında ilerlemeye azmedecektir. Ve böylece Zürih şehrindeki politeknik akademisinde okumaya koyulup fizik öğretmeni oluverir de. Ancak öğretmenlik yaptığı yıllarda ta çocukluk yıllarında hedefine koyduğu diğer çalışmalarının aksayacağını fark edince soluğu İsviçre Patent ofisinde alıp oraya memur olarak atanır. Memuriyeti boyunca boş durmayıp yazmaya başladığı “İzafiyetin Özel Teorisi” adlı eserini tamamladığında bu eser onun biranda şöhret kazanmasına ziyadesiyle yeter artar da. Öyle ki; bilim dünyasında kendisine gıpta ile bakılan bir isim olur. Derken birçok Avrupa üniversitelerinden teklifler almaya başlar ve teklifini geri çevirmediği Berlin üniversitesinde 1914 yılı itibariyle fizik profesörü unvanına kavuşur da. Ancak 1933 yılına gelindiğinde Adolf Hitler'in Almanya’nın başına geçmesiyle birlikte işler sarpa sarıp tüm çalışmaları heba olacak bir şekilde sekteye uğrayacaktır. Hatta birçok konular da ters düştüğü Hitler'e karşı çıkmanın bedelini elinde ne var ne yok tüm mal varlığına el koyulmasıyla ödeyecektir. Derken bu noktadan sonra artık doğup büyüdüğü Almanya’dan Amerika’ya hicret etmek zorunda kalacaktır. Günler günleri kovalayıp tarihler en nihayet 1955 yılını gösterdiğinde ise öz vatanından uzak Amerika’da ömrünü tamamlayıp hayata veda edecektir.
Her neyse hayatında bir takım gelgitler olmuş bikere, şimdilik biz onun biyografisini kısacıkta olsa anlattıktan sonra asıl bizi ilgilendiren bilimsel çalışmalarına göz attığımızda dopdolu hayat anıları kadar ortaya koyduğu bilimsel çalışmalarda çok takdire şayan çalışmalar olduğunu görürüz. Şöyle ki; o önce fotoelektrik kanunu geliştirip kitle iletişim araçlarının doğuşunun kapısını aralar. Sonrasında enerji ile kütle arasında ilişkinin e= m.c² formülüyle aynı şeyler olduğunu ortaya koyar. Bir başka ifadeyle kütlenin enerjiye dönüşmesi esnasında ortaya çıkacak müthiş enerjiyi gösterecek sırrın ancak e= m.c² formülüyle anlaşılabileceğini ifade eder. Derken kütlenin aslında yoğunlaşmış enerji olduğu açıklığa kavuşmuş olur. Einstein aynı zamanda Newton gibi çekim olayının sadece ve sadece cisimlerin kütlelerine bağlı bir kuvvet olmayıp, buna ilaveten küreler arasındaki magnetik alanların da (gravitasyonal çekim alanı) olabileceğini hesaba katmak gerektiğini kanaatine varmıştır. Hatta o kanaatle yetinmeyip çekim sahalarının varlığını bir takım matematiksel hesaplarla ispatlayarak adını ilklere yazdıran bir bilim adamı hüviyeti kazanmıştır. Öyle ki o, güneş gibi büyük kütlelerin her daim etraflarında büyük çekim alanlarının var olduğunu, hatta bu çekim alanların uzayı bile eğip bükebilecek güçte olduğunu ileri sürüp dikkatleri bir anda üzerine çekmeyi bilmiştir. Bununla da kalmayıp, bu konuda; “Göreceksiniz 1919 yılının mayıs ayında bir güneş tutulması olacaktır. Güneşin çekim alanı nedeniyle ondan uzaktaki yıldızların ışıkları, güneşin yakınından geçerken ister istemez güneşe doğru kırılacaklardır. Şayet inanmayan varsa gidip bakabilir, hatta teleskoplarını ona göre ayarlasın” diye bir iddiada bulunmuştur. Gerçekten de denilen gün gelip çattığında güneş tutulması gerçekleşir de. Bu yüzden onun izafiyet teorisi sayesinde güneşin çekim kapsam alanına giren bir ışığın 1,75 saniyelik bir derece ile kırılıp yol değiştireceği hesabı bilim dünyasında adeta bir çığır açmıştır. Hatta bu sahaların ışık tayflarını bile kıracak güçte olduğunu ispatlar da. Hakeza yine Einstein, sadece uzayı uzay olarak düşünemeyiz, hatta uzaya zamanı da katmak gerekir görüşünü ortaya atarak zaman kavramının izafi olduğunu “Bugün görülen yıldız aslında uzun zaman önce orada mevcut olan yıldızdır. Belki de o biz kendisini gördüğümüz zaman o artık yok olmuştur” sözleriyle izahat getirir. Böylece o, zamanın gözlemcinin bulunduğu yere ve hızına göre değiştiğini, mutlak zamanın olmadığını ileri sürmüştür. Yani zamanın beynimizin ön gördüğü bir takım sıralama alışkanlıklarından kaynaklanan bir algılama biçimi olduğuna dikkat çekmiştir. Bu sıralamanın daha çok “öncesi-sonrası” gibi bir tertibe dayanarak ileri akma şeklinde algılanmaktadır. Oysa bu ön algılamalar olmasa ileri akmanın tam aksine “sonrası-öncesi” bir tertibin algılanması da pekâlâ mümkün. Nitekim rüya âleminde saatlerce yaşandığını sandığımız pek çok olaylar dizisinin aslında birkaç saniyede cereyan eden hadiselerin ta kendisi bir değişik zaman boyutunu olduğunu göstermektedir. Bu yüzden Albert Einstein bilimsel çalışmalardan elde ettiği verilerden hareketle zaman mekânın bir değişik boyutudur demekten kendini alamamıştır. Hatta demekle yetinmez bunu asansör örneği ile şöyle açıklık getirir de:
- “Bir an olsun kendimizi dünyada değil de asansör içerisinde doğduğumuzu düşünelim. Şayet asansör belli bir sabit hızla yükselirse bizim asansörün yükseldiğini fark etmemiz imkânsızdır. Tıpkı dünyanın döndüğünü fark etmediğimiz gibi..”
Böylece Einstein verdiği bu asansör örneği ile zamanın göreceli bir kavram olarak izafi bir algılama biçimi olduğunu ortaya koymuştur. Özetle; Einstein gerek foto-elektrik kanunu, gerek enerji kitle ilişkisi, gerek zamanın izafi değerliliği, gerekse mekânın ve bütün hareketlerin eğriliği ve ışığın evrende tek değişmeyen nicelik olduğunu izafiyet teorisiyle gündeme oturtan bir fizik üstadıdır. Her şeyden öte yer, zaman, şekil ve hareketle her ne varsa tüm ilişkilerin nisbi olduğunu ve mutlak olmadığını haykıran bir bilim adamıdır. Nitekim O; “Deruni bir inanca sahip olamayan gerçek anlamda bir bilim adamı olamaz” demiştir. Bu sözler Mutlak olanın ancak Allah olduğunu hatırlatması bakımdan kayda değer olarak hep gönlümüzde yankılanmasına yetmiştir de diyebiliriz. Kaldı ki zamanın izafi olduğunu bundan 1400 yıl öncesin Kur’an-ı Muciz’ül Beyanda mealen şöyle zikredilir de;
-“De ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız? Dediler ki; Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor. Dedi ki: Yalnızca az (bir süre) kaldınız, geçekten bir bilseydiniz” (Müminun,112-114).
-“Ey Nebim! Onlar Senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar ya, (biraz daha beklesinler); Allah kesinlikle va’adine muhalefet etmez (sözünden dönmez ve haber verdikleri aynen gerçekleşecektir). Şüphesiz Senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl kadar gibidir.” (Hac, 47).
-“Melekler ve Ruh (Cebrail), O’na, süresi (sizin takviminizce) elli bin yıl olan bir günde (ancak) yükselip çıkabilmektedir.” (Me’aric, 4).
Blaise Pascal; Kendisi 1623–1662 yılları arasında Fransız filozof matematikçi olarak ömür yaşayıp, kendisi hayatının bir döneminde birtakım otomatik hareketlerden yararlanarak ilk toplama işlemi yapan makineyi keşfeden mucid bir isimdir. Nitekim kendisi, sanayide kullanılan makinelerin nasıl çalışıldığına kafa yoraraktan edindiği birtakım verilerden hareketle dişliler ve tekerleklerden oluşan bir mekanik bir hesap makinesi tasarlayarak bugünün dünyasında kullanılan bilgisayar sistemlerinin temelini oluşturan ikili işletim modeline dayalı sistemi keşfeden bir dehadır. Öyle ki, bir takım makinelerin çalışma prensiplerinden ilham alaraktan kendisinin bizatihi ürettiği dişli çarkların bir mil ya da bir çivi vasıtasıyla döndürülüp çarkların dönüş sayısının 9 rakamını aştığında kayda ‘0’ sayısı olarak geçtiğini gözlemlemiş, derken bir sonraki çarkın da ‘1’ rakamı şeklinde kodlandığını gözlemlemiştir. Böylece ortaya çıkan bu ikili sistem sayesinden dört işleme ait her türlü işlem rahatça yapılabilir hale gelmiştir. Pascal’ın yaptığı ikili sistem meşalesi bir çığır açmış olsa gerek ki, Alman bilim adamı Gottfried Wilhelm Leibniz’in (1646-1716) çarpma işlemi yapabilecek hesap makinesinin keşfedebilmesine ufuk açmıştır. Nitekim icat ettiği Leibniz makinesi toplama-çarpma ve çıkarma-bölme işlemlerini yapan üç bölümden ibaret bir düzenek olarak adından söz ettirir de. O zamanki şartlarda böylesi bir düzeneğin yapımı gerçekten kayda değer bir hadisedir. Öyle ki basit gibi gözüken düzenekte bir bakıyorsun bir yandan çarpma ve toplama işlemlerini yapan çarklar işlevlik kazanırken diğer yandan da dişli çarkların kademelendirilmesinin sağlandığını gözlemlemekteyiz.
Charles Babbage; (1792–1871); ömrü boyunca diferansiyel ve analitik sistemlerle bir makine çalıştırılır bunu keşfetmeye kendini adamış bir bilge kişilik olarak dikkatleri üzerine çekmiş bir isimdir o. Nitekim onun bu inanılmaz azmi en nihayetinde meyvelerin verip yaptığı analitik motor sayesinde bugünkü bilgi çağında elektronik ve dijital verilerle çalışır cihazların yapımında ilham kaynağı olmuştur. Ancak bu arada unutmayalım ki, Babbage’den takriben 40 yıl önce bir başka aygıt diyebileceğimiz delikli kartları keşfetmesiyle bugünkü elektronik sistemle çalışan cihazlara ilham kaynağı olan Joseph Marie Jacquard’ın hakkını da yememek gerekir. Dolayısıyla elektronik ve dijitalleşmeden bahsederken her ikisini de birlikte anmakta fayda vardır elbet. Zira her ikisinin öncülüğü sayesinde bir bakıyorsun Amerikalı Herman Hollerith (1860–1920) nümerik hesaplamalarda işe yarayan kartları hem delici, hem ayırıcı, hem okuyuculuk işlevlere haiz hem de istatistikleri daha hızlı bir şekilde hesaplayabilen karta dönüştürebilmiştir. Böylece keşfettiği ikili sisteme dayalı ve aynı zamanda istatistik hesaplamalarda bile kullanılacak türden bu çok işlevli işe yarar kartlar jaquard kartları olarak piyasada yerini almıştır. Derken bu gelişmeler eşliğinde bu kez sahneye Howard H. Aiken adında bilgisayarın arka planındaki orijinal kavramsal tasarımcı hesaplama konusunda öncü diyebileceğimiz bir başka mucid ortaya çıkar. O da malum delikli kartlarla yapılan tüm hesaplamaların otomatik hale dönüşebilecek bir sisteme kafa yoraraktan en nihayetinde Automatic Sequence Controlled Calculator (ASCC-otomatik dizilerle kontrol eden hesaplayıcı) cihazı 1944 tarihi itibariyle keşfederek adını bilim tarihine yazdırmış olur. Böylece keşfettiği ASCC sayesinde bir yandan 0’dan 9’a kadar sayılar belirlenmiş, diğer taraftan hesaplanan sonuçlar veri tabanında kayıt altına alınabilmiştir. Ne diyelim, işte sizde tüm bu anlatılardan anlaşıldığı üzere Sibernetik çağına gelişimizin arka planında yatan asıl katkı ışığı Charles Babbage’den başlayıp Howard H.Aiken’le devam eden bir ufuk turunun neticesinde doğan dijitalleşme ışığıdır bu. Nitekim hesap makinelerine elektronik sistemlerin ilave edilmesiyle birlikte gerçek manada Computer işletimi 1941 yılında Berlin’de Zuse tarafından gerçekleştirilip Sibernetik âleme adım atılmış oldu. Ardından J.P. Eckert ve J. W:Mauchly iki bilge insanın ortaya koyduğu daha hızlı bir şekilde çalışan ENIAC (Electronic Numerical Integrator and calculator-elektronik sayısal toplayıcı ve hesaplayıcı) denen bilgisayar icadı devreye girmesiyle birlikte bu ufuk turu hız kesmez de.
Marvin; “17. yüzyıl matematiğin, 18. yüzyıl kimyanın, 19.yüzyıl ise biyolojinin çağıdır” diyerek adeta bilimsel bir tarih kronolojisi tespiti yapan bir bilge kişidir.
Aristo; Kanın karaciğerde oluştuğunu, oradan kalbe gittiğini, kalpten de damarlarla vücuda yayıldığını söyleyen Yunan bir filozoftur. Erasistratos’da kendince yaptığı anatomik araştırmalarda; “Ana damarların bir çeşit hava veya ruh taşımakta olduğnu” dile getirmiştir. Galen ise “Arterlerin hava değil kan taşımaktadır, dolayısıyla kan merkezi karaciğerdir” diyerek konuya yeni boyut kazandırmıştır. William Harvey bu açıklamaların ötesinde kalbin dolaşımını ve işlevini keşfederekten bugünün bilgilerine yakın olarak kan dolaşımının daima bir daire halinde olduğunu ve kalbin çırpınışlarıyla meydana geldiğini ve kanın kalbin sol tarafından arterler vasıtasıyla vücudun en uç bölgelerine gittiğini sonra toplardamarlar vasıtasıyla sağ tarafa aktığını dile getirmişlerdir. W. Harvey bununla da yetinmeyip kalbin bir saat içerisinde dört bin defa çarptığını ve vücuttaki topyekûn kan miktarından daha fazlasını pompaladığını dile getirmiştir. Fakat mikroskobu olmadığı için kanın atar damarlardan toplardamarlara geçtiği kılcal damarları görememiştir. Yine de düşünce ufkunda kılcal kanalların olabileceğini düşünüyordu. Neyse ki, mikroskobik anatominin kurucusu İtalyan Hekim Marcello Malpighi, çağdaşı William Harvey’in ölümünden birkaç yıl sonra kurbağalarla yaptığı deneylerle bu kör düğümü çözüp kılcal damar ağlarının varlığını ispatlayabilmiştir.
Galenus; ikinci asırda yaşamış Antik Roma’nın en meşhur hekimlerinden biri olup aynı zamanda kendisi ilk cilt sıcaklığını ölçen aleti bulan bilim adamıdır. Kendisinin en karakteristik özelliği hastalarının ciltlerini sıcaklık ve rutubet oranına göre ölçüp hastalık derecesini öyle teşhis ediyor olmasıdır. Zaten bugün birçok ateşli hastalıkların teşhisinde onun ortaya koyduğu hararetin ölçülebilirliğini gösteren rakamların keşfi sayesinde bu noktaya geldiğimizi söyleyebiliriz. Hatta Bergamalı Galen insan hararetini (temperatur) ayırt etmekle kalmamış birçok ilaçları ısıtıcı ve soğutucu olarak gruplamışta. Nitekim haşhaş, afyon kaynaklı ilaçlar uyuşturucu türünden olduğundan soğutucu kabul edilmektedir.
Galileo Galilei; Kopernik’in İslam’ın öğretilerinden aldığı ilhamla dünyanın hem kendi ekseni etrafında hem de güneşin etrafında döndüğü fikrini teyit eden eserinden dolayı ilerlemiş yaşına rağmen engizisyon mahkemesine kurban verilen bir bilim adamıdır. Kolay değil orta çağ karanlığında tahrif edilmiş İncil’e aykırı beyanlarda bulunmak her babayiğidin harcı olmasa gerektir. Ancak onunda dayanma gücü bir yere kadardı elbet, çok sıkıştırıldığında iddiasını inkâr etmek zorunda kalmıştır, ama yine de o yüksek sesle olmasa da içten içe “E pur si mueve” diyebilmiştir. Yani “her şeye rağmen dünya dönüyor” demekten kendini alamamıştır. Sonuçta onca çektiği sıkıntıların ardından tüm hürriyetleri elinden alınarak evine kapatıldığı gibi 74 yaşında hayata gözlerini yumduğunda Hıristiyan mezarlığına bile defnedilmesi ona çok görülmüştür. Galile’ye bu denli tahammülsüzlük örneği sergilediler de ne oldu, ardından bıraktığı buluşlar günümüz bilim adamlarına ışık kaynağı olmasına ziyadesiyle yetmiştir. Nitekim önemli buluşlarından mesela bir cam balonunun sıvıya daldırılıp bir yandan da sıcak bir elle boru tutulduğunda içerisindeki havayı ısıtacağından ister istemez sıvı miktarının bir miktar dışarıya taşmasını beraberinde getirecektir, cam balonundan el çekildiğinde ise bu kez soğuma olacağından sıvı seviyesi tekrar normal seviyesinde kalmış olacaktır. İşte bu mantık çerçevesinde basit düzenekle yapılan termometreye Galile termometresi denilmiştir. Dolayısıyla Galile’nin hararete dayalı ortaya koyduğu basit düzenekli termometre ölçüm cihazının keşfi sayesinde önce Danimarkalı astronomi bilgini Römer, ardından Fahrenheit ve en nihayetinde İsveç astronomu Anders Celsius'un kendi isimleriyle kodlanan termometreler geliştirilecektir. Böylece bu keşiflerle birlikte insanoğlu başta kendisi olmak üzere birçok nesnenin ısı ölçümünün kontrolünü elde etme imkânına kavuşup, ısı ve enerji ilişkisini de bir şekilde termodinamik kanunları üzerine oturtmayı başaracak düzeye erişmiş olunur. Derken James Joule, ısı ve işin eş değerli bir enerji şekli olduğunun sonucuna varıp bu gün gelinen noktada ısı ve işin joule cinsinden ölçülebilir olduğunu görebiliyoruz artık. Ayrıca gelinen noktada artık bir makinenin çalışma esnasında (iş halinde) hem mekanik enerjiye dönüştüğünü hem de bir kısmı ısı şeklinde açığa çıkarak etrafta yutulduğunu da müşahede etmekteyiz.
Evangelista Torricelli; Galile’nin öğrencisi olup, atmosfer basıncını ilk defa ölçerekten barometreyi keşfetmiş fizikçi ve matematikçi bir bilim adamıdır. Keşfettiği barometrenin her ne kadar görünüşte basit bir camdan ibaret bir düzenek gibi görünse de sonuçları itibariyle çok büyük işlev özelliği olan bir ölçüm aleti olduğu ortaya çıkmıştır. Nitekim 1643 yılı itibariyle kendisi bir ucu kapalı diğer ucu ise açık bir cam boru içerisine önce cıvayla doldurur, sonra parmağını açık olan cam boru üzerine kapatıp ters yüz etmesiyle birlikte içerisi yine cıvayla dolu bir kaba daldırır. Böylece borudan bir miktar cıva sızar sızmaz yaklaşık 24 santim civarında bir boşluğun oluştuğunu gözlemler. Derken geriye 76 santimetrelik doluluk fark ediverir. İşte fark ettiği 76 santim doluluk atmosfer basıncına tekabül eden bir sayıdır ki; o gün bugündür bu buluş sayesinde barometre cihazları adı altında artık havanın yağışlı mı yoksa açık mı ya da kapalı mı geçeceğini belirleyecek derecede hava tahminini önceden kestirecek ölçer aletlere kavuşur hale gelebildik. Yani bu ölçüm aletiyle hava basıncının seyrine göre gerek borudaki gerekse kap içerisindeki cıva seviyesi yükselebiliyor. Böylece bu yükselen değerin seviyesine göre meteoroloji uzmanları hava tahmin raporları rahatlıkla sunma imkânı bulmuş olurlar.
Jean Baptist van Helmont; önce 100 kg ağırlığındaki toprağı kurutmuş, sonrasında kuruyan bu toprağa bir fidan dikmiştir. Derken beş yıl içerisinde bu diktiği fidanı gerek tabiatın sunduğu yağmur suyu ile gerekse kendisinin hazırladığı damıtık suyla sulayarak nihayetinde 90 kg ağırlığında bir ağaç yetiştirmiştir. Tabii ağacı yetiştirmekle iş bitmiyor, yetiştirdiği ağacın toprağını ayrıştırarak tekrar kurutup tarttığında başlangıçtaki 100 kg ağırlığından 60 gram eksildiğini de gözlemlemiştir. Derken gözlemlerden çıkardığı sonuç nihayetinde bizim kültürümüzde mizahi olarak yer alan Nasreddin Hoca misali “Ciğeri kedi yedi” diyen hanımına karşı kediyi tartarak gösterdiği “Şayet bu kedi ise hani ciğer” hamlesiyle sergilediği benzer bir tablo ile karşılaşılmıştır. Zira tarttığı toprağın ağırlığında devasa eksilen bir şey yok gibiydi, hemen hemen başlangıcına eşit ağırlıkta bir durum söz konusuydu. İşte Jean Baptiste van Helmont bu koca ağacın bugün adına fotosentez olayı dediğimiz havadan alınan karbondioksit ile kökleriyle alınan su ve güneşten aldığı ışık sayesinde büyümüş olabileceği kanaatine vararak zihni netleşmiş olur. Böylece toprakta 60 gramlık eksikliğinin bitkinin ihtiyacını karşılayacak olan bir takım minerallerle bağlantılı bir eksiklik olduğunu gözlemlemiş olur
Antoine Laurent de Lavoisier; Biyokimyanın kurucusu olmanın ötesinde o daha çok enerjinin şekilden şekille döndürülebilirliğine vurgu yaparaktan enerji ne yok edilebilir ne de yoktan var edilebilir prensibinden hareketle kütlenin sabit kalacağını ortaya koyan aynı zamanda kendisi modern kimyanın babası olarak bilinen bir bilim adamıdır. Ve kendisinin kütlenin korunumu kanunuyla ileriye sürdüğü prensipler Termodinamik kanunu olarak da bilim im dünyasında yerini alır da. Böylece bil dünyasında kabul gören bu kanun sayesinde kâinatta devasa boyutta enerji transferinin ve dönüşümünün vuku bulduğunu aynı zamanda toplam enerjinin de bir döngü halinde korunduğunu öğrenmiş olduk. Elbette ki ortaya konan bu yasalardan hareketle mesela potansiyel enerji konumunda suyun ısındığında ısı enerjisine dönüşüp buhar (buhar enerjisi) haline geldiğini, buhar basıncının ise icabında bir dinamoyu (mekanik enerji) döndürmesiyle birlikte elektrik (elektrik enerjisi) kaynağına dönüştüğünü, elektrik kaynağında gerektiğinde hem ışık hem ısı olarak yararlanılabileceğini gözlemleyebiliyoruz artık. Hatta gözlemlediğimiz noktada işlemlerimizi daha başka alanlarda devam ettirdiğimizde mesela elektrik ocağının üzerinde tekrardan suyu ısıttığımızda buharlaşma olayına yeniden şahit olacağız demektir. Her ne kadar gözlemlediğimiz her bir enerji dönüşümü aşamalarının adeta bir film şeridi gibi gözümüzün önünde ansızın kaybolur bir halde göçüp gittiğine şahit olsak ta aslında o şahit olduğumuz gözden kayboluş uçup buharlaşan bir tür enerji dönüşümü hadisesidir. Anlaşılan değişmeyen ve kaybolmayan tek bir gerçek var, o da onca değişim ve dönüşüme rağmen toplamda kütlenin sabit kaldığı gerçeğidir.
Marie Sklodowska Curie; Radyum elementini ayrıştırarak radyoaktiviteyi keşfeden bir kadın isim olarak bilim dünyasında yerini almıştır. Tabii bu buluşunun bir öncesi var. Zaten öncesi olmasa sonrası gelmezdi. Dolayısıyla kendisi 1895 yılında yaptığı çalışmalarla daha öncesinde röntgen ışınlarını bulmasıyla ünlü Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen’ in öğretilerinden hareketle Tıp dünyası kullandığı birçok röntgen filmi veya röntgen cihazlarına onun adını vermiştir. Tabii ışınlar bulunmuştu bulunmasına ama yine de içerik olarak ne olduğu tam olarak bilmiyordu. Neyse ki, üzerine gidildikçe üzerindeki sır perdesi zamanla kalkıverir de. Nitekim keşfedilen ışınların üzerinden daha bir ay geçmeden bu kez ünlü Fransız fizikçi Antoine Henri Becquerel bir laboratuvar analiz çalışması esnasında daha önceden tezgâhın üzerine koyduğu uranyum tuzlara dönüp baktığında birde ne görsün tezgâhın üzerindeki fotoğraf camlarını doğrudan etkilediğini gözlemledi. Belli ki uranyum tuzu tıpkı X ışınları gibi görünmeyen ışınlar yayarak hiçbir engel tanımadan materyaller üzerinde etki yapabiliyormuş. Hem Alman fizikçi hem de Fransız Fizikçi bu görünmez ışınları keşfetmekle elbette ki insanlığa büyük bir hizmette bulunmuşlardır. Fakat ortada bir mesele vardı ki; o da bu görünmez ışınların nasıl kullanılacağı hususudur. İşte bu noktada radyoaktivitenin varlığını belirleyip kullanıma nasıl koyulacağını ortaya koymak için kafa yoran bu kez karı koca ikilisi devreye girecektir. Bu ikili Marie Curie ve Pierre Curie’den başkası değildir elbet. Marie Curie’ye destek çıkan kocası Pierre Curie Paris’in Sorbon üniversitesinde fizik ve kimya profesörü olarak görev yapmış aynı zamanda kendisi ışınetki biliminin öncüsü olarak adından söz ettiren meşhur bir bilim adamıdır. Derken eşiyle birlikte kurdukları laboratuvarda çalışmalara hız verirler de. Bu ikili yaptığı çalışmalar esnasında şunu çok iyi gözlemlediler ki gerçekten bir takım maddeler radyoaktif ışınları yayabiliyor. Öyle ya, madem ortada bir yayılım söz konusu o halde bu radyoaktivite maddesini elde etmek gerekirdi deyip yola canla başla işe koyulmuş olurlar. Ve uzun uğraşlar neticesinde yaptıkları laboratuvar analiz çalışmaları netice verip en nihayetinde zift karışımı denen “Pitchblend” uraninit mineralini ayırmayı başaracaklardır. Hatta buldukları bu uranyum içeren esrarengiz materyale radyum adını vererek bilim dünyasının önünü açmışlardır. Hiç kuşkusuz onca çaba onca emek karşılıksız kalamazdı. Nitekim karı koca ikilisine 1911 yılında Nobel kimya ödülü verilerek onurlandırılırlar. Derken bu ikilinin çalışmaları sayesinde bugün gelinen noktada radyasyonla kanser tedavisi bile yapılabiliyor olduğuna şahit olabiliyoruz artık.
Charles Robert Darwin; Aslında kendisi çokta ileri düzeyde biyoloji eğitimi almamış olmasına rağmen tabiat bilimlerine merak bu ya, kendince tabiatta gözlemlediklerini bir şekilde biyolojik bir kanunmuş gibi sunup gündem oluşturmasını başarmış bir İngiliz biyoloğu ve doğa tarihçisidir o. Gündem oluşturmak iyi hoşta, bilimsel kriterlerle taban tabana zıt ileri sürdüğü tezlere dayalı bu aşırı merak insanların ruh dünyasını altüst edip göz çıkarmaya yetmiştir. Öyle ki, Darwin teorisine destek açısından bir bakıyorsun kimileri Avrupa’da ki beyaz ırkların diğer ırklara göre çok daha ileri ve modern konumda olduğundan dem vuraraktan ırkçılığın bir başka versiyonla yeni bir boyut kazanmasına kapı aralanmış olabiliyor. Hem nasıl kapı aralanmasın ki, Darwin’in tezlerine şöyle bir bakın biryandan insanların maymundan türediklerini söylemekten imtina etmediği gibi diğer yandan da seleksiyon kılıfıyla ırkçılığı körüklemekle de imtina etmez. Maalesef bu tip tezlerden ilham alan bir takım mihraklar Darwin’den esinlenerek gelinen noktada ırkçılık vebasını bilimsel bir kılıf altında sosyal Darwinizme dönüştürmüş durumdadırlar. Kimileri hemen de Darwin’den esinlenerek sanki evrim tek geçerli akçe konumunda hakikatmiş gibisine dünyadaki tüm ırkların evrimleşmenin değişik katmanlarında seleksiyona tabii tutularaktan değişime uğramasıyla birlikte üstün ırkları türettiği varsayımlarına kendilerini kaptırmış durumdadırlar. Derken bu varsayımdan hareketle tüm ırklar içerisinden tereyağından kıl çekercesine bir anda Avrupa ırkları üstün ırk olarak ilan ediliverilir de. Tabii bu ilan edilen duyuruda Türk ırkı da kendine düşen payı Darwin’in şu sözlerinde alacaktır:
-“Doğal seleksiyona dayalı kavganın, uygarlığın ilerleyişine sizin sandığınızdan daha çok fayda sağladığını gösterebilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa Türkler tarafından istila edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişlerdi, şimdi ise bu çok saçma düşüncedir. Avrupalı ırklar olarak bilinen uygar ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımızda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırkları tarafından elimine edilebileceğini (yok edilebileceğini) görüyorum” (Bkz. Oğlu Francis Darwin’in yazdığı “The Life and Letters Of Charles Darwin-Charles Darwin’in Hayatı ve mektupları isimli kitabın 285 ve 286. sayfaları)”.
İşte yukarıda satır sonunda kaynak olarak gösterdiğimiz bu kitap incelendiğinde Darwin’in Kafkasyalı (Caucasian) ırklar dediği ırkların, Avrupalılar olduğu görülecektir. Zira antropoloji bilimi Avrupalıların Kafkasya bölgesinden geldiğinde hemfikirdir. Anlaşılan o ki, Darwin biyoloji bilimini ideoloji kazanına çevirmekle kalmamış, dünyada tüm yaşayan ülkeleri ırkçılık tohumunun kucağına atarak insanlığı ateşe sürüklemeye neden olan bir düşünce adamı olarak hafızalarda yer edecektir. Neyse ki, günümüzde ABD, Avrupa ve dünyanın pek çok yerinde “Darwin Retried: ...”, “Darwin Black Bon”, “The Mıystery of orıgın”, “Not By Change”, “Evolutıon the fossils stell say No!”, “Acase accıdent and self organizatioın”, “Shatterıng Myths Darwınısm” ve “Darwin on Trıal” gibi değişik isimler altında kitaplar yayınlanarak evrim düşüncesi çürütülmüştür. Böylece bu yayınlar sayesinde toplumları bekleyen muhtemel tehlikelere karşı bir nebze olsun önüne geçilebilmiştir.
George Boole; Mantık ilmine cebir yöntemlerini büyük bir başarı ile uygulayarak matematikte ihtimal (Olasılık-Probability) hesaplarını keşfeden bir bilim adamıdır. Dahası kendisinin ortaya koyduğu “Mathematical Analysis of Logic-Mantığın Matematik analizi” adlı eseri ile bugünkü en basit hesap makinelerinden devasa bilgisayar sistemlerine kadar kullanılan tüm alet ve adavetlerin temelinin matematik hesaplara dayanarak doğmasına ışık saçmış bir filozoftur.
Norbert Wiener; eğitimci George Boole’den ilham alarak 1958’de yayınlanan “Hayvan ve makinede kontrol ve haberleşme” adlı eseriyle çığır açıp Sibernetik’in (makineler teorisi) öncüsü olmasını bilmiş bir filozoftur. Öyle ki, o müthiş matematik zekâsıyla hayvan ve makinenin birbirine benzer ortak yönlerinin bulunduğunu, dolayısıyla canlı ve cansız varlığın hemen hemen aynı kanunlara tabii olarak faaliyet içerisinde seyrettiğine dikkat çekerekten bilim dünyasını sibernetik âlem gerçeğine odaklamışını bilmiştir. Ayrıca bilim dünyasındaki aşırı branşlaşmanın diğer bilim dalların kullandığı enstrümanlardan kopup ana eksenden hızla uzaklaşmaya yol açtığını da vurgulamış bir isimdir.
Sigmund Freud; insan zihnideki bilinçaltı faaliyetlerini irdeleyerekten kendisinden psikanaliz biliminin kurucusu olarak söz ettiren bir düşünürdür. Freud, insandaki zihni faaliyetleri üç aşamada gerçekleştiğini şöyle tasnifler de:
- İd (ilkel içgüdü),
- Ego (id’in isteklerini sansür eder),
-Süper ego (vicdan).
İşte bu tasniflemeden de anlaşıldığı üzere “İd, ego ve süperego” üçlü sacayağının birbirleriyle uyumlu olarak çalıştığı zaman ancak insanın mutlu olacağını dile getirmiş bir feylesoftur. Yine o; zihinde tutulmuş bastırılmış istekleri düşünceleri şuura çıkarma tekniğine serbest çağrışım olarak adlandırır. Onun rüyaya bakışı da çok ilginçtir. Şöyle ki; rüyaları iç çatışmanın eseri olarak görüp uykunun bekçisi olarak niteler. Dahası rüyayı bir takım istek ve arzuların yansıması olarak ya da bir takım gerginliklerin boşalımının yansımaları olarak tarif eden bir düşünürdür o.
Alfred Addler ise Freud’un cinsi içgüdülere çok fazla önem verilmesini eleştirerek insanın kendi üstünlüğünü ispat etme arzusu olarak dile getirir. Jung ise, insanları dışa dönük ve içe dönük varlık olarak açıklar. Hatta şahsiyetlerin gelişmesinde irsiyetin önemine vurgu yapmıştır.
Velhasıl-ı kelam; tarihten bugüne nice bilimsel buluşlar, nice görüşler ve nice kuramlar geldiğimiz noktada gelişmişliğimize ışık kaynağı olan etken unsurlardır diyebiliriz pekâlâ.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
En son alperen tarafından 13 Ara 2021, 18:58 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
gulyaprak
İslamiYasam Genel Sorumlusu
İslamiYasam Genel Sorumlusu
Mesajlar: 931
Kayıt: 08 Kas 2006, 00:00

Re: DUNYAYA YON VERENLER

Mesaj gönderen gulyaprak »

Emeğinize sağlık paylaşımınız icin Allah razı olsun selametle.
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

İLAHİ İDRAK

Mesaj gönderen alperen »

İLAHİ İDRAK
SELİM GÜRBÜZER
Hiç kuşku yoktur ki, sahabenin bilinç algısı ilahi idrakle beslenmiş bilinç algısıdır. Bu gayet tabii durumdur elbet. Çünkü Resulüllah (s.a.v)’in dizinin dibinde aynı meclisi soluklamışlar. Düşünsenize aynı mecliste Allah Resulünün dilinden işittikleri her bir ayet-i celile kendilerinden geçip kendilerine gelmelerine yettiği gibi bu arada ilahi idrak bilinç kazanmalarını da beraberinde getiriyordu. Böylece sahabeden kimi haftalarca, kimi aylarca, kimi de senelerce Ayet-i Celilelerin tesirinden kendine gelememe hali cezbe olarak karşılık bulurken kendine gelme hali de ilahi idrak bilinçlenmesi olarak karşılık bulur. Hani kimileri cezbede neyin nesi diyorlar ya, şimdi tamda sırası gelmişken buna cevaben tıpkı sahabenin ruh ikliminde yaşadığı kendinde geçme halinin adıdır dersek yeridir. Ancak bu ruhi dalgalanma (cezbe hali) geçici olup devamlılık arz etmez. Tâ ki ruhi dalgalanmalar durulur hale gelir, işte o zaman cezbe halinin yerini ilahi idrak bilinci alması mukadderdir. Tabii ilahi idrak bilincinden kastımız had hududu aşmayan ilahi idrak bilincidir. Nitekim Yüce Allah (c.c) ilahi idrak bilincin hudutlarını şöyle çizmiş bile: “Gözler onu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder. O en gizli şeyleri bilendir (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır” (Enam suresi, ayet 103). İşte ayetten de anlaşıldığı üzere çıplak gözle Yüce Allah’ın zâtî ve subûti sıfatlarının asli asla idrak edilemez. Malumunuz, İlahi idrak bilinçlenmeyle sadece zâtî ve subûti sıfatların ancak nurani tecelli daireleri idrak edilebilir. Bunun dışında idrak edilir iddiasında bulunmak tamamen haddi aşmak olur. İşte Kur’an ayetlerinin tecelli daireleri etki yaptığı içindir, Sahabe bu sayede Peygamber kavlince ilahi idrak bilincine yelken açmış oluyorlardı.
Peki, Kur’an ayetlerinin nurani tecellileri sahabenin ruh iklimine doğrudan etki yaparda, aynı ayet-i celileler bize niye acaba aynı ölçüde tesir etmez ki? Tabii bu sorunun cevabı için bir değil belki bin düşünmek gerekir ki, neyin doğrudan etken olup olmadığının sırrına vakıf olabilelim. Öyle ya, Sahabe-i Kiram Kur’an ayetlerini işittiğinde halden hale girip uyanışa geçerken, biz ayetleri işittiğimizde tam aksine sadece bir ses ve bir tılsım olarak algılamaktayız. Keza Kur’an okurken de aynı durum söz konusu, maalesef ruh iklimimizde herhangi bir kıpırdanma olmuyor. Neden acaba dediğimizde, şöyle kendimize baktığımızda ilahi idrak bilincimiz açık değil ki kıpırdanma olsun. Değim yerindeyse Allah’ı zikretmeye zikretmeye kalbimizin üzerini zift bağlamış durumda. Anlaşılan kalbin üzerini kaplayan ziftten arınmadıkça daha çok ilahi idrak bilincimiz kapalı kalacak demektir.
Evet, kalben kirlenmişlik ayetlerin nuraniyet tecellilerinden istifade etmemize mani olabiliyor. O halde neydik edip İlahi idrak bilincimizin açılması için Allah adını kalbimizde zikretmekte çok fayda var. Hele hele Allah’ın zikrine ilk başta ihlâs ve teslimiyetle kalpte çekmeye başlarsak gerisi gelir elbet. Şayet ilahi idrak bilinç sahibi bir mümin olmak diye bir dert davamız varsa buna mecburuz da. Yeter ki, İslam’ı hakkıyla yaşayalım, bak o zaman ruhumuzda ilahi idrak pencerenin perde perde açıldığını görmek an be an mümkün diyebiliriz. Bakın, İmam-ı Gazali Hz.leri İhya-ı Ulumiddin adlı eserinde bu hususta ne diyor: “Dünya halini enbiyanın ve evliyanın sırrı ile anladım” (Bkz.3.cilt Sh.500). Dikkat edin şunun ilmiyle bunun ilmiyle demiyor, bilakis enbiya ve evliya sırrı diyor.
Şurası muhakkak, Ashab-ı Kiram Resulüllah (s.a.v)’i görmenin avantajıyla ilahi idrak uyanışına geçtiler, madem bizler bu avantajdan mahrumuz, o halde bizlerde son ümmet olarak Peygamberimizin varisi hükmünde ilmiyle amil olmuş evliyaların kapısını aşındıraraktan ilahi idrak uyanışına geçebiliriz pekâlâ. Düşünsenize İmam-ı Rabbânî (k.s) gibi çok büyük müceddid bir âlim zat olmasına rağmen “Ne mutlu murat bir mürşit bulana” demekten kendini alamamıştır. Niye derseniz gayet net açık; enbiyanın ve evliyanın ilahi idrak bilincinin açık olduğunun farkında olduğu için böyle deme ihtiyacı duymuştur. Hatta sözlerine dikkat ettiyseniz üstüne basa basa ‘Ne mutlu murat bir mürşit bulana’ diyor. Yani ‘Ne mutlu muradı olana’ demiyor, ilahi idrak nazar sahibi murat mürşit diyor. Çünkü İmam-ı Gazali Hz.leri de gayet iyi biliyordu ki; murat mürşitler bir şeye baktıklarında Allah’ın nuruyla nazar ederler hep. Nasıl mı? İşte aşağıda anlatacağımız şu kıssaya göz attığımızda ne demek istediğimizin meramı daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Bakın, zamanın birinde bir padişah atıyla birlikte kabristana yol alırken birde ne görsün oracıkta Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’in mezarı başında ruhuna fatiha okuyan bir sofi var. Atından inip yanına sokulduğunda sofiye sorar:
-Sizin Şeyhiniz hayattayken ne derdi?
Sofi cevaben:
-Bizim Şeyhimiz derdi ki; beni gören kurtuldu der.
Tabii, padişah bu cevaptan hoşnut olmaz ve şöyle itiraz eder:
-Hadi sende öyle şey mi olur, Ebu Cehilde Peygamberimiz (s.a.v)’i gördü kurtuldu mu ki, onu da gören kurtulsun.
Bunun üzerin Sofi şeyhinin mezarı başında tekrar murakabeye dalıp başını kaldırdığında şöyle der:
-Ebu Cehil, Peygamberimiz(s.a.v)’i peygamber olarak görmedi, tam aksine Abdullah’ın yetimi olarak gördü, bundan dolayı kurtulmadı.
İşte bu müthiş cevap karşısında padişah daha ne diyeceğini bilemez olup adeta bumbuz kesilip dona kalır. Böylece o sofi murakabe sonrası ilahi idrak bilincin de ne demek olduğunu ortaya koşmuş olur.
Besbelli ki, bir görmek var, birde ilahi idrak bilinç gözüyle görmek var. Bizim tercihimiz ikincisinden yana elbet. Öyle ya, madem görmeden görmeye her şey değişiyor, o halde bize yüzeysel görmek yaraşmaz, derinlemesine görmek yaraşır. Ebu Cehil eğer ki, Peygamberimizi Abdullah’ın yetimi olarak değil peygamber gözüyle görseydi hiç kuşku yoktur ki o da sahabe şerefine nail olacaktı. Aynen öyle de günümüzde de evliyaya bakış gözden göze değişebiliyor. Nitekim Seyda (k.s) bu hususta şöyle der:“Gavs Hz.lerini görenler daha çok, sırtında cübbe, başında sarık molla gördü, hakikatini gören ise pek olmadı.’’ Bu müthiş sözlerden öyle anlaşılıyor ki, ilahi idrak bilinci hakikati görebilen gözlerde gizli.
Evliya-i Kiram’a Halilullah ve Allah’ın veli kulları gözüyle bakmakta asla hiçbir beis durum yoktur. Yeter ki, o gözle bakacağımız evliyanın dayandığı bir Meşâyih halkasının zincirinde adını yazdırıp tasdik ettirmiş olsun, öyle bir evliyanın önünde diz çöküp sofisi olmaya talip olunurda. Şu bir gerçek Allah’ın hazinesi bolca olduğundan hiç gereksiz yere ‘Bu zamanda acaba evliya var mıdır?’ türünden zihinlerde kuşku oluşturacak suallere aldırış etmeksizin bize düşen dünde vardılar bugünde varlar, kıyamete dek var olacaklarına da inancımızın tam olmasıdır. Hem biz biliyoruz ki, Yunus’u ‘Bizim Yunus’ eyleyen Tabduk’tur, Mevlana’yı da ‘Mevlana’ eyleyen Şems-i Tebriz’idir. Belli ki bu mürşit- mürit ikili bağ münasebeti dünya döndükçe hiç tükenmeyecek, tükenmezde. Nasıl tükenebilir ki, bakın Davudi Tahi Hz.leri bir gün gayb âleminden;
-Dünya fena, ahiret beka evidir diye bir ses işittiğinde ruhunun derinliklerinde fırtınalar kopup adeta can evinden vurulur bile. Düşünsenize yirmi yıl bir süreyle İmamı Azam’a talebelik ediyor, yani onca seneler ilim tahsil ediyor bir kez olsun renkten renge girememiş, ama bir gün gaybdan bir tek ses işittiğinde, işte o an ne oluyorsa bir anda ilahi idrak bilinçle şerefleniyor. Bu demektir ki; bir insan İmamı Azam’ın talebesi de olsa uyanışa geçmeden ilahi idrak bilincine erişilemiyor. İlla ki Yunus’un “Bu yol bir gönlün içine girmektir” dediği bir Gönül Sultanının gönlüne girmek gerekir ki ilahi idrak bilincine mazhar olunabile. Öyle ya, gönül kapısına varıp dizinin dibinde diz çöküp huzurunda irşad olmadan ilahi idrak bilinci durduk yere nasıl açılsın ki.
Sakın ola ki, ilahi idrak şuuru da neyin nesi deyip geçmeyelim, bakın tüm insanlığa nüzul olan ayet-i kerimeleri hafızlar gibi hıfz etsek bile ruhumuzda ilahi feyiz ve nuraniyet oluşmadıkça, biliniz ki tüm hıfz etmeler ilahi idrak bilincimizin açılmasına yetmeyecektir. İlla ki, okunan ayetler kalbe inmeli ki, ilahi idrak bilinci de beraberinde gelsin. Aksi halde okuduğumuz ayetler Yunus’un ‘‘İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen bu daha nice okumak” safhasından öteye geçmeyip kalbe inmeyecektir. Hatta ayet-i kerimelerin manalarını biliyor olmak da buna dâhildir. Öyle ya, sen kendini bilmedikten sonra ayetlerin anlamlarını bilsen ne, bilmesen ne, asla irşad olmadan ilahi idrak bilinci gerçekleşemez. İsterseniz bunu da şu kıssa ile meramımızı anlatmaya çalışalım:
Bakınız, Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hz.lerinin oğlu bir gün cami’de cemaate vaaz veriyormuş. O sırada ezan okunduğunda Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (k.s)’de içeriye girer ve namaza durur. Akabinde kamet getirileceği zaman müezzine dönüp:
-Haydi, kamet getirin der demez adeta cami yer yerinden oynar, yani cemaat cezbeden yerlere yıkılır adeta..
Tabii bu duruma oğlu ilk etapta bir anlam veremez. Merak bu ya, cami dışında babasına sual edemeden duramaz da:
-Babacığım sen camiye gelmezden önce aklıma gelen ayet, hadis ne varsa vaazda hepsini döktürdüm milletin kılı kıpırdamadı, ama sen müezzine ‘kamet getirin’ der demez cemaat yerlere yıkıldı, bu ne iştir?
Seyyid Sıbğatullah Arvasi (k.s) cevaben:
-Bak oğul, iş lafın zahirinde değil manevi tasarruftadır der. Böylece manevi tasarrufun etkisine dikkat çeker.
O halde manevi tasarruf sahibi, yani ilahi idrak bilincine sahip zatların şemsiyesi altında bulunmalı ki, tüm müminlerin fıtratında var olan feraset hissiyatı ziyadeleşebilsin. Ki, feraseti ziyadeleşen bir müminin gönlü açık olacağı gibi hem zihnen hem de kalben ilahi idrak bilincine ereceği muhakkak. Zaten bu bilince ermiş insana denk gelen kim olursa olsun diriliş muştusuna geçer de. Nasıl dirilişe geçmesin ki Kur’an ve sünnet üzere yaşamanın neticesi bir diriliştir bu. Dolayısıyla böylesi bir diriliş muştusu vuku bulmadan, değil insanların hidayetine vesile olmak, kendine bile herhangi bir hayrı dokunmayacaktır. İlla ki lafzın manaya, teoriğin pratiğe dönüşmesi gerekir ki, diriliş muştusu olunabile. Yetmedi içimiz ve dışımız bir bütünlük içerisinde uyum halinde olmalı ki her okuduğumuz ve hıfz ettiğimiz ayet-i celiler nurani tecellilerine ilahi idrak bilincine erebilelim. Derken bu diriliş bilinçlenmesi sayesinde Allah Teâlâ’nın “Onlar ticaretle bile meşgul olsalar dahi Allah'ın zikri alıkoymaz” beyan buyurduğu ilahi idrak bilinci lafta değil özde gerçekleşmiş olacaktır. Hiç kuşkusuz suretten ziyade siret daha çok mühimdir. Siretin önemi şundan belli, Kur’an’ın asıl geliş gayesinin evlerimizin duvarlarına asmak ya da sırf ölülerimizin ruhuna okumak için olmayışıdır, bilakis hayatımızı ilahi idrak bilinciyle anlamlandırmak ve güzel ahlakı tamamlamak için nüzul olmuştur. Nitekim Kur’an’ı Mucizül Beyan boşluğa değil doğrudan hayata nüzul oldu. Zaten hakikat boşluk tanımaz, doğrudan hayatı anlamlandırmak için vardır. Madem öyle, daha ne duruyoruz, hakikat deryasında bir katre damla olmak için Kuran’ı Muciz’ül Beyanı hayatımıza tatbik etmek tamda zamanı. Baksanıza etrafımız çepeçevre şer odaklarıyla tamamen kuşatılmış durumda, kurtuluş için Allah’ın ipine sarılmaktan başkada çaremiz yoktur. Zira Yüce Allah’ın ipine sarıldığımız da Kuran’ı sadece lafız olarak değil ruhumuzu aydınlatacak ilahi tecelli daireleri olarak da algılayacağız demektir. Aksi halde Kur’an’da geçen ayetleri sadece bir ses olarak algılayıp kalben ilahi feyze kör ve kapalı kalırız da.
Peki, etrafımızın onca şer odaklarınca kuşatılmışlığımızın farkında olmamıza rağmen bu kör düğümü aşacak bir çözüm arayışına niye girmeyiz ki? Nedendir bilinmez ama doğrusu bu da ayrı bir mesele olarak önümüzde duruyor. Sadece bu mesele bizim mesele mi, istisna ve müstesna şahsiyetler hariç, elbette ki tüm insanlığı ilgilendiren mesele olarak önünde duruyor. Tarihe şöyle bir bakın nice zamandır çözüm arayışına giremeyişinin sancılarını yaşıyor tüm insanlık. İstisna ve müstesna olandan kastımız ise malum onca kalabalıklar arasında pek gözükmeseler de toplum nezdinde akil ve pirifâni zat olarak kabul gören mümtaz şahsiyetlerdir elbet. Nitekim toplum nezdinde müstesna yeri olan öyle mümtaz zatlar vardır ki, gerçektende onlar aklı, fikri ve gözü gönlü hep ayet-i celilerin nurani tecellilerine mazhar olmaktan başka derdi davası olmayan zatlardır. Dert davaları İlahi idrakle boyanmak olunca da varmak istedikleri tek hedef ise fenafillâh halinden bekabillah’a yol alıp Hakka vasıl olmaktır. Ki; bu ulvi amaç doğrultusunda hayatını tanzim eden her Salih kul kendini bilmek ilmine vakıf olur da. Dolayısıyla Salih kullar kendini bildikleri içindir, Rabbini bu arada ilahi tecelliler ışığında bilmiş olur. Derken ilahi idrak bilinçleri her daim açık hale gelir de. Ne diyelim, işte görüyorsunuz, ne mutlu böylesi ilahi idrak bilinci açık olanlara Salih kullara ki, Allah’a olan yakinliklerini adım adım ilerleyerekten artırabilmişler. O halde biz aciz kullarında Allah’a yakin olması icab eder, ama nasıl? Sırasıyla; ilmel yakin, aynel yakin ve hakkel yakin basamaklarından bir bir geçerek elbet. Öyle ya, bir insan düşünün ki, zahiri ilmi öğrenmekle ilmel yakin idrak bilincine vakıf olabiliyor, bu ilmi tatbik ettiğinde ise aynel yakin idrak bilincine vakıf olmakta. Artık bu noktadan sonra her iki vukufiyet tüm benliğini sardığında da elbette ki o insanda Allah’ın izniyle hakkel yakin idrak bilincin açılacağı bir hayal değil gerçek olacağı muhakkak.
Evet, insan zahiri ilimden ‘fikri idrak bilinç’ kazanımı, batını ilimden de ‘zikri idrak bilinci’ kazanımı elde edebilmeli ki, ‘ilahi idrak bilinç’ kazanımına erişilebilsin. Anlaşılan, ne tek başına zahiri ilmi bitirmekle ilahi idrak bilinci kemal bulabiliyor, ne de tek başına batini ilmi bitirmekle. Mutlaka her iki ilmede vakıf olmak gerekir ki, tasavvufi manada fenafillâh ve bekabillah mertebelerin akabinde her daim ilahi idrak bilinç açık olsun. Bu demektir ki, bir insanın zahir idrak bilinci tam olsa da batini idrak bilincinden mahrumsa ilahi idrak bilinç penceresi açılmayabilir. Bakınız, Hz. Ömer (r.a) hutbe irad ettiğinde tâ bulunduğu yerden Nihavendi görmesi, hiç şüphe yoktur ki o’nun ilahi idrak bilincinin açık olduğuna işarettir. Hakeza İstanbul fethinin müteakip Akşemseddin Hz.lerinin Fatih’in ricası üzerine Allah’tan medet dileyerek sahabeden Ebu Eyyûb El-Ensari (r.a)’ın kabrini belirlemesi ilah-i idrak penceresinin açık olduğunun bariz göstergesidir. Öyle anlaşılıyor ki, İslam tarihinden hangi örnekleri verirsek verelim karşımıza hep 'İlahi idrak bilinç' gerçeği çıkıyor. İlahi idrak bilinç gerçeği zahiri ilmin zirvesine çıkmış bilge zatlar içinde gereklidir elbet. Nasıl gerekli olmasın ki, baksanıza biri Müceddid-i Elfisani adıyla meşhur İmam-ı Rabbani Hz.leri, diğeri de Hüccetü’l İslam adıyla meşhur İmam-ı Gazali Hz.leri. İşte bu noktada her ikisinin de hayatları incelendiğinde görülecektir ki; önce ilmel yakin idrak, sonra aynel yakin idrak ve en nihayetinde hakkel yakin idrak ilmine vakıf olaraktan ancak ilahi idrak bilincine vakıf olabilmişlerdir. Hatta şöyle kitapları karıştırıp iyice dikkat kesilin İmam-ı Gazali Hz.leri ilahi idrak bilincin mertebesine eriştiğinde şunun ilmiyle bunun ilmiyle ilahi idrak bilincim açıldı demiyor, ne diyor enbiya ve evliya ilmiyle eriştim diyor. Demek ki, bir insan iki bin yılının müceddidi de olsa, İslam’ın delili manasına Hüccetül İslam bir âlim zatta olsa tüm enbiya ve tüm rabbani evliyalarda görülen ilahi idrak ilmine muhtaç olabiliyor. Bu muhtaçlık giderilmeden Hakkel yakin ilmine vakıf olmak çok zor gözüküyor.
Belki, zihnen şöyle de düşünebiliyor olabiliriz, acaba insanların kaçta kaçı ilahi idrak bilincine ermiş durumda ki? Aslında hiç de böyle düşünmeye gerek yoktur. Çünkü boşa zaman kaybıdır bu. Bakın şöyle etrafımıza, ilmel yakin idrak sahibi insanların sayıca çok olma ihtimali muhtemelken, aynı ihtimali aynel yakin ve hakkel yakin idrak bilinç sahibi insanlar için söylemek pek mümkün gözükmüyor. Belki aynel yakin bilinç sahibi insanlar için vasat sayıda demek mümkünken hakkel yakin bilinç sahipleri içinse ne az, ne de vasat diyebiliriz. Yani hiç denecek kadar kıt dersek yeridir. Hele birde bunun üzerine ahır zamanda olduğumuzu hesaba kattığımızda vay halimize. Maalesef içinde bulunduğumuz hal ve ahval ‘manen kıtlık’ zamanı olduğunu gösteriyor, habire ibremiz kıtlık ekseni etrafında seyrediyor. Gel de bu duruma eseflenme, baksanıza İlahi idrak bilincinden yoksunluk ve manen kıtlık hali Ümmet-i Muhammed’i zeril perişan hallere düşürmüş durumda. Öyle ki, idraksizliğin her türlüsü şeytan, nefis ve uluslararası sömürgeci emperyalist devletlerin elinde birer oyuncak maşa olmamıza yetebiliyor. Derken Ümmet olarak yediden yetmişe her birimizin idrakine giydirilen deli gömlekler ve tasmalar bizi zıvanadan çıkaracak hale getirebiliyor. Madem idraksizlik hali tüm Ümmet-i Muhammed’i zıvanadan çıkarır hale getirecek kadar çok ciddi boyutlarda bir mesele, o halde hiç olmazsa ayakta durmamızı sağlayacak şu üç sacayağı idrak bilinçlenmelerinden bari ilki için adım atalım ki, şer odaklarının elinde oyuncak olmaktan çıkıp prangalardan kurtulabilelim. Yeter ki, ilk idrak bilinçlenme aşaması için ‘Haydi Bismillah’ deme yürekliliğini gösterebilelim, bak o zaman bu yürekli gayretimiz karşısında büyük-küçük her ne tür şeytan varsa hepsi kaçıp tüyer de. Böylece şeytanlar kaçıp tüydüğünde tünelin ucunda görünen ilk ışık üzerimize doğduğunda zihni idrakimiz açılmış olacaktır. Malum, ışık git gide ziyadeleşip ikinci ışık üzerimize doğduğunda bu kez kalbi idrakimiz açılacaktır. En nihayetinde tepe noktasında gölgesiz üçüncü ışık üzerimize doğduğunda da tüm benliğimiz nurlanıp ilahi idrak penceremiz açılır bile. Derken son nefeste vuslat hâsıl olur da. Hele vuslat yolunda bir de kendimize rehber edindiğimizi düşünün, bak o zaman değme keyfine yol kısalır da. Zaten yol ancak bir bilenle kat edilebiliyor. Aksi halde yerimizde habire hep sayar durup bir bakmışsın daha yola çıkmadan kurda kuşa yem olmuş halde kendimizi buluruz. İdraksizliğin her türlüsü o kadar başa bela bir şey ki, düşünsene daha yola çıkmadan en ufak bir hadise karşısında hemen yelkenler fora deyip pes edebiliyoruz. Hem kaldı ki biz, ilahi idrak bilincine ermiş Derviş Yunus değiliz ki 'kahrında hoş, lütfün de hoş' deme yürekliliğini ve erdemliliğini gösterebilelim. Hiç kendimizi temize çıkartmaya çalışmayalım, baştan kabul etmemiz gerekir ki her birimizin zayıf ruhlu oluşu idraksizliğimizin bir neticesi Dolayısıyla hiç bahane aramayalım, suçu bizatihi kendimizde arayalım. Baksanıza şu halimize şeytani ve nefsanî kuvvetler hafif üflediğinde bile hemen devrilebiliyoruz. Oysa iç dünyamızı meleki kuvvetlerin üflemesiyle besleseydik böyle en ufak esen bir rüzgârda savrulur muyduk? Besbelli ki zayıf ruhlu oluşumuz zikirsizlikten kaynaklanan bir ruh halidir. Peki, bu zayıf ruh halinden nasıl çıkabiliriz derseniz yapmamız gereken şey fikir, zikir ve şükür ekseni üzerinde ruhumuzu beslememiz gerekiyor. Nasıl ki bilgisayarın beyni hükmünde olan hard diske program yüklendiğinde o bilgisayarın monitörü (ekranı) işlerlik kazanıyorsa, aynen öylede insanda zihin dağarcığına, kalbine ve letaiflerine fikir, zikir ve şükür programları yüklediğinde seyr-i süluk yolunda tüm idrak bilinçlenmeler işlerlik kazanacak demektir. Yeter ki, zihin ufkumuzu ve gönül dünyamızı Allah’a doğru çevirelim, bak göreceksiniz nefsin ve şeytanın baskısından kurtulup ilahi idrak bilincimiz açılır da. Böylece gerçek manada kalbimiz huzura ermiş olur..
Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/34 ... idrak.html
En son alperen tarafından 09 Eki 2019, 09:50 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
naye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 137
Kayıt: 12 Eki 2007, 23:00

Re: slm

Mesaj gönderen naye »

paylaşımınız için teşekkürler
Peygamberimizin yolu-yordamı aşktır;Aşktan doğduk biz,anamız aşktır.                               
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

Kader-i İlahi

Mesaj gönderen alperen »

KADER-İ İLAHİ
SELİM GÜRBÜZER
Kader; Allah’ın ezelde takdir edip yarattığı her şeyin Levh-i Mahfuza kayda alınmış yazgıdır. Dolayısıyla bu tariften hareketle ezelde her ne takdir edilmişse gelecekte açığa çıkması kaza olarak ifade edilir. Sakın ola ki bu tariften şu anlam çıkmasın, Yüce Allah tüm olan bitenler vuku bulduktan sonra her şeyden haberdar olmuştur diye, bilakis öncesi ve sonrası hiç fark etmez, Levh-i Mahfuza yazılmış olduğundan şüphesiz ki her olan bitenden haberdardır elbet. Ancak şu da var ki, her yazılan vuku bulacak diye bir şartta yoktur. Bu yüzden İmam-ı Azam bu hususta Levh-i Mahfuza kaydedilenlerin hüküm olarak yazılmadığını vasıf haber olarak kayda geçtiğini beyan etmişlerdir. Bir başka ifadeyle kayda geçmiş olan her yazı vuku bulsun diye yazılmış değil, bilakis olacak şeklinde, ya da şöyle olacağı önceden bilinip tespit manasına bir yazgıdır. Üstelik tüm bu yazgılar kullardan da gizlidir. Özellikle de rızık, ecel gibi kesinleşmiş hükümler bu kapsamda olup Rabbül Alemin’e hiç kimse kaderi hakkında neden böyle oldu diye ne bir sitemde bulunabilir ne de şikâyet edebilir. O kaleme yaz diyince kalemde yazıverir elbet, hem nasıl şikâyette bulunabiliriz ki.
Malumunuz Allah’ın ilk yarattığı kalem olduğunu Rasulullah (s.a.v)’in bizatihi: “Allah Teâlâ gökleri ve yeri yaratmadan 50.000 sene önce Levh-i Mahfuz’a mahlûkatın kaderlerini yazdı. O zaman Arş’ı su üzerinde idi” (Müslim) diye beyan buyurduğu bu hadis-i şeriften pekâlâ anlayabiliyoruz. Nitekim Allah kalem’e yaz deyince;
Kalem bu emir karşısında:
-Ne yazayım ki der.
Yüce Allah (c.c) bunun üzerine şöyle emreder:
-Kıyamete kadar olacak olan her şeyi (kaderini) yaz,
Derken kalemde yazıverir.
Bakınız Ubade İbn’us Samit (r.a) sekarat esnasında oğluna ne diyor:
-Ey Oğul, başına gelecek olan şeyin asla atlatılamayacağını, kaçırdıklarını da yakalayamayacağını bilmedikçe imanın ve hakikatin tadını asla bulamazsın. Zire ben Resulullah (s.a.v)’in şöyle beyan buyurduğunu işittim: Allah’ın yarattığı şey kalemdir. Kalemi yarattı ve: Kıyamete kadar olacak şeylerin miktarlarını yaz dedi. Ey Oğul! Resululh (s.a. v)’den şunu da iştim: Kim bu inanç dışında ölürse o benden değildir (Ebu Davud, Tirmizi).
Efendimiz (s.a.v) bir defasında yine ashabına yönelik;
-“Muhakkak Allah-u Teâlâ herkesin cennetteki ve cehennemdeki yerini said mi? şaki mi? ne olacaksa halini yazıp tespit etmiştir” diye beyan buyurunca Sahabeyi Kiram:
-Ya Resulallah! Madem sonumuz belli, o halde daha niye amel ederiz ki.
Efendimiz (s.a.v) cevaben;
-Siz gücünüzün yettiği kadar amel edin gevşemeyin. Bir kimse saadet ehlinden ise ona cennetliklerin ameli kolaylaştırılır. Eğer şekavet ehlinden ise cehennemliklerin ameli kolaylaştırılır (Buhari) diye buyurur.
Gerçekten de Allah Teâlâ bu durumu ayeti celilesinde şöyle tasdik eder: “Kim Allah için harcar, günahtan sakınır ve en güzel sözü (kelimeyi şahadet) tasdik ederse biz onun için cenneti hazırlarız, aksi takdirde cehenneme giden yolunu kolaylaştırırız.” (Leyle 5–10)
Hz. Ömer (r.a) bu arada Allah Resulüne şöyle sual tevdi eyler:
-Ya Rasulullah! İşlediğimiz amellerimiz önceden belirlenen bir hüküm üzere mi vuku bulur, yoksa sonradan bizim başlayıp bitirmemizle mi?
Efendimiz (s.a.v) cevaben şöyle der:
-Önceden belirlenen bir hüküm ve takdire göre yapıyorsunuz.
Hz. Ömer (r.a) bu kez:
-Ya Rasulullah! Madem her şey önceden belirlendi ise o zaman biz niçin amel ediyoruz ki.
Efendimiz (s.a.v) cevaben:
-Ey Ömer! Allah’ın takdir ettiği her şeye amelle ulaşılır der.
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) ikna olup şöyle der:
-O halde (anladığım kadarıyla) ulaşmak istediğimiz her şey için vesile yapılan amellere sımsıkı sarılmamız icab eder.
Böylece Resul-i Ekrem (s.a.v) bu mevzuuyla alakalı en ufak şüpheye mahal bırakmaksızın en nihai noktayı şu ifadelerle ortaya koyar:
-Herkes ne için yaratıldı ise onun amelini işlemeye muvaffak kılınır. (Buhari)
İşte bu müthiş ifadelerin zihinlerde en ufak şüphe oluşturmadığı şundan besbelli ki İbnu kayyum bir sohbet esnasında;
-Bu hadisi şerifi işitene kadar amel konusunda fazla bir şevkim yoktu, ama şimdi tüm var gücümle hayırlı amele yöneldim demekten kendini alamaz da.
Zaten Rabbül âleminin kullarının bir köşeye çekilip kaderde ne yazılıysa o olur düşüncelerle oyalanmasını murad etmediği o kadar net açık ki, Kuran’da bu hususta zikr olunan: “Biz dileseydik her nefse hidayet verirdik, fakat tarafımızdan şu söz kesinleşti. Muhakkak cehennemi bir gurup cin ve insanla tamamen dolduracağım” (Secde–13) ayet-i celilesi bu tip gereksiz kaygılara ve düşüncelere geçit vermemek için vahy edilmiştir. Hiç şüphe yoktur ki hidayet Allah’tandır. Biz sadece kulluk görevimizi yapmakla mükellefiz. Nitekim Bir gün Ümmü Habibe (r.a):
-Allah’ım! Beni zevcim Rasulullah, babam Ebu Süfyan ve kardeşim Muaviye ile birlikte güzel günlere ve hoş nimetlere kavuştur diye dua ettiğinde Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bu dua edişi üzerine kendisine şöyle uyarır:
-Sen Allah’a kesinleşmiş eceller, belirlenmiş günler ve taksim edilmiş rızıklar için mi dua ediyorsun. Sen bu tür şeyler yerine Allah’tan seni kabirdeki azaptan ve cehennemin ateşinden kurtarmasını isteseydin ya, bu senin için çok daha hayırlı ve daha faziletli olurdu. (Müslim)
RUH
Kader konusunu bilmemek ya da kaderimde acaba ne yazılıdır diye merak etmemek inanan bir mümine hiç bir şey kaybettirmez, bilakis kader konusunu fazla irdelememek ya da ne yazılırsa yazılsın ilgilenmemek çok şey kazandırır. Mümin için bu tür derin konularla oyalanmak yerine her anını ve her saniyesini Allah’a abd olmakla geçirmesi daha evladır. Hakeza ruh konusu da öyledir. Zira Allah Teâlâ Habib’ine bu hususta fazla kelam etmesine müsaade etmemiştir. Her ne kadar ruh dünyamız cismani âlem gibi olmasa da sadece topraktan yaratılmış bedenimizin göstergesi ve özü olduğu bilgisini ehlisünnet kaynaklarından öğrenmemiz bize yeter artar da. Hem bundan ötesini bilmeye ne hacet var ki, sonuçta ruhta yaratılmış mahlûkattandır. Ancak hayvanatın ruhi melekesi bundan istisna olup melek, cin ve insan taifesinin ruhi melekesinden farklıdır. Her neyse asıl bizim alakadar eden husus kalu belada bir araya gelen insan taifesine ait ruhların dünyadaki durumudur elbet. Malumunuz ehlisünnet ulemamız insan ruhunun daha dünyaya konuk olmadan önce anne karnında 120 günlük cenine ruh üflenmesiyle birlikte hukuki hüviyet kazandığında hem fikirlerdir. Dolayısıyla İslam hukukunda ortada herhangi ciddi manada hiçbir sebep yokken 120 günlük bebeğe bir takım yollarla müdahale ederekten düşürmeyi cinayet olarak niteler. Bikere ortada anne karnında ruhun bedenle buluşması denilen bir hadise söz konusu, o halde o körpe cana nasıl kıyılır ki. Hem kaldı ki ruhla birlikte kimlik kazanan bir bebeğinde ecel vakti geldiyse de tıpkı dünyada olduğu gibi anne karnında da olsa Allah’ın verdiği canı yine Allah’tan başkasının almaya hakkı olamaz. Unutmayalım ki, can bedenden çıkmayınca asla toprak olamaz. Yine de ne ilginçtir ki, Yüce Allah (c.c) görevlendirdiği ölüm meleği vasıtasıyla canımızı alıp toprak olduğumuzda ruhun bir şekilde toprak olmuş bedenle tamamen ilişkisi kesilmez. Nitekim hadis kaynaklarından edindiğimiz bilgilerden hareketle kabirlerinde yatan mevtalara selam verildiğinde 'aleykümselâm' diye karşılık verdiklerini, hatta kabirlerini ziyaret edenlerin ayak seslerini işittikleri gerçeği ile karşılaşırız. İşte tüm ehlisünnet kaynaklı bilgiler ruhun bedenle bir şekilde ilintili bağının olduğuna açıklık getirmesi bize ziyadesiyle yetmiştir. Şu bir gerçek, ölüm aynı zamanda diriliş muştusudur. Ki, kıyametin kopmasının ardından toprak olmuş bedenler yeniden ruhlarına kavuşarak büyük bir dirilişin gerçekleşeceğine inancımız tamdır. Öyle ki, değim yerindeyse bu kez ruh, beden kafesinden tövbe billâh ayrılmaz da.
Evet, hiç kimsenin kader yazgısını ve ruhunu tam teşekküllü bilmesi üzerine vazife olmadığı gibi alakadar olması şartta değildir. Bu demektir ki kul kendisinden gizli tutulan kaderinden mesul değildir. Sadece kadere iman etmek şarttır, yani bilmek şart değildir. Dahası bu dünyada varlık nedenimiz yaratılış gayemiz gereği emr olduğumuz üzere olanlardan mesulüzdür biz. Asla kader yazgımızı bilmek diye bir mesuliyetimiz yoktur, dedik ya, sadece kadere iman etmekle mükellefiz. Keza akıl baliğ olmamış çocuklar, amentüden bihaber ya da ilahi davetten yoksun kimselerde buna dâhildir. Kaldı ki çocukken yaptıklarımızdan sorumlu da değiliz. Ne zaman ki vakti geldiğinde akıl baliğ oluruz, işte o zaman melekler devreye girip ömür boyu kendimizle alakalı levh-i mahfuz’da ne yazılmışsa onlardan bihaber olarak 'sevap-günah' kayıt işlemlerimiz bu arada işleme alınmış olur. En nihayetinde bir ömür süren kulluk faaliyetlerimizin tam rapor halde neticesi mizana konulduğunda meleklerin yazdıklarıyla Allah Teâlâ’nın Levh-i Mahfuza yazdığının aynısı çıkacak şekilde gözler önüne serilir de. Böylece mizanla birlikte dünyada iken bizden saklı tutulan Kader-i ilahi veya kader sırrı bize de ayan beyan olunmuş olur. Zaten dünyada ikende bize ayan beyan edilmiş olsaydı, o zaman imtihanın hiçbir kıymeti harbiyesi kalmazdı. Dolayısıyla ruz-i mahşerde gözler önüne serilmesi gayet tabii bir durumdur. Anlaşılan o ki; dünyada iken bizler sadece gördüğümüz ve yaşadığımız olanlara ancak vakıf olabiliyoruz, bunun dışında her şey ilahi kaderde gizlidir. Madem bildiklerimizin ötesi bizden gizlidir, o halde bildiklerimizle amel edip kurtuluşumuz için Allah’a ilahi adaletine sığınıp yeise kapılmamak düşer bize. Her şey O'nun takdirine kalmış bir şeydir elbet. Ki, Allah Teâlâ kullarına yeise kapılmayıp umut var olmamız için “Bana dua edin, dualarınıza karşılık vereyim” (Cafir 60) diye beyan buyurmakla yüreklerimizi ferahlatır da. İyi ki de Yaradanımıza sığınacak dua zırhımız var, bu sayede pek çok sıkıntıları atlatabiliyoruz da. Sadece dua mı, bunun yanı sıra sadaka vermek, sıla rahimde bulunmakta öyledir. Nitekim bu hususta Efendimiz (s.a.v);
-Kaderi ancak dua engeller. Ömrü ancak iyilikler artırır. Kul işlediği günahlar yüzünden rızkından mahrum kalır (Hakim).
-Şüphesiz sadaka Rabbin gazabını söndürür ve kötü ölümü engeller (Tirmizi)
-Rızkının genişlemesini, ömrünün uzamasını isteyen kimse akraba hukukunu korusun (Buhari) buyurmuşlardır.
Ve en nihayetinde Rabbül Âlemin şöyle ferman buyurur;
Resulüm de ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime her hangi bir fayda ve zarar verecek güce sahip değilim (A’raf/188).
KADER ÇEŞİTLERİ
Bir tür kader vardır ki; o hiç kuşkusuz kat’i hükme bağlanmış kaderdir. Öyle ki, rızık, evlilik ve ecel bu türden kader olup dua ve himmetle de bu hüküm ortadan kalkmaz da. Mesela rızık hadisesine baktığımızda yaratılıştan bugüne hiç kimsenin rızıksızlıktan öldüğü vaki değildir. Bikere insanoğlu ister helal yoldan rızıklansın ister helal yoldan hiç fark etmez vücudun ihtiyaç duyduğu gıdayı bir şekilde alıp hayatını idame edebiliyor. Kaldı ki, hayatını idame edecek gıdayı bulamasa da bu kez besin depoları devreye girip insanın uzun bir süre hayati fonksiyonlarını devam ettirecek şekilde ayakta kalmasına yetebiliyor. Zira Allah (c.c) kulunun vücut donanımını açlıktan ölmeyecek şekilde yaratmıştır. Dahası Allah (c.c) yarattığı kulların her biri için ezelde ne rızık takdir etmişse o takdir üzere rızıklar pay edilir. Hani zaman zaman hiç hesapta olmayan davetsiz misafirle karşılaştığımızda, o an yiyecek kaygısına kapılmaksızın sofraya buyur ederiz ya, aslında o buyur edişimiz ‘herkes rızkını yer’ gerçeğinin ta kendisi buyur etmektir. Çünkü rızıkta Allah’ın Rezzak isminin tecellisi değişmez bir kader-i ilahi hükümdür. Öyle ki, aynı sofra etrafında oturanların kaç lokma yiyeceği bile Rabbimizin ezeli ilminde takdir ettiği sayıda boğazdan geçmekte. Böylece herkes payına düşen rızkına razı olarak Allah’ın nimetinden faydalanmış olur. Tabii ki lokma farklılıkları sadece sofrayla sınırlı değil, iş hayatında da rızık farklılığı olup hakkıdır zaten. Hiç şüphe yoktur ki, bu farklılık kiminin kimine göre üstün olmasından değil, bilakis kulun imtihanına yönelik farklılıktır bu. Nitekim şu fani dünyada zengin zenginliği ile imtihan olurken fakirde fakirliği ile imtihan olmakta. İster zengin ister fakir olunsun hiç fark etmez, sonuçta Allah’ın hazinesi tüm yarattığı kullara ziyadesiyle yeter artar da. Yüce Rabbimiz öyle merhamet ve cömert kerem sahibi ki, kâfir-Müslim ayırmaksızın yarattığı her kulun rızkına bizatihi kendisi kefildir. Bu yüzden ne kadar şükretsek azdır. Burada bizim için önemli olan asla ve kat’a rızık endişesi taşımamaktır, aksi halde her an imanımıza halel getirebiliriz. Zira müminin kâfirden farkı rızkından endişeye kapılması değil rızka teslimiyet göstermesidir. Zaten hakiki mümin o dur ki, sadece rızık hususunda değil, bir iyilik yaptığında ya da bir iyilikle karşılaştığında onu kendinden bilmeyip Allah’tan bilendir. Malumunuz kâfir bir iyilik yapmış olsa onu kendinden bileceği muhakkak. Mademki bu dünyada mümin olarak şereflenmişiz, o halde bir mümine yakışır vaziyette tüm insanlığa hak ve hakikat yolu çerçevesinde şefkat elimizi uzatıp bağrımıza basalım ki bizi gören bizde dirilmiş olsun.
Tabii konumuz bitmedi, dahası var elbet. Bakınız kaderin bir türü daha vardır ki, o da sebeplere bağlı bir kaderdir. Ki; bu 'kaza-i muallâk' diye tanımlanıp dua, himmet ve sadaka gibi vesileler bu kapsamda değerlendirilir. Mesela çocuk sahibi olmak için öncelikle evlenmek gerekir. Zaten sebeplere başvurmadan Allah’tan bir şey ummak adetullaha ters düşen bir durumdur. Sebeple başvurduğumuzda ise doğacak olan çocuğun erkek kız hesabı yapmaksızın Allah ne takdir etmişse neticesine razı olmamız icab eder. Kaldı ki, hiç çocuk sahibi de olmayabilirdik, dolayısıyla her halükarda halimize şükretmemiz gerekir. Dahası tüm bunlar kader planında cereyan eden hadiselerdir. Dolayısıyla kulun başına iyilik, kötülük, sıhhat, hastalık gibi her ne varsa her an her şey gelebilir. Mesela kulun başına hastalık geldiğinde nasıl ki hastalık kaderse, tedavi olmakta kaderdir. Örnekleri çoğalttığımızda kulun işsiz kalması da kader rızık araması da, Hakeza kulun günah işlemesi de kader, günahtan sakınması da kader elbet.
Bakınız bu hususlarda Ashab-ı Kiram, Efendimize şöyle sual tevdi eyler:
-Ya Rasulallah! Biz hasta olunca ilaç alıyoruz, şifa bulmak içinde habire okuyoruz da, tüm bunlar Allah’ın kaderine mani değil mi, hem bize bir fayda verir mi?
Efendimiz (s.a.v) cevaben:
-Onlarda Allah’ın kaderindendir der. (Tirmizi)
Rasulullah (s.a.v) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: “Sana fayda verecek şeyin peşine düş ve ulaşmak için Allah’tan yardım iste, sakın acizlik gösterme. Başına bir durum gelince: Keşke şöyle yapsaydım şöyle olurdu deme. Fakat: Bu Allah’ın takdiridir, O dilediğini yapar de. Çünkü keşke türü hayıflanmalar şeytana kapı açar, söyleyeni zarara sokar” (Müslim).
Yine Rasulullah (s.a.v) bir hadis-i şerifinde ise şöyle beyan buyurmakta: “Bir kötülük işlediğin zaman hemen ardından bir iyilik yap ki o temizlensin.” (Tirmizi)
Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v) darul bekaya göç ettikten sonra halife sıfatıyla Hz. Ömer (r.anh) ise günlerden bir gün Şam’a doğru yola çıktığında sınırda onu Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a) karşılar. Ve Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a) şöyle der;
-Ya Ömer! Şam’da ciddi bir veba hastalığı vardır.
Hz. Ömer (r.a), hemen durum vaziyeti arkadaşlarıyla birlikte istişare ettikten sonra geri dönme kararı alır.
Ancak Hz. Ömer (r.a)’ın bu kararı Şam Valisinin taaccübüne gidip şöyle der:
-Ya Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?
Hz. Ömer (r.anh) cevaben:
-Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine rücû ediyorum deyip akabinde sözlerine şöyle açıklık getirir:
-Şimdi sorarım size, senin bir grup deven olduğunu varsayalım, bir tarafı otlu, diğer tarafı çorak olan bir derenin hangi tarafında otlatırdınız? Eğer develerini meralı yerden otlatırsan doyurmuş olup Allah’ın kaderiyle gütmüş olurdun, yok eğer develerini çorak tarafa yönlendirmiş olsan aç bırakıp yine Allah'ın takdiriyle gütmüş olurdun. Görüyorsunuz netice farklı olsa da sonuçta her iki durumda kader planda cereyan hadiselerdir.
Bu arada Hz. Ömer (r.anh) tam sözlerine son vereceği esnada Abdurrahman b. Avf (r.a) çıkagelip konuyla alakalı Allah Resulünden işittiği hadis-i şerifi şöyle nakleder:
-Ben Allah Resulünden; bir yerde veba hastalığının bulunduğunu işittiğinizde oraya gitmeyin. Bulunduğunuz yerde veba görülünce de oradan kaçarak başka yere çıkmayın sözünü duydum.
Böylece bu hadis-i şerifle maksat hâsıl olup Hz. Ömer (r.a) sünnetin gereğini yerine getirerekten yeniden Medine yoluna revan olur bile.
YARATMAK BAŞKA FİİLİ İŞLEMEK BAŞKA
Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır. Bu yüzden şerri yaratmaz demek yanlıştır. Hâşâ Allah şerri yarattı diye kul kötülük işlemiş değildir. Bikere her şeyden önce yaratmak başka bir şeydir kötülüğü işlemek başkadır, Yani her ikisi de eylem bakımdan birbirine zıt fiillerdir. Hem kaldı ki neyin iyi neyin kötü olduğu bize göredir. Çünkü Yüce Allah hayır gördüklerinizin altında şer, şer gördüklerinizin altında hayır olabilir diye beyan buyurmakta. Bize düşen Yüce Rabbimizden hakkımızda hayır dilemek olmalıdır.
Hakeza hidayete ermekte öyledir. Şüphesiz ki Allah dileseydi herkes imana gelirdi elbet, Besbelli ki ilahi adalet ve ilahi imtihan bunu gerektirmekte, bu nedenle Allah indinde tüm yarattığı kullarının hidayete ermesi diye bir şart yoktur. Kaldı ki Allah kuluna güç ve takat vermese ne hayır işlemeye güç yetirebilir ne de şer işlemeye dermanı olur. Anlaşılan kul için kendisine lütfedilen cüz-i ihtiyariyle fiiliyatta bulunmak vardır, ama unutmayalım ki fiiliyatta bulunmak failin yaratıcısı olmak değil bilakis uygulayıcısı olmaktır.. İnsana bu noktada sadece cüz-i irade donanımıyla destek verilerek önüne iki seçenek konulmuştur; ya hayrı işleyerek Allah’ın rızasını kazanırsın denilmekte, ya da şerri işleyerek Allah’ın azabına uğrarsın. İnsan sadece cüz-i ihtiyarıyla mı desteklenmiştir, daha birçok yapacağı hayırlı faailiyetler içinde peygamberler, melekler, kitap ve akıl gibi nimetlerle de desteklenmiştir. Yani insan asla başıboş bırakılmamıştır. u faaliyetler için vardır, her biri hayra giden yolda destek kıtalarıdır.
Evet, Allah’ın fiili ile kul’un fiili asla aynı şeyler değildir. Dedik ya, fiili yaratmak başka şey, fiili işlemek başkadır. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak ise kaderdir. Çünkü kaza ve kader Allah’ın ezelden tezahür etmiş sıfatlarıdır. Hiç kuşkusuz Kader-i ilahi gereği hayır tezahür eden işlerde Allah hoşnut olur, kötü fillerde Rabbül Âleminin dilemesi söz konusu olabilir, ancak asla kötülüğe dahli ve rızalığı yoktur.
Allah bazılarına ikram eder, sever, seçer ve hidayet verir, tercih O’nundur, bazılarından ise ilahi yardımı keser, kulların kalbini bağlar, kalbini mühürler ya da şeytanla baş başa bırakır, bu durum ilahi adalet olarak tecelli eder. Dahası Kader-i ilahiye imtihan sırrıdır, o alanda bize laf düşmez. Çünkü Allah'tan başka hiç kimse mutlak otorite değildir.
Malumunuz, Cebriye akımı kader konusunda kula tercih hakkı tanımaz. Kaderiye akımı da tam aksine Allah kuluna karışmaz der. Ehlisünnet ekolünde ise hem kaderi, hem de ilahi takdiri esas alıp, Allah kulun tercihine göre fiillerini yaratır der ve doğrusu da budur. Zaten böyle olmasaydı cebir olurdu, yani kâfir zorla inkâr etmiş olurdu ki; hâşâ Allah hiçbir kuluna zulmetmez. Nitekim Allah “Sizin hayır gördüğünüz şeylere şer, şer gördüğünüz şeylerde hayır olabilir. İşin aslını ve hayırlısını siz bilemezsiniz” (Bakara, 216) buyurmaktadır.
ÜÇ KANUN
Allah’ın üç kanunu vardır: Birincisi Atâ kanunu, ikincisi Kaza kanunu, üçüncüsü Kader kanunudur. Şayet Allah dilerse Atâ kanunuyla kazayı bozar, kaza kanunuyla da kaderi bozabilir. Mesela uhrevi cezalar pekâlâ Atâ kanunuyla hükmü ortadan kalkabiliyor, böylece bu yönde kazanın vuku bulmasıyla birlikte kader yazgısı değişikliğe uğramış olur. Sadece uhrevi cezalar mı, hayatta iken de ata ve kaza kanunuyla bir takım değişiklikler her an vuku bulabilir. Nitekim anlatılan bir tasavvufi kıssada sofinin mürşidine kayıtsız şartsız teslimiyetinden öyle övgüyle söz edilir ki, hem de öyle böyle değil, tıpkı ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi bir teslimiyettir bu. Ancak bu anlatılan kıssaya geçmeden önce şimdiden tasavvuf yolunda müridin mürşide bağlılığında tam teslimiyetin olması gerektiğini bilmekte fayda vardır. İşte o sofi bu sorgusuz sualsiz teslimiyetiyle birlikte mürşidine olan muhabbeti doruk noktaya ulaştığında keşfi bile açılıverir. Merak bu ya, keşfi açılan sofi mürşidinin maneviyattaki durumuna baktığında bir de ne görsün muhabbet beslediği mürşidinin alın yazısında şaki yazılı. Derken bundan böyle mürşidine muhabbet beslemez olur. Tabii bu durum mürşidinin gözünden kaçmaz. Ve o sofiye şöyle der:
-Hayırdır evlat! Yüzünden düşen bin parça, sana ne oldu böyle birden bire? Ne iştir, sizi her defasında soğuk görürüm hep.
Sofi:
-Maalesef alnınızda şaki yazılı olduğunu gördüm, bu durumda nasıl muhabbet duyabilirim ki?
Bunun üzerine mürşidi şöyle der:
-Hay evlat! O alın yazısını siz daha yeni gördünüz, biz ise o yazıyı yedi yıldır gördüğüm halde zerre miskal olsun Allah’tan ümidimizi kesip asla itaat etmekten geri durmadım.
Evet, Allah’tan umut kesilmez, kaderde ne yazılı bizi pek alakadar eden husus değil, bizi alakadar eden kısım yukarıda anlatılan kıssadan hisse misali kadere kayıtsız şartsız inanmış müminler olarak ne yapmamız gerektiğinin mesajını iyi okuyup ziyadesiyle yerine getirmek olmalıdır. Öyle ya, insanın kaderinde ne yazılırsa yazılsın, bizim için ne yazıldığı değil ne yapacağımız önemlidir. O halde daha ne duruyoruz, tez elden son nefese dek Allah’a kulluk etmek tek biricik dert davamız olmalıdır. Yeter ki, şu fani dünyada gücümüz yettiğince Yunusçasına ‘kahrında hoş lütfünde hoş’ diyerekten Allah’a kul olmaya çalışalım en nihayetinde hayırlar feth olup şerler def olacaktır elbet.
Velhasıl-ı kelam, Allah-u Teâlâ gafur rahimdir, dilerse Atâ kanunuyla yazılı olan şakiliği muti yazısına çevirir de.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4 ... er-i-ilahi
Cevapla

“Makaleler” sayfasına dön