ÂDÂB VE USUL
Moderatörler: ucharfbesnokta, Ertugrul
ÂDÂB VE USUL
ÂDÂB VE USUL
SELİM GÜRBÜZER
Hiç şüphesiz tasavvuf yolunda geçerli olan adab ve usul sünnet-i seniyye üzere olan adab ve usul esastır. Şurası iyi bilinmelidir ki, sırf şekli hareketlerle el öpüp yerlere serilmek gibi tavırlar asla tasavvufî adapla bağdaşmaz. Tasavvufta asl olan ‘Sırat-ı müstakim üzere huzura varıp lütufla dönmek’ çok mühim adabtır. Nasıl mı?
Bakınız, Ashabı Kiramdan bazıları Allah Resulü abdest suyunu ve tükürüğünü kapıp yüzlerine ve vücutlarına sürdüklerinde, Resulullah (s.a.v):
- Niçin böyle yapıyorsunuz diye sorar.
Ashabı Kiram cevaben der ki:
-Ya Resulullah! Bereketlenmek ve sevap kazanmak için.
Rasulüllah (s.a.v) bunun üzerine:
-Her kim ki, Allah ve Resulünün kendisini sevmesini istiyorsa (böyle şeyler yapmak yerine) konuştuğunda yalan söylemesin, emanete hıyanet etmesin ve komşusuna eziyet vermesin diye beyan buyurur.
İşte sevme ve sevilme adabı budur. Madem Allah Resulü sevme ve sevilmenin nasıl olması gerektiğinin adabını ortaya koymuş, o halde tasavvufi hayatla hem hal olan sofilerde tıpkı Allah Resulünün ashabına öğrettiği usulde olduğu gibi Sadatlara da aynı adab üzere muhabbet ve sevgi beslemeleri gerekir. Hatta sofi Sadatları ziyarete gideceği zaman daha evden dışarı çıkmadan önce adaba başlamalı. Şöyle ki, bir sofi mürşidini ziyaret etmeyi düşündüğünde sırasıyla önce normal abdest ve boy abdesti alıp akabinde iki rekât namaz kıldıktan sonra yapacağı ziyaretin hayırlara vesile olması dileğiyle Allah’a dua ve niyazda bulunmalı ki, yapacağı ziyaret şekli değil sünnete uygun bir ziyaret adabı olsun. Tabii bitmedi, bir de işin içinde mürşidin huzuruna çıkmak da var. Malum huzura varıldığında da ‘adabı-usul-erkân’ bilmek gerekir. Zira tasavvufta huzura adaba mugayir olarak varmak asla kabul görmez. Nasıl ki dünyevi makam sahiplerinin huzuruna çıkıldığında makama saygının bir gereği olarak el pençe divan duruluyorsa, aynen Peygamberimiz (s.a.v)in varisi hükmünde ilmiyle amil olmuş manevi makam sahiplerinin huzuruna çıkıldığında da öyle olmalıdır. Ancak Allah dostlarının dünyevi olandan farklı olarak huzura varıldığında göz göze gelmeyecek şekilde huzurda bulunmak çok mühim bir adabtır. Yani bakmanın adabı göz göze gelmeyecek şekilde bakmaktır. Ki, Evliyaullah’ın bakışı bizim gibi değil, Allah’ın nuruyla bakmaktalar, işte bu nedenledir ki, Allah dostunun iki kaşı arasından çıkan nura doğrudan bakıldığında adeta şimşek çakarcasına bir etkileşim olur ki her sofi bunu kaldıramayabilir. O halde salikin her halükarda mürşidiyle göz göze gelmemeye dikkat etmesinde fayda vardır. Aksi halde mürşidinin nazarından istifadesi zorlaşabilir. Keza huzurdan ayrılacağı zaman da sırtını dönerek değil yüzü dönük olarak huzurdan ayrılması çok mühim adabtır. Böylece bir sofi sünnet-i seniyye usulünce uyguladığı edeble varış lütufla dönüş adabı sayesinde huzura erer de.
Sakın ola ki, bu adaplar da nerden çıktı, böyle şeyler mi olur diye taaccübünüze gitmesin. Şurası iyi bilinmelidir ki, hem huzura çıkış adabının hem de huzurdan ayrılış adabının uygulayıcısı ve kaynağı bizatihi Allah Resulünün tâ kendisidir. Nitekim Allah Resulü Miraca yükselip huzura vardığında, Yüce Allah Habib’inin adabını şöyle över de:
-Habib’im Miraca yükseldiğinde bir an olsun gözü sağa sola kaymadı.
Evet, O yüce makamlarda sağa sola bakmamayı kendine hayâ edinmiş bir nebidir. Tabi huzura adab üzere varınca elbette ki huzurdan eli bomboş olarak dönüş olmazdı. Nitekim Yüce Allah (c.c) Habib’iyle birlikte ümmetini dinin direği beş vakit namaz hediyesiyle taltif edip yedi kat göklerden yeryüzüne öyle uğurlayacaktır. Miraç mucizesiyle birlikte şimdi daha iyi anlıyoruz ki ‘Edep Yâ Hû!’ sözü boşa söylenilmemiş. Öyle ya, bir insan hakikat yolunda adım atacaksa destursuz asla adım atmamalı manasına veciz bir sözdür bu.
Peki destursuz adım atılırsa ne olur? Bu durumda destursuz Hak kapısına varılsa da lütufla dönüş gerçekleşemeyecektir. Lütufla dönüş ancak ‘Edep Yâ Hû!’ sözünün mana ve ruhuna sadık adabı usulünce hareket etmekle elde edilebiliyor. Nitekim Allah Resul’ünün bizatihi Miraca adapla yükselişi ve akabinde lütufla dönüşü bunun en bariz delili zaten. İlginçtir Allah Resulü Hane-i Saadetinden dışarıya çıktığında öyle yumuşak ve seri halde bir yürüyüşü vardı ki, tıpkı Miraca yükseldiğinde ki gibi sanki yedi kat göklerde bulutlar üzerinde dolaşıyormuşçasına yürürdü. Hakeza öylesine ‘Nazar ber kadem’ usulü bir yürüyüşü vardı ki, görenler dönüp bir daha bakmaktan kendilerini alamazdı. Sadece yürüyüşüne mi mest-i hayrandılar, hiç kuşkusuz duruşu da apayrı güzellikte bir duruş olup tıpkı yürüyüşünde olduğu gibi yine seyreylemeye doyum olmazdı. Hele biri bir şey sormaya görsün asla başını çevirerek yönelmezdi, bilakis tüm vücuduyla yönelip öyle cevap verirdi. Konuşması da öyleydi, yani birine sesleneceği zaman yanına varıp öyle seslenirdi, asla uzaktan seslenmezdi. Allah Resulünün hayatında yürüyüşünden duruşuna, sükûtundan konuşmasına her ne varsa idrak edebildiğimiz kadarıyla anlaşılan o ki; ‘nazar’ rast gele bakış olmadığı gibi ‘kadem’ de gelişigüzel adım atmak değildir. Hatta ‘nazar’ için Sevgililer sevgilisinin bakışlarında kendini bulmak, ‘kadem’ içinde sırat köprüsünden geçercesine sırat-ı müstakim’ üzere adım atmaktır dersek yeridir. Yeter ki bir salik, hedefe doğru ilerlerken Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ‘Resulüm! Mümin erkeklere söyle gözlerini harama bakmaktan çekinsinler, namus ve iffetlerini korusunlar’ (Nur 30–31) ayet-i mucibinin adabı hükmünce hareket etsin eninde sonunda vuslat hâsıl olur da.
Evet, Peygamberimiz (s.a.v)’in varisi hükmünde Allah dostlarının nazarı ölü kalpleri diriltmeye vesile olurken, fesatçının bakışı da tam aksine insanı yiyip bitirir de. Hiç kuşkusuz birinci bakışta ferahlık vardır, diğerinde felaket söz konusudur. Madem öyle, bize düşen Yüce Allah’ın beyan buyurduğu “Şeytanın adımlarına uymayın” (Bakara suresi 208) emri üzere adabı usulünce hak ve hakikat yolunda adım atıp ilerlemek olmalıdır.
Hele bir insan felaha ermeye görsün başkalarının da bu yoldan istifade etmesi için çaba göstereceği muhakkak. Nitekim sofilerin her önüne gelene habire bu yolun çorbasından, suyundan, ekmeğinden, çayından, bağından, bahçesinden bahsedip anlatma ihtiyacı duyması, belli ki içinde yaşadığı sevinç yumağının kaynamasının neticesi bir arzu olsa gerektir. Zaten Allah Resulünün “Sizden biri, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi içinde istemedikçe gerçek manada imana eremez” diye beyan buyurduğu hadis-i şerifin hükmü böyle olmayı gerektirir de. İşte muhabbet bu ya, Şah-ı Hazne (k.s) bu hususta: “ Muhabbet sofilerin bineğidir demekten kendini alamaz da. Dolayısıyla bir sofi muhabbet bineği ile nereye giderse gitsin gönülleri fethetmek için at koşturacaktır. Bu arada koştururken dikkat etmesi de gerekir. Çünkü bu bir gönül seferidir, bu seferde hiçbir gönül kırılmaya gelmez de. Malum inci çok kıymetli bir mücevherat, hele düşüp bir kırılmaya görsün paramparça darmadağın olup toz duman olurda. Madem öyle, o halde gönüller yıkmak için değil gönüller fethetmek için var olmalıyız. Belli ki Yunus Emre onca seneler Tabduğun kapısını aşındıra aşındıra “Bu yol bir gönlün içine girmektir” diye boşa inlememiş. Hele ki bu hususta Peygamberimizin mübarek elleriyle Kâbe’yi işaret ederekten söylediği bir söz var ki, insanı kendinden alıp kendine getirmeye yeter artar da. Bakın, Peygamberimiz (s.a.v) gönül hakkında ne diyor: “Ey Kâbe! Sen Allah’ın evisin. Sen mübareksin. Fakat bir Müslüman, bir mü’minin kalbini kırsa yetmiş defa seni yıkmaktan daha ağırdır.” Madem Peygamberimiz (s.a.v) gönül hakkında böyle ferman buyurmuş, o halde ümmet olarak bizlere tüm gönülleri hoşnut tutmak düşer. Düşünsenize es kaza yaralı ceylan misali bir gönlü kırıp döktüğümüzü, bir daha ne mümkün ki o gönlü kazanabilesin.
Evet, bir şeyi yıkmak kolay ama yapmak zordur. Dolayısıyla neydik edip bir gönle girmek gerekir. Bakın, Şah-ı Nakşibend (k.s) yolda yürürken Hızır (a.s) ile karşılaştığında hiç oralı olmaz. Tabii bu durum Hızır (a.s)’ın dikkatinden kaçmaz ve şöyle der:
-Ben Hızır.
Ancak Şah-ı Nakşibend (k.s) yine oralı olmayıp şöyle karşılık verir:
-Bir kalbim var onu Seyyid Emir Külâl (k.s)’e verdim, bir başka kalbim daha yok ki onu da sana veriyim.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz âdâb, usul, erkân budur.
Öyle anlaşılıyor ki sofinin gönlü mürşidinin gönlü üzere olursa ancak o zaman yol alabiliyor. Nasıl mı? Tabii ki, Allah'ın lütfu keremiyle öncelikle kendine, ailesine, çoluk çocuğuna çeki düzen vererek yol almalı. Yani bir insan öncelikle kendisinden, ailesinden ve evlatlarından işe başlamalı ki sırat-ı müstakim üzere mesafe kat edebilsin. Derken bir insan kendi evinin önünü temiz tutmasıyla birlikte ister istemez bu temizlik komşu evlere de sirayet edecektir. Nasıl ki Resulü Ekrem (s.a.v.) bizatihi kendi evini, kendi odasını süpürmüş, temizlemiş yatağını kaldırmışsa bizler de pekâlâ onun ümmeti olarak bu iş kadın işidir, çocuk işidir, şudur budur demeden sünnet adabını yerine getirmemiz gerekir. İcabında bu da yetmez konuya komşuya, hatta dini hayırhasenat hizmet işlerine de el atmamız icab eder. Nitekim Seyda Hz.leri kendi işi gibi dergâhın işlerine de koşturuyordu. Bilenler bilir, bilhassa camiden çıktığı zaman, değirmen nasıl çalışıyor, fırın nasıl çalışıyor, hayvanların yemi nasıldır, hayvanlara işçiler nasıl bakıyorlar, harmanda buğday mercimek nasıl oldu, bütün bu işlerle bizatihi kendisi alakadar oluyordu. Böylece dergâh işleri aksamaksızın hal yoluna koyulmuş oluyordu. Gerçekten de Seyda Hz.lerini dünya gözüyle görenler çok iyi bilirdi ki, tedrisat zamanı tedrisat, sohbet zamanı sohbet, irşad zamanı irşad, hatme zamanı hatme, okuma zamanı Kur'an okuyup hem madden hem manen dur durak bilmeyen bir zattı. Öyle ki dergâh işiyse dergâh işi, ev temizlemekse hiç fark etmez onu da temizliyordu. Hatta bu arada akrabalarını da ihmal etmeyip zamanının yettiği ölçüde onlara da sahip çıkıyordu. Örnek mi? Mesela buğday zamanı geldiğinde ne kadar akraba, ne kadar komşu, ne kadar fakir varsa hepsini çağırıp "İhtiyacın ne kadardır? Sana ne kadar buğday lazım?" deyip her birinin sıkıntısını gidermekten asla geri durmazdı. Onlar da "Kurban şu kadar teneke lazım" dediklerinde, Seyda Hz.leri de hiç tereddütsüz " Helali hoş olsun, al götür" deyip gönüllerini hoş tutuyordu.
Ne diyelim işte görüyorsunuz her Cuma hutbesinde minberde okunan “Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı, yakınlara bağışta bulunup bakmayı emreder, çirkin hayâsızlıktan, azgınlık ve zorbalıklardan sakındırır. Umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz diye size öğüt vermektedir” (Nahl 90) ayet-i celile’nin tatbiki Seyda Hz.lerinin dergâhında ziyadesiyle mevcut zaten. Besbelli ki, Seyda Hz.leri böyle yapmakla Resulullah (s.a.v)’e mutabaat yapmış oluyordu. Üstelik 63 yaşında vefat ettiği ana kadar tüm bunları yaparken de “Ben şeyhim, ben âlimim, ben mürşidim, bu kadar insan benim yanıma gelmiş” gibi türden sözler kendisinden asla sadır olmamıştır. Hatta anamız senelerdir onlarca gelen ziyaretçiler karşısında bir gün dayanamayıp kendisine şöyle sitem etmiş:
"-Kurban olayım Seydam, sen ne yaptın ne yaptın böyle, kıyamet koptu sanki, bizim oturacak, yemek yiyecek, yatacak yerimiz kalmadı, her taraf misafir doldu taştı, hiç bir yer kalmadı, ne dışarıda, ne içeride, böyle giderse bu halimiz nice olur hiç düşündün mü?"
Tabii Seyda Hz.leri tebessüm ederekten şöyle der:
"- Halimize ne olmuş ki, endişelenmeye mahal yok, Allah’a çok şükür halimiz çok iyidir."
Annemiz bu kez şöyle sitem eder:
"- Vallah daha ne olsun, baksana şu kalabalığa?"
Seyda Hz.leri bu sitem karşısında:
"- Kalabalıksa kalabalık bana hiç bir zararı yoktur, üstelik ben çağırmışta değilim, o gördüğün kalabalık Gavs (k.s)’ın hatırı içindir, benim için değil ki. Asla bende bir şey yoktur” der.
Gerçekten de bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere Seyda Hz.leri kendisini ailesinin yanında bile hiç gören bir Gönüller Sultanıdır. Hatta Seyda Hz.leri kendisini hiç görmesine rağmen annelerimiz gelen ziyaretçiler Seyda Hz.lerini daha şık görsünler diye habire sıkıştırıp "Kurban olayım şurada şu cübbe var onu giy, burada şu taç var onu tak, şurada şu sarık var onu sar” demeden de geri durmazlarmış.
Seyda Hz.leri bunun üzerine şöyle demiş:
- "-Şunu iyi biliniz ki, şeyhlik istikametle olur, asla sarıkla, cübbeyle, elbiseyle olmaz."
Ne diyelim, şayet dert dava kendimizi hiç görmekse, işte görüyorsunuz kendinde hiçbir şey görmeme adabı bu müthiş sözlerde gizlidir. Elbette ki bizler Seyda Hz.leri gibi olamayız. Olsun, yinede en azından onların izinden iz sürüp ahlakımızı usul usul güzelleştirebiliriz pekâlâ. Öyle ya, madem Seyda’mızı (k.s) çok seviyoruz, o halde ahlakını da tatbik etmek gerekir. Ki; bu kutsi yolda Sadatların ahlakıyla ahlaklanmaya çaba sarf etmek en büyük adaptır. Zira bir mürşidi kâmilin büyüklüğünün alameti sanıldığının aksine şekli değil, Peygamber ahlakına uymakla zahir oluyor. Rasulüllah (s.a.v) bu nedenle ümmetine “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diye beyan buyurmuşlardır.
Anlaşılan o ki, bu yolda bir yandan büyükleri örnek alırken, diğer yandan da ufkumuzu ihmal etmeyip ileriye yönelik yelken açmalı da. Nitekim Resullullah (s.a.v) “İki günü eşit kılan zarardadır” buyurmakta. Hele ki, Hak yolcusu bir salik’in yerinde sayması tam bir yıkım olur ki, bu durumda seyr-u sülukunu tamamlayamayacağı aşikâr.
Evet, bu yol âdâb, usul erkân yoludur. Ancak bu yolda dedik ya ‘adab, usul ve erkân’ ancak bizatihi yaşayanı örnek almakla tatbik edilebiliyor. Madem öyle, bu ‘adab-usul-erkân’ üzere olan ilmiyle amil olmuş âlimlere hürmette kusur etmemek gerekir ki, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak durumuna düşülmesin. Kaldı ki vakti zamanın da kendimize örnek almak istediğimiz Allah dostları da adab zırhını giyerekten yola çıkıp Efendimiz (s.a.v)’in güzel ahlakına uydukları içindir bu konuma gelmişlerdir. İşte bu nedenle Arifler ‘Önce usul sonra vusul’ demişlerdir.
Peki, iyi hoşta önce usul sonra vusul nasıl olacak? Her ne kadar zor gibi görünse de tasavvufi adablara riayet etmede elimizden gelen gayreti gösterdiğimizde biliniz ki bizim içinde vuslatın hâsıl olması pekâlâ mümkün diyebiliriz.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3621/adab-ve-usul
HUZURA EDEPLE VAR Kİ LÜTUFLA DÖNEBİLESİN
ALPEREN GÜRBÜZER
İlâhî huzura ancak kemâl-i edebe riayet etmekle varılır, adapsız nasıl huzura varılır ki. Yediden yetmişe herkes iyi bilir ki; ister dünyevi olsun ister manevi olsun her türlü makama destursuz girilmez. Hele bu makam İlâhî huzur olunca kemâl-i edebin önemi bin kat daha artar da. Bilhassa namaz adabının hakkını yerine getirmeli ki, huzuru ilahiden lütufla dönüş vuku bulsun. Aksi takdirde hidayet kapıları yüzümüze kapanabilir, hatta maazallah huzurdan kovulup bu yüce makamlardan alaşağı edilmekte var. Peki, ne yapmalı derseniz, her şey gayet açık, alaşağı ve tard edilmemenin birinci adımı namazın adaplarına riayet etmekten geçer. Dolayısıyla Miraca yol alırken adab zırhını giyinip öyle yol almalı. Belki denilebilir ki namazın farzı, vacibi, sünneti dururken adaba ne ihtiyaç var ki. Hem de çok ihtiyaç var. Sakın ola ki kendimizi namaz adabı veya tadil-i erkânın terkiyle namaz bozulmaz düşüncesine kaptırmayalım, aksi takdirde namazda kalıcı huzur hali elde edemeyiz. Kaldı ki namaz içinde farz, vacip ve sünnetlerin hakkıyla yerine getirmek bile adaptan sayılır. Nitekim tadil-i erkân’a riayet konusu İmam Yusuf’a göre farz, İmamı Azam ve İmam Muhammed’e göre vacip hükmünde değerlendirilmiştir. O halde her halükarda tadil-i erkân üzere namaz kılmak lazım gelir. Kelimenin tam anlamıyla namaz tadil-i erkânla mana kazanır. Hatta aşağıda sıralayacağımız adaplardan bir kısmına uymakla bile namazı huşu içinde kılmaya yeter artar bile. İşte ehlisünnet âlimlerimizin bizlere bildirdiği ve üzerinde hassasiyetle durdukları o usul ve adaplardan bir kaçı.
Namaz adabı:
—Her haliyle huzuru ilahide sükûnet bulmak ve bütün rükünlerde mutmain bir ruh haline yönelik çaba sarf etmek adaptandır.
—Gömleğin yakasını açık bulundurmayıp iliklemek adaptandır. Nasıl ki bir idari amirin kapısını çalıp makama çıktığımızda saygı gereği ceket düğmelerini iliklemeyi ihmal etmiyorsak, aynen öyle de Miraç yolculuğunda da herhangi bir kusura meydan vermeksizin Allah’a kul olma adabıyla huzura çıkmamız icap eder. Zira namaz kulun miracıdır.
—Kıyamdayken secdeye bakmak adaptandır. Şüphesiz secde Allah’ı hatırlatan en dikkat çeken mahaldir.
—Rükû halinde ayak üzerine bakmak adaptandır.
—Secdede burnun iki yanına bakmak adaptandır. Ki; namazda alnı secdeye koymakla Allah’a yakınlığımız artırır.
—Otururken dizüstüne bakmak adaptandır.
—Selam verirken sağ ve sol omuzlara bakmak adaptandır. Böylece bu adap sayesinde sağımız ve solumuzda bulunan her kim varsa esenlik kaynağı oluruz.
—Namazda esneme hali geldiğinde ağzı kapamak adaptandır. Şayet kapamakta zorluk yaşanırsa dişlerimizi sıkmak gerek, bu da kâfi gelmiyorsa sol elinin arkasıyla kapamak adaptandır. Zira uyuklamak hali rehavete sürükleyip her dem Allah’la huzurda olmayı berhava eden bir durum oluşturur. Bazı âlimler; ayakta esneme meydana gelmişse sağ elle, değilse sol elle kapamak gerektiğini söylemişlerdir. Hatta esnemek namaz dışında da hoş karşılanmaz. Malum; esnemenin hoş görülmemesinin sebebi şeytandan kaynaklanan bir hal olduğu içindir. Peki ya peygamberler, hiç kuşkusuz onlar esnemekten mahfuzdurlar. Madem öyle esnemeyi def etmenin en kestirme yöntemi, peygamberlerin hiç esnemediğini düşünmek ya da Allah Resulü esnemezdi diye tefekkür etmek olacaktır.
—Öksürüğü ve geğirmeyi mümkün olduğu kadar gidermek adaptandır. Zira özürsüz öksürmek namazı bozar.
—Müezzin; ‘Hayya alel felah’(haydin felaha-kurtuluşa geliniz) derken imam ve cemaatin ayağa kalkması adaptandır.
Velhasıl; bütün adaplar saygı belirtisi olup dini kaynaklıdır. Tabiî ki adap sadece namaza mahsus değil, Rasulüllah’ın yaşayışını ölçü edinmekte adaptandır. Şayet bir kimse kıldığı namazlardan bir haz alamıyorsa, öncelikle namaz adaplarına riayet edip etmemesine bakmasında fayda var. Muhakkak ki, o yüce makamlar ancak adap halini yakalayanlara açılmakta.
Vesselam.
SELİM GÜRBÜZER
Hiç şüphesiz tasavvuf yolunda geçerli olan adab ve usul sünnet-i seniyye üzere olan adab ve usul esastır. Şurası iyi bilinmelidir ki, sırf şekli hareketlerle el öpüp yerlere serilmek gibi tavırlar asla tasavvufî adapla bağdaşmaz. Tasavvufta asl olan ‘Sırat-ı müstakim üzere huzura varıp lütufla dönmek’ çok mühim adabtır. Nasıl mı?
Bakınız, Ashabı Kiramdan bazıları Allah Resulü abdest suyunu ve tükürüğünü kapıp yüzlerine ve vücutlarına sürdüklerinde, Resulullah (s.a.v):
- Niçin böyle yapıyorsunuz diye sorar.
Ashabı Kiram cevaben der ki:
-Ya Resulullah! Bereketlenmek ve sevap kazanmak için.
Rasulüllah (s.a.v) bunun üzerine:
-Her kim ki, Allah ve Resulünün kendisini sevmesini istiyorsa (böyle şeyler yapmak yerine) konuştuğunda yalan söylemesin, emanete hıyanet etmesin ve komşusuna eziyet vermesin diye beyan buyurur.
İşte sevme ve sevilme adabı budur. Madem Allah Resulü sevme ve sevilmenin nasıl olması gerektiğinin adabını ortaya koymuş, o halde tasavvufi hayatla hem hal olan sofilerde tıpkı Allah Resulünün ashabına öğrettiği usulde olduğu gibi Sadatlara da aynı adab üzere muhabbet ve sevgi beslemeleri gerekir. Hatta sofi Sadatları ziyarete gideceği zaman daha evden dışarı çıkmadan önce adaba başlamalı. Şöyle ki, bir sofi mürşidini ziyaret etmeyi düşündüğünde sırasıyla önce normal abdest ve boy abdesti alıp akabinde iki rekât namaz kıldıktan sonra yapacağı ziyaretin hayırlara vesile olması dileğiyle Allah’a dua ve niyazda bulunmalı ki, yapacağı ziyaret şekli değil sünnete uygun bir ziyaret adabı olsun. Tabii bitmedi, bir de işin içinde mürşidin huzuruna çıkmak da var. Malum huzura varıldığında da ‘adabı-usul-erkân’ bilmek gerekir. Zira tasavvufta huzura adaba mugayir olarak varmak asla kabul görmez. Nasıl ki dünyevi makam sahiplerinin huzuruna çıkıldığında makama saygının bir gereği olarak el pençe divan duruluyorsa, aynen Peygamberimiz (s.a.v)in varisi hükmünde ilmiyle amil olmuş manevi makam sahiplerinin huzuruna çıkıldığında da öyle olmalıdır. Ancak Allah dostlarının dünyevi olandan farklı olarak huzura varıldığında göz göze gelmeyecek şekilde huzurda bulunmak çok mühim bir adabtır. Yani bakmanın adabı göz göze gelmeyecek şekilde bakmaktır. Ki, Evliyaullah’ın bakışı bizim gibi değil, Allah’ın nuruyla bakmaktalar, işte bu nedenledir ki, Allah dostunun iki kaşı arasından çıkan nura doğrudan bakıldığında adeta şimşek çakarcasına bir etkileşim olur ki her sofi bunu kaldıramayabilir. O halde salikin her halükarda mürşidiyle göz göze gelmemeye dikkat etmesinde fayda vardır. Aksi halde mürşidinin nazarından istifadesi zorlaşabilir. Keza huzurdan ayrılacağı zaman da sırtını dönerek değil yüzü dönük olarak huzurdan ayrılması çok mühim adabtır. Böylece bir sofi sünnet-i seniyye usulünce uyguladığı edeble varış lütufla dönüş adabı sayesinde huzura erer de.
Sakın ola ki, bu adaplar da nerden çıktı, böyle şeyler mi olur diye taaccübünüze gitmesin. Şurası iyi bilinmelidir ki, hem huzura çıkış adabının hem de huzurdan ayrılış adabının uygulayıcısı ve kaynağı bizatihi Allah Resulünün tâ kendisidir. Nitekim Allah Resulü Miraca yükselip huzura vardığında, Yüce Allah Habib’inin adabını şöyle över de:
-Habib’im Miraca yükseldiğinde bir an olsun gözü sağa sola kaymadı.
Evet, O yüce makamlarda sağa sola bakmamayı kendine hayâ edinmiş bir nebidir. Tabi huzura adab üzere varınca elbette ki huzurdan eli bomboş olarak dönüş olmazdı. Nitekim Yüce Allah (c.c) Habib’iyle birlikte ümmetini dinin direği beş vakit namaz hediyesiyle taltif edip yedi kat göklerden yeryüzüne öyle uğurlayacaktır. Miraç mucizesiyle birlikte şimdi daha iyi anlıyoruz ki ‘Edep Yâ Hû!’ sözü boşa söylenilmemiş. Öyle ya, bir insan hakikat yolunda adım atacaksa destursuz asla adım atmamalı manasına veciz bir sözdür bu.
Peki destursuz adım atılırsa ne olur? Bu durumda destursuz Hak kapısına varılsa da lütufla dönüş gerçekleşemeyecektir. Lütufla dönüş ancak ‘Edep Yâ Hû!’ sözünün mana ve ruhuna sadık adabı usulünce hareket etmekle elde edilebiliyor. Nitekim Allah Resul’ünün bizatihi Miraca adapla yükselişi ve akabinde lütufla dönüşü bunun en bariz delili zaten. İlginçtir Allah Resulü Hane-i Saadetinden dışarıya çıktığında öyle yumuşak ve seri halde bir yürüyüşü vardı ki, tıpkı Miraca yükseldiğinde ki gibi sanki yedi kat göklerde bulutlar üzerinde dolaşıyormuşçasına yürürdü. Hakeza öylesine ‘Nazar ber kadem’ usulü bir yürüyüşü vardı ki, görenler dönüp bir daha bakmaktan kendilerini alamazdı. Sadece yürüyüşüne mi mest-i hayrandılar, hiç kuşkusuz duruşu da apayrı güzellikte bir duruş olup tıpkı yürüyüşünde olduğu gibi yine seyreylemeye doyum olmazdı. Hele biri bir şey sormaya görsün asla başını çevirerek yönelmezdi, bilakis tüm vücuduyla yönelip öyle cevap verirdi. Konuşması da öyleydi, yani birine sesleneceği zaman yanına varıp öyle seslenirdi, asla uzaktan seslenmezdi. Allah Resulünün hayatında yürüyüşünden duruşuna, sükûtundan konuşmasına her ne varsa idrak edebildiğimiz kadarıyla anlaşılan o ki; ‘nazar’ rast gele bakış olmadığı gibi ‘kadem’ de gelişigüzel adım atmak değildir. Hatta ‘nazar’ için Sevgililer sevgilisinin bakışlarında kendini bulmak, ‘kadem’ içinde sırat köprüsünden geçercesine sırat-ı müstakim’ üzere adım atmaktır dersek yeridir. Yeter ki bir salik, hedefe doğru ilerlerken Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ‘Resulüm! Mümin erkeklere söyle gözlerini harama bakmaktan çekinsinler, namus ve iffetlerini korusunlar’ (Nur 30–31) ayet-i mucibinin adabı hükmünce hareket etsin eninde sonunda vuslat hâsıl olur da.
Evet, Peygamberimiz (s.a.v)’in varisi hükmünde Allah dostlarının nazarı ölü kalpleri diriltmeye vesile olurken, fesatçının bakışı da tam aksine insanı yiyip bitirir de. Hiç kuşkusuz birinci bakışta ferahlık vardır, diğerinde felaket söz konusudur. Madem öyle, bize düşen Yüce Allah’ın beyan buyurduğu “Şeytanın adımlarına uymayın” (Bakara suresi 208) emri üzere adabı usulünce hak ve hakikat yolunda adım atıp ilerlemek olmalıdır.
Hele bir insan felaha ermeye görsün başkalarının da bu yoldan istifade etmesi için çaba göstereceği muhakkak. Nitekim sofilerin her önüne gelene habire bu yolun çorbasından, suyundan, ekmeğinden, çayından, bağından, bahçesinden bahsedip anlatma ihtiyacı duyması, belli ki içinde yaşadığı sevinç yumağının kaynamasının neticesi bir arzu olsa gerektir. Zaten Allah Resulünün “Sizden biri, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi içinde istemedikçe gerçek manada imana eremez” diye beyan buyurduğu hadis-i şerifin hükmü böyle olmayı gerektirir de. İşte muhabbet bu ya, Şah-ı Hazne (k.s) bu hususta: “ Muhabbet sofilerin bineğidir demekten kendini alamaz da. Dolayısıyla bir sofi muhabbet bineği ile nereye giderse gitsin gönülleri fethetmek için at koşturacaktır. Bu arada koştururken dikkat etmesi de gerekir. Çünkü bu bir gönül seferidir, bu seferde hiçbir gönül kırılmaya gelmez de. Malum inci çok kıymetli bir mücevherat, hele düşüp bir kırılmaya görsün paramparça darmadağın olup toz duman olurda. Madem öyle, o halde gönüller yıkmak için değil gönüller fethetmek için var olmalıyız. Belli ki Yunus Emre onca seneler Tabduğun kapısını aşındıra aşındıra “Bu yol bir gönlün içine girmektir” diye boşa inlememiş. Hele ki bu hususta Peygamberimizin mübarek elleriyle Kâbe’yi işaret ederekten söylediği bir söz var ki, insanı kendinden alıp kendine getirmeye yeter artar da. Bakın, Peygamberimiz (s.a.v) gönül hakkında ne diyor: “Ey Kâbe! Sen Allah’ın evisin. Sen mübareksin. Fakat bir Müslüman, bir mü’minin kalbini kırsa yetmiş defa seni yıkmaktan daha ağırdır.” Madem Peygamberimiz (s.a.v) gönül hakkında böyle ferman buyurmuş, o halde ümmet olarak bizlere tüm gönülleri hoşnut tutmak düşer. Düşünsenize es kaza yaralı ceylan misali bir gönlü kırıp döktüğümüzü, bir daha ne mümkün ki o gönlü kazanabilesin.
Evet, bir şeyi yıkmak kolay ama yapmak zordur. Dolayısıyla neydik edip bir gönle girmek gerekir. Bakın, Şah-ı Nakşibend (k.s) yolda yürürken Hızır (a.s) ile karşılaştığında hiç oralı olmaz. Tabii bu durum Hızır (a.s)’ın dikkatinden kaçmaz ve şöyle der:
-Ben Hızır.
Ancak Şah-ı Nakşibend (k.s) yine oralı olmayıp şöyle karşılık verir:
-Bir kalbim var onu Seyyid Emir Külâl (k.s)’e verdim, bir başka kalbim daha yok ki onu da sana veriyim.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz âdâb, usul, erkân budur.
Öyle anlaşılıyor ki sofinin gönlü mürşidinin gönlü üzere olursa ancak o zaman yol alabiliyor. Nasıl mı? Tabii ki, Allah'ın lütfu keremiyle öncelikle kendine, ailesine, çoluk çocuğuna çeki düzen vererek yol almalı. Yani bir insan öncelikle kendisinden, ailesinden ve evlatlarından işe başlamalı ki sırat-ı müstakim üzere mesafe kat edebilsin. Derken bir insan kendi evinin önünü temiz tutmasıyla birlikte ister istemez bu temizlik komşu evlere de sirayet edecektir. Nasıl ki Resulü Ekrem (s.a.v.) bizatihi kendi evini, kendi odasını süpürmüş, temizlemiş yatağını kaldırmışsa bizler de pekâlâ onun ümmeti olarak bu iş kadın işidir, çocuk işidir, şudur budur demeden sünnet adabını yerine getirmemiz gerekir. İcabında bu da yetmez konuya komşuya, hatta dini hayırhasenat hizmet işlerine de el atmamız icab eder. Nitekim Seyda Hz.leri kendi işi gibi dergâhın işlerine de koşturuyordu. Bilenler bilir, bilhassa camiden çıktığı zaman, değirmen nasıl çalışıyor, fırın nasıl çalışıyor, hayvanların yemi nasıldır, hayvanlara işçiler nasıl bakıyorlar, harmanda buğday mercimek nasıl oldu, bütün bu işlerle bizatihi kendisi alakadar oluyordu. Böylece dergâh işleri aksamaksızın hal yoluna koyulmuş oluyordu. Gerçekten de Seyda Hz.lerini dünya gözüyle görenler çok iyi bilirdi ki, tedrisat zamanı tedrisat, sohbet zamanı sohbet, irşad zamanı irşad, hatme zamanı hatme, okuma zamanı Kur'an okuyup hem madden hem manen dur durak bilmeyen bir zattı. Öyle ki dergâh işiyse dergâh işi, ev temizlemekse hiç fark etmez onu da temizliyordu. Hatta bu arada akrabalarını da ihmal etmeyip zamanının yettiği ölçüde onlara da sahip çıkıyordu. Örnek mi? Mesela buğday zamanı geldiğinde ne kadar akraba, ne kadar komşu, ne kadar fakir varsa hepsini çağırıp "İhtiyacın ne kadardır? Sana ne kadar buğday lazım?" deyip her birinin sıkıntısını gidermekten asla geri durmazdı. Onlar da "Kurban şu kadar teneke lazım" dediklerinde, Seyda Hz.leri de hiç tereddütsüz " Helali hoş olsun, al götür" deyip gönüllerini hoş tutuyordu.
Ne diyelim işte görüyorsunuz her Cuma hutbesinde minberde okunan “Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı, yakınlara bağışta bulunup bakmayı emreder, çirkin hayâsızlıktan, azgınlık ve zorbalıklardan sakındırır. Umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz diye size öğüt vermektedir” (Nahl 90) ayet-i celile’nin tatbiki Seyda Hz.lerinin dergâhında ziyadesiyle mevcut zaten. Besbelli ki, Seyda Hz.leri böyle yapmakla Resulullah (s.a.v)’e mutabaat yapmış oluyordu. Üstelik 63 yaşında vefat ettiği ana kadar tüm bunları yaparken de “Ben şeyhim, ben âlimim, ben mürşidim, bu kadar insan benim yanıma gelmiş” gibi türden sözler kendisinden asla sadır olmamıştır. Hatta anamız senelerdir onlarca gelen ziyaretçiler karşısında bir gün dayanamayıp kendisine şöyle sitem etmiş:
"-Kurban olayım Seydam, sen ne yaptın ne yaptın böyle, kıyamet koptu sanki, bizim oturacak, yemek yiyecek, yatacak yerimiz kalmadı, her taraf misafir doldu taştı, hiç bir yer kalmadı, ne dışarıda, ne içeride, böyle giderse bu halimiz nice olur hiç düşündün mü?"
Tabii Seyda Hz.leri tebessüm ederekten şöyle der:
"- Halimize ne olmuş ki, endişelenmeye mahal yok, Allah’a çok şükür halimiz çok iyidir."
Annemiz bu kez şöyle sitem eder:
"- Vallah daha ne olsun, baksana şu kalabalığa?"
Seyda Hz.leri bu sitem karşısında:
"- Kalabalıksa kalabalık bana hiç bir zararı yoktur, üstelik ben çağırmışta değilim, o gördüğün kalabalık Gavs (k.s)’ın hatırı içindir, benim için değil ki. Asla bende bir şey yoktur” der.
Gerçekten de bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere Seyda Hz.leri kendisini ailesinin yanında bile hiç gören bir Gönüller Sultanıdır. Hatta Seyda Hz.leri kendisini hiç görmesine rağmen annelerimiz gelen ziyaretçiler Seyda Hz.lerini daha şık görsünler diye habire sıkıştırıp "Kurban olayım şurada şu cübbe var onu giy, burada şu taç var onu tak, şurada şu sarık var onu sar” demeden de geri durmazlarmış.
Seyda Hz.leri bunun üzerine şöyle demiş:
- "-Şunu iyi biliniz ki, şeyhlik istikametle olur, asla sarıkla, cübbeyle, elbiseyle olmaz."
Ne diyelim, şayet dert dava kendimizi hiç görmekse, işte görüyorsunuz kendinde hiçbir şey görmeme adabı bu müthiş sözlerde gizlidir. Elbette ki bizler Seyda Hz.leri gibi olamayız. Olsun, yinede en azından onların izinden iz sürüp ahlakımızı usul usul güzelleştirebiliriz pekâlâ. Öyle ya, madem Seyda’mızı (k.s) çok seviyoruz, o halde ahlakını da tatbik etmek gerekir. Ki; bu kutsi yolda Sadatların ahlakıyla ahlaklanmaya çaba sarf etmek en büyük adaptır. Zira bir mürşidi kâmilin büyüklüğünün alameti sanıldığının aksine şekli değil, Peygamber ahlakına uymakla zahir oluyor. Rasulüllah (s.a.v) bu nedenle ümmetine “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diye beyan buyurmuşlardır.
Anlaşılan o ki, bu yolda bir yandan büyükleri örnek alırken, diğer yandan da ufkumuzu ihmal etmeyip ileriye yönelik yelken açmalı da. Nitekim Resullullah (s.a.v) “İki günü eşit kılan zarardadır” buyurmakta. Hele ki, Hak yolcusu bir salik’in yerinde sayması tam bir yıkım olur ki, bu durumda seyr-u sülukunu tamamlayamayacağı aşikâr.
Evet, bu yol âdâb, usul erkân yoludur. Ancak bu yolda dedik ya ‘adab, usul ve erkân’ ancak bizatihi yaşayanı örnek almakla tatbik edilebiliyor. Madem öyle, bu ‘adab-usul-erkân’ üzere olan ilmiyle amil olmuş âlimlere hürmette kusur etmemek gerekir ki, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak durumuna düşülmesin. Kaldı ki vakti zamanın da kendimize örnek almak istediğimiz Allah dostları da adab zırhını giyerekten yola çıkıp Efendimiz (s.a.v)’in güzel ahlakına uydukları içindir bu konuma gelmişlerdir. İşte bu nedenle Arifler ‘Önce usul sonra vusul’ demişlerdir.
Peki, iyi hoşta önce usul sonra vusul nasıl olacak? Her ne kadar zor gibi görünse de tasavvufi adablara riayet etmede elimizden gelen gayreti gösterdiğimizde biliniz ki bizim içinde vuslatın hâsıl olması pekâlâ mümkün diyebiliriz.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3621/adab-ve-usul
HUZURA EDEPLE VAR Kİ LÜTUFLA DÖNEBİLESİN
ALPEREN GÜRBÜZER
İlâhî huzura ancak kemâl-i edebe riayet etmekle varılır, adapsız nasıl huzura varılır ki. Yediden yetmişe herkes iyi bilir ki; ister dünyevi olsun ister manevi olsun her türlü makama destursuz girilmez. Hele bu makam İlâhî huzur olunca kemâl-i edebin önemi bin kat daha artar da. Bilhassa namaz adabının hakkını yerine getirmeli ki, huzuru ilahiden lütufla dönüş vuku bulsun. Aksi takdirde hidayet kapıları yüzümüze kapanabilir, hatta maazallah huzurdan kovulup bu yüce makamlardan alaşağı edilmekte var. Peki, ne yapmalı derseniz, her şey gayet açık, alaşağı ve tard edilmemenin birinci adımı namazın adaplarına riayet etmekten geçer. Dolayısıyla Miraca yol alırken adab zırhını giyinip öyle yol almalı. Belki denilebilir ki namazın farzı, vacibi, sünneti dururken adaba ne ihtiyaç var ki. Hem de çok ihtiyaç var. Sakın ola ki kendimizi namaz adabı veya tadil-i erkânın terkiyle namaz bozulmaz düşüncesine kaptırmayalım, aksi takdirde namazda kalıcı huzur hali elde edemeyiz. Kaldı ki namaz içinde farz, vacip ve sünnetlerin hakkıyla yerine getirmek bile adaptan sayılır. Nitekim tadil-i erkân’a riayet konusu İmam Yusuf’a göre farz, İmamı Azam ve İmam Muhammed’e göre vacip hükmünde değerlendirilmiştir. O halde her halükarda tadil-i erkân üzere namaz kılmak lazım gelir. Kelimenin tam anlamıyla namaz tadil-i erkânla mana kazanır. Hatta aşağıda sıralayacağımız adaplardan bir kısmına uymakla bile namazı huşu içinde kılmaya yeter artar bile. İşte ehlisünnet âlimlerimizin bizlere bildirdiği ve üzerinde hassasiyetle durdukları o usul ve adaplardan bir kaçı.
Namaz adabı:
—Her haliyle huzuru ilahide sükûnet bulmak ve bütün rükünlerde mutmain bir ruh haline yönelik çaba sarf etmek adaptandır.
—Gömleğin yakasını açık bulundurmayıp iliklemek adaptandır. Nasıl ki bir idari amirin kapısını çalıp makama çıktığımızda saygı gereği ceket düğmelerini iliklemeyi ihmal etmiyorsak, aynen öyle de Miraç yolculuğunda da herhangi bir kusura meydan vermeksizin Allah’a kul olma adabıyla huzura çıkmamız icap eder. Zira namaz kulun miracıdır.
—Kıyamdayken secdeye bakmak adaptandır. Şüphesiz secde Allah’ı hatırlatan en dikkat çeken mahaldir.
—Rükû halinde ayak üzerine bakmak adaptandır.
—Secdede burnun iki yanına bakmak adaptandır. Ki; namazda alnı secdeye koymakla Allah’a yakınlığımız artırır.
—Otururken dizüstüne bakmak adaptandır.
—Selam verirken sağ ve sol omuzlara bakmak adaptandır. Böylece bu adap sayesinde sağımız ve solumuzda bulunan her kim varsa esenlik kaynağı oluruz.
—Namazda esneme hali geldiğinde ağzı kapamak adaptandır. Şayet kapamakta zorluk yaşanırsa dişlerimizi sıkmak gerek, bu da kâfi gelmiyorsa sol elinin arkasıyla kapamak adaptandır. Zira uyuklamak hali rehavete sürükleyip her dem Allah’la huzurda olmayı berhava eden bir durum oluşturur. Bazı âlimler; ayakta esneme meydana gelmişse sağ elle, değilse sol elle kapamak gerektiğini söylemişlerdir. Hatta esnemek namaz dışında da hoş karşılanmaz. Malum; esnemenin hoş görülmemesinin sebebi şeytandan kaynaklanan bir hal olduğu içindir. Peki ya peygamberler, hiç kuşkusuz onlar esnemekten mahfuzdurlar. Madem öyle esnemeyi def etmenin en kestirme yöntemi, peygamberlerin hiç esnemediğini düşünmek ya da Allah Resulü esnemezdi diye tefekkür etmek olacaktır.
—Öksürüğü ve geğirmeyi mümkün olduğu kadar gidermek adaptandır. Zira özürsüz öksürmek namazı bozar.
—Müezzin; ‘Hayya alel felah’(haydin felaha-kurtuluşa geliniz) derken imam ve cemaatin ayağa kalkması adaptandır.
Velhasıl; bütün adaplar saygı belirtisi olup dini kaynaklıdır. Tabiî ki adap sadece namaza mahsus değil, Rasulüllah’ın yaşayışını ölçü edinmekte adaptandır. Şayet bir kimse kıldığı namazlardan bir haz alamıyorsa, öncelikle namaz adaplarına riayet edip etmemesine bakmasında fayda var. Muhakkak ki, o yüce makamlar ancak adap halini yakalayanlara açılmakta.
Vesselam.
En son alperen tarafından 19 Ara 2019, 09:26 tarihinde düzenlendi, toplamda 3 kere düzenlendi.
Re: NAMAZDA ADAP
Heryerde adabı muaşere dediğimiz adablar vardır namazın tabii kendine göre cünkü orası Rabbimizin huzurudur.dikkat etmemiz gereken cok hususlar vardır.emeğinize sağlık.
Re: NAMAZDA ADAP
MÜRŞİD BEYATI
SELİM GÜRBÜZER
Adına ister inabe, ister mürşitten el alma, isterse mürşid beyatı denilsin, sonuçta ortada karşılıklı ahitleşmek denen bir manevi bağlılık söz konusudur. Ve bu ahitleşme erkeklerle birlikte icra edildiğinde birebir mürşid elinden tutarak sesli olarak tövbe alaraktan gerçekleşirken, kadınlar söz konusu olduğunda ise bu bey’at birebir olmayacak şekilde perde veya kapı arkasından gerçekleşir. Malumunuz dinimizde mahrem kadınlarla birebir göze gelerekten el vermek caiz değildir. Sakın ola ki “Aman bunda ne var ki, mürşit melek gibidir” türünden maksadı aşan ifadelerle tâ Allah Resulünden bugüne kadar gelen köklü bey’at geleneği sulandırılmaya kalkışılmasın. Aksi halde şeriata aykırı bir fiili duruma meydan verilmiş olunur. Bikere şeriata aykırı bir durum olmasa başta Peygamberimiz (s.a.v) mümin erkeklere el verdiği gibi mümin kadınlara da el verirdi. Hele bilhassa bu hususta Nakşibendî Sadatları hassas oldukları içindir bu yola Allah ve Resulünün hakikatlerinin dışında hiçbir uygulamaya geçit vermeyi kendilerine zül addederler. Hem nasıl geçit verilsin ki, bu kapı herkesin kafasına göre hareket edeceği ‘yolgeçen hanı’ değil ki, her gelen yeni eklemeler yapma cüretini kendinde görebilsin. Biz biliyoruz ki, bu kapının gülleri böyle bir şeye tevessül etmedikleri gibi bu gibi girişimlere asla müsaade etmezler de. Allah muhafaza ipin ucu kaçırılmaya görsün bu kapıda bid’atlarla baş edemez hale gelir. Dolayısıyla bu kapıda değil bir sofi, mürşit bile olsa bu yolun ‘adab-usul-erkân’ı neyi gerektiriyorsa sünneti seniyye üzere hareket etmek durumundadır. Zira Nakşibendî tarikatı karlı dağları kaplayan beyaz örtü gibidir, asla leke kabul etmez. Madem öyle, bu arada bize düşen görev ise etrafımızdan birileri ‘Allah dostları melek gibidir, kadınlarla bir arada bulunmasında hiçbir sakınca yoktur’ türünden maksadı aşan sözler sarf ettiğinde buna fırsat vermemek olmalıdır. Hem mürşid hakkında melek gibidir ifadelerle güzellemelerde bulunmak ya da misyon biçmek kimin haddine, adama hem dönüp demezler mi ”Otur oturduğun yere, bu işlerle uğraşacağına sen kendi derdine yan” diye. Oysa Allah Resulü bu hususta bakın ne beyan buyuruyor; ‘Vallahi sizin beni Allah’ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkartmanızı sevmem.’
Şu bir gerçek mürşid elinden tutarak bey’at almak insanı alçaltmaz, bilakis yüceltir. O tutulan elin sıradan bir el olmadığı şundan belli ki, tâ kökleri silsile-i şerife yoluyla Allah Resulüne kadar uzanmakta. Bu bey’at, kimi zaman mürşidin bizatihi bir ucundan tuttuğu sarığa benzer uzun iplikler şeklindeki şeritlerden tutarak da alınabiliyor. Her ne kadar Abdullah Dehlevi Hz.lerinin bir halifesi bu şekilde tövbe verdiğinde tuhaf karşılayanlar olmuşsa da, bir bakıyorsun Seyda Hz.lerinin doğrudan tek tek tövbe vererek değil de alışılmışın dışında aynı anda 10-15 kişiye birden tövbeyle birlikte bey’at verdiğinde de aynı tuhaf karşılamaların yaşandığını görebiliyoruz. Oysa dergâha gelenler eskisi kadar az sayıda değil ki, cemaat 3-5 misli kat daha da artmış durumda. Hakeza Gavs-ı Sani (k.s) döneminde de bu sayı izdiham derecesinde zirve yapınca ister istemez bu kez aynı anda 200-300 kişiye tövbe verilecek şekilde şeritlerden tutularak bey’at alınmakta. Aksi halde dergâhta ne tövbeyle birlikte bey’at verilmeye fırsat kalır ne de dergâhın diğer hizmetlerine zaman kalır. Kaldı ki, gelinen noktada günümüzde şeritle bey’at vermek Nakşibendî Tarikatının ikinci meyvesi diyebileceğimiz bir uygulamadır bu.
Peki, iyi hoşta böylesi bir nimetten istifade etmek isteyip de maddi sıkıntı gibi bir takım sebeplerden dolayı Allah dostunun elinden bey’at alamayanlar ne yapsınlar? İşte Sadat olmak bu ya, Peygamberimiz (s.a.v)’in “Zorlaştırmayınız kolaylaştırınız; müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifinden hareketle, bizatihi görevlendirdiği vekiller vasıtasıyla taliplilerin bey’atı bulundukları yerlerde gerçekleştirerek bu ihtiyacı giderirler. Böylece bu pratik yöntem sayesinde taliplilerin hevesleri boşa çıkartılmamış olur. Hem niye boşa hevesleri söndürülsün ki, bikere bu iş Allah ve Resulünün işidir, elbette ki beyata talipli olan Fizan’da da olsa, o emanet bir şekilde yerine ulaştırılması gerekir de. Nitekim Birinci Akabe Beyati ile birlikte Müslümanlıkla şereflenen bir gurup Medineli insan Resulullah (s.a.v)’den beyat ettikleri İslam Dininin vecibelerin öğrenmeleri için bir öğretici istemişlerdi ki, Allah Resulü bu isteklerini Hz. Mus’ab b. Umeyr (r.a)’ı görevlendirerek yerine getirir. Böylece Hz. Mus’ab b. Umeyr emri yüklendiğinde onlara hem namaz kıldırır, hem Kur’an öğretir, hem de gittiği yerde insanlara İslam’ı tebliğ edip davete icabet etmelerine vesile olur da. İşte dinde kolaylık budur. Yeter ki bir insan gıyabında elinden tuttuğu mürşidini zahiren görmese de vekil vasıtasıyla sıdk ile intisap etsin niyet hayır akıbet hayr olur da. Bu durumda mürşidin dizinin dibinde olmuş ya da olmamış hiç fark etmez önemli olan sıdk ile bağlanmak çok mühimdir. Kaldı ki Sadatlar bir sohbetlerinde “Öyle sofiler var ki dizimizin dibindeler ama bize çok uzaklar, öyle sofiler de var ki bizden çok uzaktalar ama bize çok yakınlar” beyan buyurmakla bir gerçeğe parmak basmışlar da. Dedik ya, önemli olan bey’attan ne ölçüde istifade edip nasiplendiğimiz çok mühimdir. Şayet istifade edip nasiplenebildiysek onların manevi şemsiyelerinin altında gölgelenmişiz demektir. Ki, onların şemsiyelerinin altında gölgelenmek aynı zamanda kendimizi şeytandan, nefisten ve kötü arkadaşlardan korumaya almak demektir. Tabii burdan nasıl olsa Sadatların şemsiyesinin altına girip koruyucu zırh edindik diye ibadeti boş vereceğiz anlamı çıkmasın, tam aksine ibadet ve teatimizi daha da artırıp istikametimizi sağlam temeller üzerine oturtma manasına korunmaktır bu. Keza Allah Resulünün beyan buyurduğu üzere “Kalbinde zerre miskal imanı olanın cehennemde azap görse de sonunda cennete girecektir” müjdesi de bizi teat ve ibadetten alıkoymamalı, bilakis bu müjdeyi daha da çok çalışarak amelle taçlandırılmamız icab eder. Aksi takdirde gerçek imanın tadına varamayız.
Şunu unutmayalım ki, mürşidi kâmil’in elinde asla bir sihirli değnek yoktur, o da sonuçta bizim gibi bir insan, dolayısıyla sofilerine ne imanla göç edeceklerine dair bir vaatte bulunurlar ne de cennet vaadinde. Asla hiçbir garanti sunmazlar. Tam aksine sürekli olarak sofilerine iman, ihlâs ve itaat üzere olmaları yönünde öğüt verirler. Şayet onca öğüt ve nasihatlere rağmen sofinin gözü hale bir beklenti içerisinde mürşidinin üzerinde ise yapılacak tek bir şey var, o da malum gözünü mürşidinin şahsı üzerine değil, bizatihi takip ettiği Allah ve Resulünün yolu üzerine dikmeli ki, arzuladığı himmet ya da manevi desteği bulabilsin. Anlaşılan bu yolda çalışan ancak kazanabiliyor, çalışmayansa sadece kendi kendini kandırmış olur. Hiç yoktan boşu boşuna beklenti içerisine girmek abesle bir durumdur zaten. Nasıl ki bir insan bu dünyada dünyalık için çaba sarf ettiğinde karşılığında patronunun gözüne girip teşvik primiyle ödülleniyorsa, aynen bir sofide ahiret için çaba sarf ettiğinde umulur ki karşılığında mürşidinin manevi desteği ve yardımıyla şeytana yem olmadan bu dünyadan imanla göç etmek nasip olur. Öyle ki böylesi ahretini kurtaracak yardım ve destek çıkıldığında icabında bu durumdan yardım elini uzatanda yardım görende haberdar olmayabilir de. Zaten haberdar olmaları da gerekmez, Halik biliyor ya, bu yetmez mi? Burada önemli olan Rabbü’l Âlemin dostum dediği bir veli kulunu ölmeden önce kıymetini bilmek çok mühimdir. Çünkü her kim bir mürşide intisap ederse, şunu iyi bilsin ki Yüce Allah dostunun ervahını da hemen yanı başında beraberinde halk eder. Böylece intisab edenin ömür boyu o ervahtan istifade etmesine imkân ve fırsat tanınmış olur. Şayet o sofi bu imkânı değerlendirirse kıymet bilmiş olur, yok eğer bu imkânı değerlendiremezse pek kıymet bilmiş sayılmaz. Her şeye rağmen yine de Sadatlar kıymet bilmeyen sofilerini bile sekerat anında yapayalnız şeytanla baş başa bırakmayacaklarına inancımız tamdır. Malumunuz sekarat anında mürşidin fiziken bizatihi sofisinin başında bulunması şart değildir, Yüce Allah’ın sofisi için daha önceden halk ettiği ervahının bulunması kâfidir.
Evet, şu fani dünyada Allah dostları da olmasa burası çekilecek gibi değil, bu yüzden kendimize bir an evvel nazımızı ve kahrımızı çekecek hakiki dost bir mürşid edinmemiz gerekir. Aksi halde Tövbe Billâh başkaları ne bizim kahrımızı çeker ne de nazımızla oynar. Baksanıza hakiki dost mürşitler habire Mevlana’ca “Gel, gel, ne olursan ol yine gel/ ister kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel/Bizim dergahımız ümitsiz dergahı değildir/ yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel..” diyorlar. İşte gerçek manada dostluk budur. Yeter ki, tıpkı Hz. Ebu Bekir (r.a) gibi Peygamberimiz (s.a.v)’e delilsiz teslim olurcasına dost edinelim bak o zaman niyet hayır akıbet hayrolur da. Öyle ya Allah Resulü bir gecede Miraç’a yükseldiğini dile getirdiğinde, müşrikler hemen mal bulmuşçasına derhal soluğu Ebu Bekir’in yanında alıp:
-Ya Ebu Bekir! Senin arkadaşın bir gecede Mekke’den Mescid-i Aksa’ya, Mescid-i Aksa’dan ise göklere yükseldiğini, ordan da tekrar yeryüzüne döndüğünü söylemekte, buna ne dersiniz?
Ebu Bekir (r.a) bu ya, hiç tereddütsüz düşünmeden cevaben:
-Saddak (O ne diyorsa doğrudur) der.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz şeksiz şüphesiz teslimiyet ve bey’at gerçeği budur. Nitekim o’nun bu teslimiyetinden dolayıdır ki, Allah Resulü onca sahabe sahabe arasında kendine Sıddıkıyet makamında tek dost olarak onu layık görür. Tabii, Allah’ın Habib’i dost görürde, sahabe boş durur mu, onlarda her gittiği yerlerde o’nu ‘Ebu Bekir Sıddık’ ismiyle yâd edeceklerdir hep. İşte bu örneklerden hareketle en nihayetinde şunu diyebiliriz ki, bizlerde Allah Resulünün varisi hükmünde bir mürşide tıpkı ölü teneşirinde gassal elinde (ölü yıkayıcısı) teslim olur gibi teslim olmalı ki Yüce Allah’ın dostum dediği velilerine dost olabilelim. Aksi halde Allah’tan gayri sahte mabutları, sahte şeyhleri, sahte liderleri, sahte arkadaşları kendimize dost edinmiş oluruz. Nitekim Yüce Allah (c.c) Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanda beyan buyurduğu; “Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Ona isyan edende Allah’a isyan etmiş olur” (Nisa/80) ayetinin yanı sıra keza “Ey İman Edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve içinizden işlerinizi yürüten önder ve idarecilerinize de itaat edin’(Nisa/59) ayetini birlikte düşündüğümüzde teslimiyetin, beyatın ve itaat etmenin ne demek olduğunu bir kez daha idrak etmiş oluruz da. Hakeza Resul-i Ekrem (s.a.v)’in beyan buyurduğu; “Başınızdaki kimse gözü kör, ayağı topal, rengi siyah bir kölede olsa sizi Allah’ın kitabına göre sevk ve idare ettiği sürece ona itaat ediniz” (Buharı, Müslim, Nesai) hadis-i şerifi de bu manada düşünmemizi gerektiren bir husustur. Hem nasıl öyle düşünmeyelim ki, Allah muhafaza İslam’dan bihaber bir insana tabi olup itaat ettiğimizi düşünün, bir anda kendimizi tepetaklak halde uçuruma yuvarlandığımız görürsek şaşmamak gerekir. O halde neydik edip sünnet-i seniyye üzerine hayatını yaşayan Rabbani âlimlere tabi olmalı ki istikamet üzere yol alabilelim. Böylece mürşidi kâmili dost edinmekle Peygamber sevgisine ve en nihayet Allah sevgisine ulaşılır da. Malum bu dostluk müntesibin gayretine bağlı olarak bir ömür boyu da sürebilir, hatta bundan öte ahrette de devam edecek dostlukta olabilir. Peygamberimiz (s.a.v) “ Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurmakta çünkü.
Hazır dostluktan söz etmişken, şunu da belirtmekte fayda var; hiçbir dost bir mürşidin elinde ne sevap ya da günah yazma lüksü var, ne de böyle bir yetkisi söz konusudur. Sadece manevi evlat olarak gördüğü sofilerine hak ve hakikati tavsiye etme ve telkinde bulunma hakkı vardır. Mesela bir mürşidin sofisine yap veya yapma şeklinde telkinde bulunması her daim emir demiri keser anlamında bir ifade değildir, bilakis iyiliğe teşvik ve tavsiye niteliğinde emir ifadedir bu. Mürit şayet tavsiyelere uyarsa ne ala, uymazsa kaybeden kendisi olur. Ki: bu yolda bir adım atana on adım atarak karşılık verilir. Şayet bir adımda atılmayacaksa ‘yap’ şeklinde ifade edilen emir o sofi için zaten ‘yok’ hükmünde bir emirdir. Şayet bu emir adım atacak sofiye yönelik bir telkinse elbette ki bu ifade yap hükmünde karşılık bulacaktır. Ki, karşılık bulan bu emir kipinde bile mutlaka yapacaksın anlamında değil de gücü nispetinde yerine getirme anlamında bir emir kipi söz konusudur. Şimdi gel de Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın şu sözüne hak vermemek ne mümkün. Bakın ne diyor: “Bir emir versek imanını kaybedecek çok sofi var..” Tam da günümüz gerçeğini ortaya döken, aynı zamanda kulağımıza küpe ve ibret alınması gereken bir sözdür bu.
Evet, öyle emir vardır ki demiri keser, öyle de emirde vardır ki, çok fazla bir insan üstüne alıp deşmezse sadece tavsiye niteliğinde kala kalır. Nitekim Resulullah (s.a.v) Hac farizasıyla alakalı hutbe irad ederlerken adamın biri:
“-Ya Resulullah! Her sene mi Hac edeceğiz” diye sorar, ama Allah Resulü cevap vermez, susmayı tercih eder.
Ancak adam ısrarla aynı soruyu üç kez sual edince en nihayetinde Allah Resulü cevaben şöyle buyururlar:
“-Ben size bir şey emrettiğim zaman onu gücünüz yettiği kadar yapınız. Size bir şey yasakladığım zaman onu tamamen terk ediniz.” (Müslim, Nesai, İbnu Mace)
Madem Allah Resulü böyle emir buyurmuş, o halde yapınız ile yapmayınız ibareleri arasında ince ayrıntıları iyi analiz etmemiz gerekir. Çünkü her iki emir kipi de aynı kapıya çıkmaz. Dolayısıyla bir sofi mürşidinin ‘yapınız’ emir kipi karşısında gücü ölçüsünde elinden geldiği kadarıyla o görevi ifa etme olarak algılaması gerekirken, yapmayınız emir kipi karşısında da derhal o fiili terk etmek olarak algılayıp gereğini yapması gerekir. Keza bir sofiye mürşidi görev verdiğinde ise durum değişip işi bu noktada hiç tereddütsüz yaparım ya da yapamam şeklinde düşünmeksizin “görev istenmez görev verilir” düsturunca derhal gereğini yerine getirmek olmalıdır. Zaten görevi tereddütsüz bir şekilde üslendiğinde Allah’ın inayetiyle himmette beraberinde gelecektir elbet. Mürşit gerektiğinde sofisiyle istişarede de bulunabilir, öyle ki kendi görüşünden farklı fikir serd eden sofilerden memnuniyetlik duyarlarda. Yeter ki bir sofi fikir beyan ederken samimi olsun sözüne itibar edilir elbet. Zira Ashabı Kiram, Allah Resulüne Allah’a abd olma noktasında ve ibadet hususlarında fikir beyan etmeksizin tam teslimiyet örneği göstermişlerdir, ama dünyevi işler söz konusu olduğunda, yani gerek ticaret, gerek siyaset, gerekse savaş gibi konularda bir bakıyorsun görüş belirtmekten geri durmadıklarını pekâlâ görebiliyoruz. İşte ashabın hayatından hareketle, Sadatlarda aynen şayet istişareye konu olan dünya işleriyse hemen işi ehline havale etmekten yana tavır koyduklarını görüyoruz. Doğru olan da budur, asla bu bilgisizliklerine yorumlanmamalıdır.
Velhasıl-ı kelam bey’at istişareye açık, yoruma kapalı olmayı gerektirir. Çünkü birincisinde çokluk içinde birlik vardır, diğerinde ise ayrılık vardır.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3696/mursid-beyati
SELİM GÜRBÜZER
Adına ister inabe, ister mürşitten el alma, isterse mürşid beyatı denilsin, sonuçta ortada karşılıklı ahitleşmek denen bir manevi bağlılık söz konusudur. Ve bu ahitleşme erkeklerle birlikte icra edildiğinde birebir mürşid elinden tutarak sesli olarak tövbe alaraktan gerçekleşirken, kadınlar söz konusu olduğunda ise bu bey’at birebir olmayacak şekilde perde veya kapı arkasından gerçekleşir. Malumunuz dinimizde mahrem kadınlarla birebir göze gelerekten el vermek caiz değildir. Sakın ola ki “Aman bunda ne var ki, mürşit melek gibidir” türünden maksadı aşan ifadelerle tâ Allah Resulünden bugüne kadar gelen köklü bey’at geleneği sulandırılmaya kalkışılmasın. Aksi halde şeriata aykırı bir fiili duruma meydan verilmiş olunur. Bikere şeriata aykırı bir durum olmasa başta Peygamberimiz (s.a.v) mümin erkeklere el verdiği gibi mümin kadınlara da el verirdi. Hele bilhassa bu hususta Nakşibendî Sadatları hassas oldukları içindir bu yola Allah ve Resulünün hakikatlerinin dışında hiçbir uygulamaya geçit vermeyi kendilerine zül addederler. Hem nasıl geçit verilsin ki, bu kapı herkesin kafasına göre hareket edeceği ‘yolgeçen hanı’ değil ki, her gelen yeni eklemeler yapma cüretini kendinde görebilsin. Biz biliyoruz ki, bu kapının gülleri böyle bir şeye tevessül etmedikleri gibi bu gibi girişimlere asla müsaade etmezler de. Allah muhafaza ipin ucu kaçırılmaya görsün bu kapıda bid’atlarla baş edemez hale gelir. Dolayısıyla bu kapıda değil bir sofi, mürşit bile olsa bu yolun ‘adab-usul-erkân’ı neyi gerektiriyorsa sünneti seniyye üzere hareket etmek durumundadır. Zira Nakşibendî tarikatı karlı dağları kaplayan beyaz örtü gibidir, asla leke kabul etmez. Madem öyle, bu arada bize düşen görev ise etrafımızdan birileri ‘Allah dostları melek gibidir, kadınlarla bir arada bulunmasında hiçbir sakınca yoktur’ türünden maksadı aşan sözler sarf ettiğinde buna fırsat vermemek olmalıdır. Hem mürşid hakkında melek gibidir ifadelerle güzellemelerde bulunmak ya da misyon biçmek kimin haddine, adama hem dönüp demezler mi ”Otur oturduğun yere, bu işlerle uğraşacağına sen kendi derdine yan” diye. Oysa Allah Resulü bu hususta bakın ne beyan buyuruyor; ‘Vallahi sizin beni Allah’ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkartmanızı sevmem.’
Şu bir gerçek mürşid elinden tutarak bey’at almak insanı alçaltmaz, bilakis yüceltir. O tutulan elin sıradan bir el olmadığı şundan belli ki, tâ kökleri silsile-i şerife yoluyla Allah Resulüne kadar uzanmakta. Bu bey’at, kimi zaman mürşidin bizatihi bir ucundan tuttuğu sarığa benzer uzun iplikler şeklindeki şeritlerden tutarak da alınabiliyor. Her ne kadar Abdullah Dehlevi Hz.lerinin bir halifesi bu şekilde tövbe verdiğinde tuhaf karşılayanlar olmuşsa da, bir bakıyorsun Seyda Hz.lerinin doğrudan tek tek tövbe vererek değil de alışılmışın dışında aynı anda 10-15 kişiye birden tövbeyle birlikte bey’at verdiğinde de aynı tuhaf karşılamaların yaşandığını görebiliyoruz. Oysa dergâha gelenler eskisi kadar az sayıda değil ki, cemaat 3-5 misli kat daha da artmış durumda. Hakeza Gavs-ı Sani (k.s) döneminde de bu sayı izdiham derecesinde zirve yapınca ister istemez bu kez aynı anda 200-300 kişiye tövbe verilecek şekilde şeritlerden tutularak bey’at alınmakta. Aksi halde dergâhta ne tövbeyle birlikte bey’at verilmeye fırsat kalır ne de dergâhın diğer hizmetlerine zaman kalır. Kaldı ki, gelinen noktada günümüzde şeritle bey’at vermek Nakşibendî Tarikatının ikinci meyvesi diyebileceğimiz bir uygulamadır bu.
Peki, iyi hoşta böylesi bir nimetten istifade etmek isteyip de maddi sıkıntı gibi bir takım sebeplerden dolayı Allah dostunun elinden bey’at alamayanlar ne yapsınlar? İşte Sadat olmak bu ya, Peygamberimiz (s.a.v)’in “Zorlaştırmayınız kolaylaştırınız; müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifinden hareketle, bizatihi görevlendirdiği vekiller vasıtasıyla taliplilerin bey’atı bulundukları yerlerde gerçekleştirerek bu ihtiyacı giderirler. Böylece bu pratik yöntem sayesinde taliplilerin hevesleri boşa çıkartılmamış olur. Hem niye boşa hevesleri söndürülsün ki, bikere bu iş Allah ve Resulünün işidir, elbette ki beyata talipli olan Fizan’da da olsa, o emanet bir şekilde yerine ulaştırılması gerekir de. Nitekim Birinci Akabe Beyati ile birlikte Müslümanlıkla şereflenen bir gurup Medineli insan Resulullah (s.a.v)’den beyat ettikleri İslam Dininin vecibelerin öğrenmeleri için bir öğretici istemişlerdi ki, Allah Resulü bu isteklerini Hz. Mus’ab b. Umeyr (r.a)’ı görevlendirerek yerine getirir. Böylece Hz. Mus’ab b. Umeyr emri yüklendiğinde onlara hem namaz kıldırır, hem Kur’an öğretir, hem de gittiği yerde insanlara İslam’ı tebliğ edip davete icabet etmelerine vesile olur da. İşte dinde kolaylık budur. Yeter ki bir insan gıyabında elinden tuttuğu mürşidini zahiren görmese de vekil vasıtasıyla sıdk ile intisap etsin niyet hayır akıbet hayr olur da. Bu durumda mürşidin dizinin dibinde olmuş ya da olmamış hiç fark etmez önemli olan sıdk ile bağlanmak çok mühimdir. Kaldı ki Sadatlar bir sohbetlerinde “Öyle sofiler var ki dizimizin dibindeler ama bize çok uzaklar, öyle sofiler de var ki bizden çok uzaktalar ama bize çok yakınlar” beyan buyurmakla bir gerçeğe parmak basmışlar da. Dedik ya, önemli olan bey’attan ne ölçüde istifade edip nasiplendiğimiz çok mühimdir. Şayet istifade edip nasiplenebildiysek onların manevi şemsiyelerinin altında gölgelenmişiz demektir. Ki, onların şemsiyelerinin altında gölgelenmek aynı zamanda kendimizi şeytandan, nefisten ve kötü arkadaşlardan korumaya almak demektir. Tabii burdan nasıl olsa Sadatların şemsiyesinin altına girip koruyucu zırh edindik diye ibadeti boş vereceğiz anlamı çıkmasın, tam aksine ibadet ve teatimizi daha da artırıp istikametimizi sağlam temeller üzerine oturtma manasına korunmaktır bu. Keza Allah Resulünün beyan buyurduğu üzere “Kalbinde zerre miskal imanı olanın cehennemde azap görse de sonunda cennete girecektir” müjdesi de bizi teat ve ibadetten alıkoymamalı, bilakis bu müjdeyi daha da çok çalışarak amelle taçlandırılmamız icab eder. Aksi takdirde gerçek imanın tadına varamayız.
Şunu unutmayalım ki, mürşidi kâmil’in elinde asla bir sihirli değnek yoktur, o da sonuçta bizim gibi bir insan, dolayısıyla sofilerine ne imanla göç edeceklerine dair bir vaatte bulunurlar ne de cennet vaadinde. Asla hiçbir garanti sunmazlar. Tam aksine sürekli olarak sofilerine iman, ihlâs ve itaat üzere olmaları yönünde öğüt verirler. Şayet onca öğüt ve nasihatlere rağmen sofinin gözü hale bir beklenti içerisinde mürşidinin üzerinde ise yapılacak tek bir şey var, o da malum gözünü mürşidinin şahsı üzerine değil, bizatihi takip ettiği Allah ve Resulünün yolu üzerine dikmeli ki, arzuladığı himmet ya da manevi desteği bulabilsin. Anlaşılan bu yolda çalışan ancak kazanabiliyor, çalışmayansa sadece kendi kendini kandırmış olur. Hiç yoktan boşu boşuna beklenti içerisine girmek abesle bir durumdur zaten. Nasıl ki bir insan bu dünyada dünyalık için çaba sarf ettiğinde karşılığında patronunun gözüne girip teşvik primiyle ödülleniyorsa, aynen bir sofide ahiret için çaba sarf ettiğinde umulur ki karşılığında mürşidinin manevi desteği ve yardımıyla şeytana yem olmadan bu dünyadan imanla göç etmek nasip olur. Öyle ki böylesi ahretini kurtaracak yardım ve destek çıkıldığında icabında bu durumdan yardım elini uzatanda yardım görende haberdar olmayabilir de. Zaten haberdar olmaları da gerekmez, Halik biliyor ya, bu yetmez mi? Burada önemli olan Rabbü’l Âlemin dostum dediği bir veli kulunu ölmeden önce kıymetini bilmek çok mühimdir. Çünkü her kim bir mürşide intisap ederse, şunu iyi bilsin ki Yüce Allah dostunun ervahını da hemen yanı başında beraberinde halk eder. Böylece intisab edenin ömür boyu o ervahtan istifade etmesine imkân ve fırsat tanınmış olur. Şayet o sofi bu imkânı değerlendirirse kıymet bilmiş olur, yok eğer bu imkânı değerlendiremezse pek kıymet bilmiş sayılmaz. Her şeye rağmen yine de Sadatlar kıymet bilmeyen sofilerini bile sekerat anında yapayalnız şeytanla baş başa bırakmayacaklarına inancımız tamdır. Malumunuz sekarat anında mürşidin fiziken bizatihi sofisinin başında bulunması şart değildir, Yüce Allah’ın sofisi için daha önceden halk ettiği ervahının bulunması kâfidir.
Evet, şu fani dünyada Allah dostları da olmasa burası çekilecek gibi değil, bu yüzden kendimize bir an evvel nazımızı ve kahrımızı çekecek hakiki dost bir mürşid edinmemiz gerekir. Aksi halde Tövbe Billâh başkaları ne bizim kahrımızı çeker ne de nazımızla oynar. Baksanıza hakiki dost mürşitler habire Mevlana’ca “Gel, gel, ne olursan ol yine gel/ ister kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel/Bizim dergahımız ümitsiz dergahı değildir/ yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel..” diyorlar. İşte gerçek manada dostluk budur. Yeter ki, tıpkı Hz. Ebu Bekir (r.a) gibi Peygamberimiz (s.a.v)’e delilsiz teslim olurcasına dost edinelim bak o zaman niyet hayır akıbet hayrolur da. Öyle ya Allah Resulü bir gecede Miraç’a yükseldiğini dile getirdiğinde, müşrikler hemen mal bulmuşçasına derhal soluğu Ebu Bekir’in yanında alıp:
-Ya Ebu Bekir! Senin arkadaşın bir gecede Mekke’den Mescid-i Aksa’ya, Mescid-i Aksa’dan ise göklere yükseldiğini, ordan da tekrar yeryüzüne döndüğünü söylemekte, buna ne dersiniz?
Ebu Bekir (r.a) bu ya, hiç tereddütsüz düşünmeden cevaben:
-Saddak (O ne diyorsa doğrudur) der.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz şeksiz şüphesiz teslimiyet ve bey’at gerçeği budur. Nitekim o’nun bu teslimiyetinden dolayıdır ki, Allah Resulü onca sahabe sahabe arasında kendine Sıddıkıyet makamında tek dost olarak onu layık görür. Tabii, Allah’ın Habib’i dost görürde, sahabe boş durur mu, onlarda her gittiği yerlerde o’nu ‘Ebu Bekir Sıddık’ ismiyle yâd edeceklerdir hep. İşte bu örneklerden hareketle en nihayetinde şunu diyebiliriz ki, bizlerde Allah Resulünün varisi hükmünde bir mürşide tıpkı ölü teneşirinde gassal elinde (ölü yıkayıcısı) teslim olur gibi teslim olmalı ki Yüce Allah’ın dostum dediği velilerine dost olabilelim. Aksi halde Allah’tan gayri sahte mabutları, sahte şeyhleri, sahte liderleri, sahte arkadaşları kendimize dost edinmiş oluruz. Nitekim Yüce Allah (c.c) Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanda beyan buyurduğu; “Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Ona isyan edende Allah’a isyan etmiş olur” (Nisa/80) ayetinin yanı sıra keza “Ey İman Edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve içinizden işlerinizi yürüten önder ve idarecilerinize de itaat edin’(Nisa/59) ayetini birlikte düşündüğümüzde teslimiyetin, beyatın ve itaat etmenin ne demek olduğunu bir kez daha idrak etmiş oluruz da. Hakeza Resul-i Ekrem (s.a.v)’in beyan buyurduğu; “Başınızdaki kimse gözü kör, ayağı topal, rengi siyah bir kölede olsa sizi Allah’ın kitabına göre sevk ve idare ettiği sürece ona itaat ediniz” (Buharı, Müslim, Nesai) hadis-i şerifi de bu manada düşünmemizi gerektiren bir husustur. Hem nasıl öyle düşünmeyelim ki, Allah muhafaza İslam’dan bihaber bir insana tabi olup itaat ettiğimizi düşünün, bir anda kendimizi tepetaklak halde uçuruma yuvarlandığımız görürsek şaşmamak gerekir. O halde neydik edip sünnet-i seniyye üzerine hayatını yaşayan Rabbani âlimlere tabi olmalı ki istikamet üzere yol alabilelim. Böylece mürşidi kâmili dost edinmekle Peygamber sevgisine ve en nihayet Allah sevgisine ulaşılır da. Malum bu dostluk müntesibin gayretine bağlı olarak bir ömür boyu da sürebilir, hatta bundan öte ahrette de devam edecek dostlukta olabilir. Peygamberimiz (s.a.v) “ Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurmakta çünkü.
Hazır dostluktan söz etmişken, şunu da belirtmekte fayda var; hiçbir dost bir mürşidin elinde ne sevap ya da günah yazma lüksü var, ne de böyle bir yetkisi söz konusudur. Sadece manevi evlat olarak gördüğü sofilerine hak ve hakikati tavsiye etme ve telkinde bulunma hakkı vardır. Mesela bir mürşidin sofisine yap veya yapma şeklinde telkinde bulunması her daim emir demiri keser anlamında bir ifade değildir, bilakis iyiliğe teşvik ve tavsiye niteliğinde emir ifadedir bu. Mürit şayet tavsiyelere uyarsa ne ala, uymazsa kaybeden kendisi olur. Ki: bu yolda bir adım atana on adım atarak karşılık verilir. Şayet bir adımda atılmayacaksa ‘yap’ şeklinde ifade edilen emir o sofi için zaten ‘yok’ hükmünde bir emirdir. Şayet bu emir adım atacak sofiye yönelik bir telkinse elbette ki bu ifade yap hükmünde karşılık bulacaktır. Ki, karşılık bulan bu emir kipinde bile mutlaka yapacaksın anlamında değil de gücü nispetinde yerine getirme anlamında bir emir kipi söz konusudur. Şimdi gel de Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın şu sözüne hak vermemek ne mümkün. Bakın ne diyor: “Bir emir versek imanını kaybedecek çok sofi var..” Tam da günümüz gerçeğini ortaya döken, aynı zamanda kulağımıza küpe ve ibret alınması gereken bir sözdür bu.
Evet, öyle emir vardır ki demiri keser, öyle de emirde vardır ki, çok fazla bir insan üstüne alıp deşmezse sadece tavsiye niteliğinde kala kalır. Nitekim Resulullah (s.a.v) Hac farizasıyla alakalı hutbe irad ederlerken adamın biri:
“-Ya Resulullah! Her sene mi Hac edeceğiz” diye sorar, ama Allah Resulü cevap vermez, susmayı tercih eder.
Ancak adam ısrarla aynı soruyu üç kez sual edince en nihayetinde Allah Resulü cevaben şöyle buyururlar:
“-Ben size bir şey emrettiğim zaman onu gücünüz yettiği kadar yapınız. Size bir şey yasakladığım zaman onu tamamen terk ediniz.” (Müslim, Nesai, İbnu Mace)
Madem Allah Resulü böyle emir buyurmuş, o halde yapınız ile yapmayınız ibareleri arasında ince ayrıntıları iyi analiz etmemiz gerekir. Çünkü her iki emir kipi de aynı kapıya çıkmaz. Dolayısıyla bir sofi mürşidinin ‘yapınız’ emir kipi karşısında gücü ölçüsünde elinden geldiği kadarıyla o görevi ifa etme olarak algılaması gerekirken, yapmayınız emir kipi karşısında da derhal o fiili terk etmek olarak algılayıp gereğini yapması gerekir. Keza bir sofiye mürşidi görev verdiğinde ise durum değişip işi bu noktada hiç tereddütsüz yaparım ya da yapamam şeklinde düşünmeksizin “görev istenmez görev verilir” düsturunca derhal gereğini yerine getirmek olmalıdır. Zaten görevi tereddütsüz bir şekilde üslendiğinde Allah’ın inayetiyle himmette beraberinde gelecektir elbet. Mürşit gerektiğinde sofisiyle istişarede de bulunabilir, öyle ki kendi görüşünden farklı fikir serd eden sofilerden memnuniyetlik duyarlarda. Yeter ki bir sofi fikir beyan ederken samimi olsun sözüne itibar edilir elbet. Zira Ashabı Kiram, Allah Resulüne Allah’a abd olma noktasında ve ibadet hususlarında fikir beyan etmeksizin tam teslimiyet örneği göstermişlerdir, ama dünyevi işler söz konusu olduğunda, yani gerek ticaret, gerek siyaset, gerekse savaş gibi konularda bir bakıyorsun görüş belirtmekten geri durmadıklarını pekâlâ görebiliyoruz. İşte ashabın hayatından hareketle, Sadatlarda aynen şayet istişareye konu olan dünya işleriyse hemen işi ehline havale etmekten yana tavır koyduklarını görüyoruz. Doğru olan da budur, asla bu bilgisizliklerine yorumlanmamalıdır.
Velhasıl-ı kelam bey’at istişareye açık, yoruma kapalı olmayı gerektirir. Çünkü birincisinde çokluk içinde birlik vardır, diğerinde ise ayrılık vardır.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3696/mursid-beyati
En son alperen tarafından 22 Oca 2020, 09:36 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Re: NAMAZDA ADAP
EVET BU BENİM BAŞLI BAŞINA SORUNUMDUR ADAPLARINA MI RİAYET EDEMİYORUM TAM OLARAK YOK SA NEDİR BİLMİYORUM RABBİMO HUZURU NAMAZ TADINI ALARAK NAMAZ KILMAYI NASİP ETSİN PAYLAŞIMIN İÇİN SAĞOL
Zindandan Dışarı Giden Tek Yol; RüYa
Re: NAMAZDA ADAP
Paylaşımınız için teşekkürler.
Peygamberimizin yolu-yordamı aşktır;Aşktan doğduk biz,anamız aşktır.
slm
ilginiz için tşkler.
Re: slm
dostlar elimizden geldiği kadar,adabına uymaya gayret edelim... mükemmeliyetin, belkide mütemmimi Rabbimizdir ne dersiniz...
işi "ya musa yıkadım çıktı mı" ya getirmeye ibadeti zedelemeye gerek yok, olabildiğine inanıp; ipe un sermeyi bırakalım... gereksiz zorlaştırmalarla bir takım gönülleri uzaklaştırmayalım... müslüman korku ve ümitle yaşar...
kaldıki hakiki müslüman her işi adabına uygun yapabilenlerdir,elbette burda amaç birbirimizi daha iyiye ulaştırmak ama, bu yolun ceninlerini unutmayalım...
Rabbim hakikate ulaşabilmeyi nasip etsin...
işi "ya musa yıkadım çıktı mı" ya getirmeye ibadeti zedelemeye gerek yok, olabildiğine inanıp; ipe un sermeyi bırakalım... gereksiz zorlaştırmalarla bir takım gönülleri uzaklaştırmayalım... müslüman korku ve ümitle yaşar...
kaldıki hakiki müslüman her işi adabına uygun yapabilenlerdir,elbette burda amaç birbirimizi daha iyiye ulaştırmak ama, bu yolun ceninlerini unutmayalım...
Rabbim hakikate ulaşabilmeyi nasip etsin...
HALVET DER ENCÜMEN
HALVET DER ENCÜMEN
SELİM GÜRBÜZER
İnsanlardan uzaklaşıp vaktin çoğunu bir köşeye çekilerekten taat ve ibadetle geçirmek ‘Uzlet halvet’ olarak karşılık bulurken, bedenen halk ile kalben Allah’la olmak ise ‘Halvet der-encümen’ olarak karşılık bulur. Hele birde Ramazanın son on gününde itikâfa çekilmek türünden bir amel vardır ki, o da Kur’an ve sünnetle sabit bir başka halvet halidir.
Peki ya, nafile ibadet söz konusu olduğunda? Malumunuz bazı tarikatlar farz ibadetlerin dışında yapılacak ibadetlerde riyazet ve uzlet metodunu esas alan bir yol izlerken, bazı tarikatlardan hele bilhassa Nakşibendî tarikatında riyazet ve uzlete çekilmek yerine ‘Halk içinde Hakk olmak’ metodunu takip etmek esastır. Nitekim bu hususta Nakşibendî Sadatları kendi meşrebleri doğrultusunda sofilerine “Halvette şöhret vardır, şöhret ise afettir” diye sohbet etmişlerdir. Aslında bu sohbeti şöyle de yorumlamak mümkün: Her ne kadar Nakşibendî yolunda riyazet ve uzlet olmasa da, bikere adı üzerinde Nakşî, adına uygun davranıp bir bakıyorsun kalabalıklar içinde hiç kimsenin fark edemeyeceği bir şekilde kalben zikretmekle aslında bu da değişik türden bir halvet yapmak sayılır. Yani bir Nakşibendî sofisi kalabalıklar içerisinde de olsa her halükarda ‘el kâr da gönül yâr da’ veya ‘bedenen halkla ruhen Allah’la olmak şeklinde pozisyon almakla bir anlamda halvet haline bürünmüş olur.
Düşünsenize halkın içinde hem varsınız hem yoksunuz, yani halkın içinde bulunup hizmet etmekle içinde olunurken, kalben Allah’ı zikretmekle de halkla değilsin ama Yâr’le berabersin. Kaldı ki, Halk’a hizmet Hakka hizmet sayıldığından bu da bir taşta iki kuş vurmak babından bir manevi kazançtır. Öyle anlaşılıyor ki Sadat-ı Kiramın yolunda halka hizmeti bırakıp da inzivaya çekilerekten kendi halinde ibadete koyulmak tasvib görülmediği gibi uzun soluklu riyazet uygulamaları neticesinde doğabilecek olağan üstü bir takım hallerde keramet olarak kabul görmez. Bilakis bu tür haller istidraç olarak nitelendirilir. Nitekim Ebu Said el-Harraz (k.s) bu hususta şöyle der: “Kâmil insan, kendisinden türlü kerametler sadır olan kimse değildir, gerçek kâmil insan halkın arasında bulunup alışveriş yapan, evlenip çoluk çocuğa karışıp onca telaş arasında biran olsun Allah’tan gafil olmayan kimsedir.”
Evet, zühd hayatı dünyadan elini eteğini çekmek demek değildir, tam aksine ‘Her neye yönelirseniz Allah’ın zatı oradadır’ ayetinin hükmünce her şart ve ahvalde Allah’la beraber olmak demektir. Beraber olmaktan maksat ise hiç kuşkusuz: “Zahiren Halk’la bâtınen Hakk’la olmaktır.” Ki; bâtınen Allah’ı zikrederekten meşgul olmak aynı zamanda yapayalnız kalmamak diyebileceğimiz ‘La Tahzen! Allah var gam yok’ demektir. Zira Hadis-i Kutside belirtilen “Ya Musa, seninle beraber olmamı istersen beni zikredenin yanında ol. Kim Beni nerede ve ne zaman ararsa bulur” manasına Yüce Allah (c.c); zikredenlerle beraberim buyurmakta. Böylece Yüce Allah’ın ismi bereketiyle her dem nefesler yeniden tazelenip mana kazanır bile. Öyle ki, Allah Resulünün can dostu Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) “Allah’ı idrak etmek en büyük ilimdir” demekten kendini alamaz da. Madem öyle, bizlerde Resulullah’ın ümmeti olarak Allah’ın Esma’ül Hüsna’sından gelen tecellilere kayıtsız kalmayalım. Kayıtsız kalmayalım ki, her nefes alış verişimizde O’nun varlığının azametini Kur’an ve Sünnet ışığında her daim ruhumuzda hissedebilelim.
Sahabeden ilk müfessirimiz İbni Abbas (r.a) bakın ne diyor; “Yüce Allah farz ibadetlerden mesela beş vakit namaz için zaman dilimi tayin edip belirli şartlara bağlayaraktan sınırlamışken, farzların dışında belli bir sınırlama getirmemiştir.” Tabii bu tespitte farzların dışında denildiğinde bize ister istemez Yüce Allah’ın beyan buyurduğu “Namazı bitirdikten sonra, ayakta, otururken ve yanınız üzerine yatarken Allah’ı zikredin” (Nisa–103) ayetini de hatırlatır. Böylece bu ayetin sırrınca hayatımızın her anını ‘halvet der-encümen’ doğrultusunda tanzim etmemiz gerektiğini de idrak etmiş oluruz. Gerçektende şöyle kendimize dönüp: ‘Allah’ı anmaksızın her tükettiğimiz nefes ve her geçen saniye bizim için çok büyük bir kayıp bir zaman dilimi olduğunu sorguladığımızda, hiç kuşkusuz kayıpta ne söz, büsbütün perişanlardayız dersek daha yeridir. Çünkü zikirden yoksun biçare haldeyiz. Oysa Yüce Allah (c.c) “Kalpler ancak zikrin nuruyla huzura erer” buyuruyor. Şüphesiz kalbin ilacı zikirdir, şayet Allah’ı zikretmezsek kalbimizin üzerini karalar basıp siyah bir zift veya katran bağlaması kaçınılmazdır. Dolayısıyla kalb deyip geçmemek lazım, hem kalbi nasıl hafife alabiliriz ki, her şeyden önce burası merkez konumda bir karargâh Üssü’dür. O halde neydik edip Kalb Üssü üzerinden Allah adını sıkça analım ki, hakikat deryasında zikre dalabilelim. Hele birde bu Üssü iman, ilim ve akl-ı selimle donattığımızda o kalp artık kabına sığmayıp, “Bir elime güneşi bir elime de ayı verseniz asla davamdan vazgeçmem” Peygamber kavlince cihana meydan okuyabilecek kıvama gelir de. Derken böylesi kalbe sahip bir mümin tüm kötülükler karşısında nurani bir duruş sergiler de. Nasıl nurani bir duruş sergilemesin ki, zira Rabbul âlemin kullarına şah damarından daha yakın olduğunu bildiriyor. O halde bize düşen Yüce Mevla’mızı her nefes alış verişimizde zikr eyleyip yakinliği artırmak olmalıdır. Malumunuz fasık kimseler yakin olma halinden nasipsizdirler. Resul-i Ekrem (s.a.v) bilhassa bu meyanda “Ümmetim hakkında sadece yakinlerinin zayıflığından (Allah'a yakın olmakta zayıflık) korkarım” buyurmakta. Hatta Resul-i Ekrem (s.a.v)’in izini iz bilen Rabbani âlimler de keza bu anlamda; “Her kim yakin ilminden bir nasibi yoksa sekarat anında hüsrana uğrayacağından korkarız” demişlerdir. Şu da bir gerçek, Allah’a yakinlik hali her insanda aynı olmayıp kişiden kişiye gayreti ölçüsünce yakinlik dereceleri belirlenir. Malum, belirlenecek ve nasiplendirilecek yakinlik derecelerinin en üst zirve basamakları da ‘fenafillâh ve bekabillah’ makamlarıdır. Bu arada belirtmekte fayda var, Allah yolunda gayretli bir salikin fenafillâh makamına erişmesi demek Allah’ın zatında kaybolup yok olmak demek değildir elbet, bilakis Allah’ın sıfatlarının nurani tecellileriyle boyanmak manasına hayret makamında kalmak demektir. Nitekim İmamı Gazali Hz.leri bu hususta şöyle açıklık getirir: “Allah cisim değildir, hayal edilemez. O ne yerdedir ne göktedir, belki her yerdedir... Kendisinin Kur’an’da bildirdiği şekilde arşın üzerinde istiva etmiştir. Bu istiva arşa vücuduyla değme yerleşme intikal vs. şeklinde değildir… Allah arşın ve semanın üstündedir sözü yüceliğini anlatmak içindir… Allah insana şah damarından daha yakındır, hiçbir mekan Onu kuşatamaz, o zaman mekan yokken var idi.. Önce nasılsa şimdide öyledir.
Evet, seyr-i sülùk yolunun başlangıcında Yüce Allah’ın azameti karşısında boyun büküp istiğfar etmek vardır. En nihayetinde ise Mevlana’ca Şeb-i arus (vuslat) vardır. Madem en nihai noktada vuslat var, o halde son nefese dek hayatın içinden kopmaya ne gerek var ki. Bilakis son nefese kadar hayatın her safhasında Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın da belirttiği üzere “Halk içinde Hakk olmaya” gerek vardır. Dahası Hak yolcusu hedefine varabilmesi için son nefesine dek mümkün mertebe gaflete düşmemeye azami ölçüde özen göstermesi gerekir ki, gayret kendisinden Tevfik Allah’tan olsun. Nitekim gaflet şeytan içindir, gayretse samimi mümin içindir. Nitekim gayret olan yerden şeytan kaçıp tüyer de. Zaten şeytana da gaflet alanlarına dadanmak yaraşır.
Peki, bizlere ne yaraşır? Yüce Allah’ın “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler, elbette biz onları yollarımıza hidayet ederiz ve şüphesiz Allah Muhsinlerle beraberdir” (el-Ankebùt, 29/69) diye işaret buyurduğu Muhsinler meclisinde halka olmak yaraşır. Halka olalım ki vuslat bir hayal değil hakikatin ta kendisi olsun.
Velhasıl-ı kelam, vuslat yolcusunun tevhitteki hissesi Allah’a olan bağlılığının bir nişanesi olan ‘Hû’ nefesinin sayısının yakinliğinde gizlidir.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/34 ... cumen.html
SELİM GÜRBÜZER
İnsanlardan uzaklaşıp vaktin çoğunu bir köşeye çekilerekten taat ve ibadetle geçirmek ‘Uzlet halvet’ olarak karşılık bulurken, bedenen halk ile kalben Allah’la olmak ise ‘Halvet der-encümen’ olarak karşılık bulur. Hele birde Ramazanın son on gününde itikâfa çekilmek türünden bir amel vardır ki, o da Kur’an ve sünnetle sabit bir başka halvet halidir.
Peki ya, nafile ibadet söz konusu olduğunda? Malumunuz bazı tarikatlar farz ibadetlerin dışında yapılacak ibadetlerde riyazet ve uzlet metodunu esas alan bir yol izlerken, bazı tarikatlardan hele bilhassa Nakşibendî tarikatında riyazet ve uzlete çekilmek yerine ‘Halk içinde Hakk olmak’ metodunu takip etmek esastır. Nitekim bu hususta Nakşibendî Sadatları kendi meşrebleri doğrultusunda sofilerine “Halvette şöhret vardır, şöhret ise afettir” diye sohbet etmişlerdir. Aslında bu sohbeti şöyle de yorumlamak mümkün: Her ne kadar Nakşibendî yolunda riyazet ve uzlet olmasa da, bikere adı üzerinde Nakşî, adına uygun davranıp bir bakıyorsun kalabalıklar içinde hiç kimsenin fark edemeyeceği bir şekilde kalben zikretmekle aslında bu da değişik türden bir halvet yapmak sayılır. Yani bir Nakşibendî sofisi kalabalıklar içerisinde de olsa her halükarda ‘el kâr da gönül yâr da’ veya ‘bedenen halkla ruhen Allah’la olmak şeklinde pozisyon almakla bir anlamda halvet haline bürünmüş olur.
Düşünsenize halkın içinde hem varsınız hem yoksunuz, yani halkın içinde bulunup hizmet etmekle içinde olunurken, kalben Allah’ı zikretmekle de halkla değilsin ama Yâr’le berabersin. Kaldı ki, Halk’a hizmet Hakka hizmet sayıldığından bu da bir taşta iki kuş vurmak babından bir manevi kazançtır. Öyle anlaşılıyor ki Sadat-ı Kiramın yolunda halka hizmeti bırakıp da inzivaya çekilerekten kendi halinde ibadete koyulmak tasvib görülmediği gibi uzun soluklu riyazet uygulamaları neticesinde doğabilecek olağan üstü bir takım hallerde keramet olarak kabul görmez. Bilakis bu tür haller istidraç olarak nitelendirilir. Nitekim Ebu Said el-Harraz (k.s) bu hususta şöyle der: “Kâmil insan, kendisinden türlü kerametler sadır olan kimse değildir, gerçek kâmil insan halkın arasında bulunup alışveriş yapan, evlenip çoluk çocuğa karışıp onca telaş arasında biran olsun Allah’tan gafil olmayan kimsedir.”
Evet, zühd hayatı dünyadan elini eteğini çekmek demek değildir, tam aksine ‘Her neye yönelirseniz Allah’ın zatı oradadır’ ayetinin hükmünce her şart ve ahvalde Allah’la beraber olmak demektir. Beraber olmaktan maksat ise hiç kuşkusuz: “Zahiren Halk’la bâtınen Hakk’la olmaktır.” Ki; bâtınen Allah’ı zikrederekten meşgul olmak aynı zamanda yapayalnız kalmamak diyebileceğimiz ‘La Tahzen! Allah var gam yok’ demektir. Zira Hadis-i Kutside belirtilen “Ya Musa, seninle beraber olmamı istersen beni zikredenin yanında ol. Kim Beni nerede ve ne zaman ararsa bulur” manasına Yüce Allah (c.c); zikredenlerle beraberim buyurmakta. Böylece Yüce Allah’ın ismi bereketiyle her dem nefesler yeniden tazelenip mana kazanır bile. Öyle ki, Allah Resulünün can dostu Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) “Allah’ı idrak etmek en büyük ilimdir” demekten kendini alamaz da. Madem öyle, bizlerde Resulullah’ın ümmeti olarak Allah’ın Esma’ül Hüsna’sından gelen tecellilere kayıtsız kalmayalım. Kayıtsız kalmayalım ki, her nefes alış verişimizde O’nun varlığının azametini Kur’an ve Sünnet ışığında her daim ruhumuzda hissedebilelim.
Sahabeden ilk müfessirimiz İbni Abbas (r.a) bakın ne diyor; “Yüce Allah farz ibadetlerden mesela beş vakit namaz için zaman dilimi tayin edip belirli şartlara bağlayaraktan sınırlamışken, farzların dışında belli bir sınırlama getirmemiştir.” Tabii bu tespitte farzların dışında denildiğinde bize ister istemez Yüce Allah’ın beyan buyurduğu “Namazı bitirdikten sonra, ayakta, otururken ve yanınız üzerine yatarken Allah’ı zikredin” (Nisa–103) ayetini de hatırlatır. Böylece bu ayetin sırrınca hayatımızın her anını ‘halvet der-encümen’ doğrultusunda tanzim etmemiz gerektiğini de idrak etmiş oluruz. Gerçektende şöyle kendimize dönüp: ‘Allah’ı anmaksızın her tükettiğimiz nefes ve her geçen saniye bizim için çok büyük bir kayıp bir zaman dilimi olduğunu sorguladığımızda, hiç kuşkusuz kayıpta ne söz, büsbütün perişanlardayız dersek daha yeridir. Çünkü zikirden yoksun biçare haldeyiz. Oysa Yüce Allah (c.c) “Kalpler ancak zikrin nuruyla huzura erer” buyuruyor. Şüphesiz kalbin ilacı zikirdir, şayet Allah’ı zikretmezsek kalbimizin üzerini karalar basıp siyah bir zift veya katran bağlaması kaçınılmazdır. Dolayısıyla kalb deyip geçmemek lazım, hem kalbi nasıl hafife alabiliriz ki, her şeyden önce burası merkez konumda bir karargâh Üssü’dür. O halde neydik edip Kalb Üssü üzerinden Allah adını sıkça analım ki, hakikat deryasında zikre dalabilelim. Hele birde bu Üssü iman, ilim ve akl-ı selimle donattığımızda o kalp artık kabına sığmayıp, “Bir elime güneşi bir elime de ayı verseniz asla davamdan vazgeçmem” Peygamber kavlince cihana meydan okuyabilecek kıvama gelir de. Derken böylesi kalbe sahip bir mümin tüm kötülükler karşısında nurani bir duruş sergiler de. Nasıl nurani bir duruş sergilemesin ki, zira Rabbul âlemin kullarına şah damarından daha yakın olduğunu bildiriyor. O halde bize düşen Yüce Mevla’mızı her nefes alış verişimizde zikr eyleyip yakinliği artırmak olmalıdır. Malumunuz fasık kimseler yakin olma halinden nasipsizdirler. Resul-i Ekrem (s.a.v) bilhassa bu meyanda “Ümmetim hakkında sadece yakinlerinin zayıflığından (Allah'a yakın olmakta zayıflık) korkarım” buyurmakta. Hatta Resul-i Ekrem (s.a.v)’in izini iz bilen Rabbani âlimler de keza bu anlamda; “Her kim yakin ilminden bir nasibi yoksa sekarat anında hüsrana uğrayacağından korkarız” demişlerdir. Şu da bir gerçek, Allah’a yakinlik hali her insanda aynı olmayıp kişiden kişiye gayreti ölçüsünce yakinlik dereceleri belirlenir. Malum, belirlenecek ve nasiplendirilecek yakinlik derecelerinin en üst zirve basamakları da ‘fenafillâh ve bekabillah’ makamlarıdır. Bu arada belirtmekte fayda var, Allah yolunda gayretli bir salikin fenafillâh makamına erişmesi demek Allah’ın zatında kaybolup yok olmak demek değildir elbet, bilakis Allah’ın sıfatlarının nurani tecellileriyle boyanmak manasına hayret makamında kalmak demektir. Nitekim İmamı Gazali Hz.leri bu hususta şöyle açıklık getirir: “Allah cisim değildir, hayal edilemez. O ne yerdedir ne göktedir, belki her yerdedir... Kendisinin Kur’an’da bildirdiği şekilde arşın üzerinde istiva etmiştir. Bu istiva arşa vücuduyla değme yerleşme intikal vs. şeklinde değildir… Allah arşın ve semanın üstündedir sözü yüceliğini anlatmak içindir… Allah insana şah damarından daha yakındır, hiçbir mekan Onu kuşatamaz, o zaman mekan yokken var idi.. Önce nasılsa şimdide öyledir.
Evet, seyr-i sülùk yolunun başlangıcında Yüce Allah’ın azameti karşısında boyun büküp istiğfar etmek vardır. En nihayetinde ise Mevlana’ca Şeb-i arus (vuslat) vardır. Madem en nihai noktada vuslat var, o halde son nefese dek hayatın içinden kopmaya ne gerek var ki. Bilakis son nefese kadar hayatın her safhasında Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın da belirttiği üzere “Halk içinde Hakk olmaya” gerek vardır. Dahası Hak yolcusu hedefine varabilmesi için son nefesine dek mümkün mertebe gaflete düşmemeye azami ölçüde özen göstermesi gerekir ki, gayret kendisinden Tevfik Allah’tan olsun. Nitekim gaflet şeytan içindir, gayretse samimi mümin içindir. Nitekim gayret olan yerden şeytan kaçıp tüyer de. Zaten şeytana da gaflet alanlarına dadanmak yaraşır.
Peki, bizlere ne yaraşır? Yüce Allah’ın “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler, elbette biz onları yollarımıza hidayet ederiz ve şüphesiz Allah Muhsinlerle beraberdir” (el-Ankebùt, 29/69) diye işaret buyurduğu Muhsinler meclisinde halka olmak yaraşır. Halka olalım ki vuslat bir hayal değil hakikatin ta kendisi olsun.
Velhasıl-ı kelam, vuslat yolcusunun tevhitteki hissesi Allah’a olan bağlılığının bir nişanesi olan ‘Hû’ nefesinin sayısının yakinliğinde gizlidir.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/34 ... cumen.html