SİHİRLİ FORMÜL ARAYIŞI
Moderatörler: ucharfbesnokta, Ertugrul
SİHİRLİ FORMÜL ARAYIŞI
SİHİRLİ FORMÜL ARAYIŞI
ALPEREN GÜRBÜZER
Yüz seneyi aşkındır anayasa meselesiyle meşgulüz, daha devam edecek gibi de. Askeri anlayışla birçok kez anayasa yapıldı ne oldu ki, şikâyetlerin ardı arkası kesilmedi hala. Zaten her defasında sistemin bozuk olduklarını bizatihi kendileri söyleyip duruyorlar, ama her nedense şikâyet ettiği düzene hizmet eden zihniyetin bir parçası olduklarından bihaberler. Oysa asıl olan Yahya Kemal’in değimiyle; “Devamlılık içinde değişme” gerçeğini fark edebilmektir.
Anayasa meselesinin özünde halktan uzak bir anlayışın var olmasıdır. Halka her defasında rey (oy) vermesi için müracaat edilirken iyi hoşta, söz konusu katılımcı yönetim olunca ne mümkün, halkın katılımı istenmemiştir. Maalesef taban oy deposu olmak bir yana külfeti üstlenmek için düşünülmüş tavansa her türlü nimetten faydalanması için konuşlandırılmıştır. Bir başka ifadeyle külfet ahaliye, nimet bir avuç azınlığa pay edilmiştir. İşte bu anlayıştır ki günümüze kadar süregelen birçok problemleri kanayan yara hale dönüştürmüş.
İnat bu ya totaliter düşünceler hala yarınlarımızı karartmaya devam ediyor. Üstelik kurguladıkları kumpaslarla geçmişe ait her ne var silip süpürüp mevcut konumlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Yetmedi kitleleri de vatan millet sloganlarıyla dolduruşa getirip işgal ettikleri bürokratik mevkileri daha da sağlamlaştırıyorlar. Şöyle bir yakın tarihimize baktığımızda Cumhuriyetin ilanının hemen akabinde neredeyse tüm saltanat erbabına hain damgası vurulmuş, niye? Bir sonraki dönemlere emsal teşkil etsin diye elbet. Nitekim 27 Mayıs ihtilalı sürecinde DP’nin hain ilan edilmesi bunun tipik bir misalidir. Düşünün ki halkın gönlünde taht kurmuş bir başbakanı ipe sapa gelmez sudan sebepler ihdas ederek göz göre göre ipe verip yediden yetmişe herkesi mateme boğabiliyorlar. Onlar asa dursun, O unutulmuş değil, unutulmaz da. Bu yüzden Necip Fazıl 27 Mayıs ihtilalini, yoğurttan ve kartondan kurulmuş bir hükümete hançer saplamak olarak yorumlamıştır, gerçekten de bu yorum yabana atılır cinsten bir yorum değil, olayı tek satırda özetleyen bir yorumdur. Gerçekten de böylesi narin bir hükümeti devirmek için Türk silahlı kuvvetlerinin her birimini tüm teçhizatıyla seferber etmeye ne gerek vardı ki, birkaç asker göndermek kâfiydi. Bir kere ortada gerçek anlamda karşı koyacak sivil bir güç yok ki, neyin ihtilalını yapıyorlar doğrusu şaşmamak elde değil. Belli ki ülkemizde sadece ihtilalın adı var, baktığımızda elini kolun sallayıp birkaç tank yürütme girişimi darbe olarak addediliyor. Nasıl olsa mukavemet eden yok, böyle darbe yapmaya ne var ki. Hatta böyle bir darbe girişimini kör ebemde yapar. Kaldı ki toplum sivil inisiyatif güç olarak dirense ne olur ki, bir kere fırsat vermezler, hadi fırsatını bulup direnişe geçildi, o zaman da direnişçileri bir kaşık suda boğarlardı. Neyse ki hiç kimsenin gıkı çıkmadı. Hatta Menderes idam sehpasında can verdiğinde de hiç kimsenin gıkı çıkmamış. Acı ama gerçek böyle uysal koyun bir tepkisiz halimiz var. Besbelli ki halk yıllar boyu tepeden koyun misali güdüle güdüle sivil inisiyatif tavır geliştirememiş. Nasıl geliştirsin ki halk örgütlenmesin diye kanun ve yönetmenliklerle önceden tedbirini almışlar bile. Böylece sivil irade oluşumunun önüne geçilmiştir. Bir ülke düşünün ki, sivil katılımcılık olgusu gelişmemiş, elbette ki böyle bir ortamda özel bir çabaya gerek duyulmaksızın darbe yapılması gayet tabiidir. Hadi bundan vazgeçtik, silah zoruyla TBMM’ye cumhurbaşkanı dayatmaya ne demeli. İşte İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı Meclisi tehdit ederek olmuştur. Keza 27 Mayıs ihtilalın akabinde Samsun'dan Ali Fuat Başgil aday oldu diye yapmadıkları kalmamıştır, en sonunda tehditle kararından vazgeçirmişler ve Orgeneral Cemal Gürsel'i dayatmışlardır. Derken Atatürk sonrası halkın cumhurbaşkanını atanmışlara havale eden bir meclis yapısına bürünmüşüz. Ta ki Özal bir sivil cumhurbaşkanı olarak köşke çıkana kadar bu süreç devam etmiş te. Anlaşılan halktan uzak böyle bir meclis yapılanmasında her on yılda bir darbe geleneğini sürdürmek çokta zor değilmiş. Bu ülke nice darbe ve darbe girişimlerine sahne oldu. Neyse ki her darbenin ardından sandığa gidildiğinde kazanan Millet olmuştur. Bir başka ifadeyle darbeciler her seferinde yolcu, millet ise hancı kalmıştır hep.
Maalesef her 15–20 senede bir 5–10 bin kişiyi hain ilan ederek yönetimi devr almak bize has bir moda olmuş. Üretilen hain zincir modası günümüze kadar uzatılmışta. Bu zincir modası bazen Yassıada’dan Zincirbozan'a hatıralarıyla aşılmaya çalışılsa da her ne hikmetse bu zincirin bir türlü sonu gelmiyor, güya bu zincir devam ediyormuş. Aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, birilerinin rahatı uğruna mutlaka diğerlerinin hain ilan edilmesi gerektiği kurgusu üzerine kurulu bir zincir oyunudur bu. Belli ki bu tür hain edebiyatı yaftalamaları ülkemizde darbe geleneğinin sürdürülmesinden yana tavır takınanların işine yaramakta. Dahası ihtilallerden çıkar sağlayanların ürettiği bir hastalık tablosuyla karşı karşıyayız. İşte tarihi geleneğimizle taban tabana zıt bu tür çıkarcı yapılanmalar yarınlarımızı çalmak için adeta mevzilenmişler de. Osmanlıyı inceleyin, bakın ne görürsünüz: kelleleri alınan vezirlere bile hain dememişiz.
Osmanlı’yı itibarlı kılan hiç kuşkusuz İslam’dır. İyi ki de böyle bir dine mensubuz. Zira gayrimüslimlere, azınlıklara bile hak ve hukuk tanıyan bir dinimiz var. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) hasta yatağında zimmîlerin haklarının gözetilmesini telkin etmiş bile. Anlaşılan o ki; bu engin anlayışın altında İslam’ın o engin hoşgörüsü yatmaktadır.
Şurası muhakkak tarihe damgasını vurmuş bir ideal düzen, ya da bir inkılâp asla bir adam, bir kurum veya bir kuruluşa mal edilemez, tüm emeği geçenlere mal edilmesi gereken bir şeref tablosudur. Tek adamlı bir tablodan kim ne buldu ki bizde bulalım. Madem öyle yeni bir şeref tablosu oluşturmak için tarihi ile barışık, kültürü ile barışık, bilge insanıyla barışık ve halkı ile barışık yeni bir düzen inşa etmek gerekir. Elbette ki böyle bir barışık düzenin gelmesinden rahatsız olanlar olacaktır. Gerektiğinde dış dinamikleri harekete geçirip aba altında sopada göstereceklerdir. Oldu ya güç yetiremediler, icabında dış ülkelerden ithal ettikleri tercüme anayasalarla halkı oyalayabildikleri kadar oyalamayı deneyeceklerdir. Oysa ilim bize tercüme inkılâbın olamayacağını beyan ediyor. Bukalemuncu tavırlar, ortama göre renk veya şekil almak milli onurumuzla bağdaşmaz. İşte Mecelle bu tür kaygılardan hareketle ortaya koyulan yerli bir kanun metni olarak doğmuştur. İyi ki de böyle bir kaynak ortaya koyulmuş, bir kere kaynağı örfi ve dini olan bir hukuktur. Zaten örfi olması halkla bağını ortaya koymaya yetmiştir.
Düşünün ki batı hayranlığını bu topraklara taşımak için dışarıya gençler gönderilmiş, yetmedi I. ve II. Meşrutiyetler birer reformmuş gibi gösterilmiş. Oysa empoze edilmeye çalışılan anayasalara baktığımızda kökü dışarıda ithal ve tercüme metinler oldukları gayet açık. Adı üzerinde tercüme, ama gel gör ki tüm tercüme mevzuatlar bizim buluşumuzmuş gibi yutturulmuşta.
Malum, Tanzimat fermanının bir diğer adı Gülhane Hattı Hümayunu’dur. Adı batsın demesek te ortada bir gerçek var; bu fermanın ilanıyla birlikte o gün bugündür hala yeni düzen peşinde koşturuyoruz. Öyle ki 1839’da Gülhane Hattı Hümayun’u okunduğunda şeriat metni ile başlamış ve bu metin; “Irz masundur, namus masundur, hürriyet, adalet ve eşitlik... gibi temalara yer vermişte. Bu temalara bakıldığında o yıllarda bu ülkede kanun, nizam ve İslam yokmuş sanırsın. Hadi bunu anladık diyelim, peki ya şu eşitlik, hürriyet hurrasına ne demeli! Belli ki bu da işin başka bir kılıfı. Üstelik bu temaları işlerken de şeriat adına çıkış yapıyorlar. Şeriat olan yerde şeriat istemek garip değil mi? Aslında şeriat filan bahane efendilerini memnun etmek için bal gibi Avrupacılık gütmüşler. Dahası bizim için değer ifade eden kavramlar bir başkaları için iyi bir kılıf olabiliyor. İcabında o zinde güçler için her türlü yola başvurmak mubah olabiliyor. Tabii her şey mubah olunca bizde bu arada bu tür kirli oyun veya tezgâhlara aşinalık kazanabiliyoruz. Demek ki asıl dert dava şeriat (bizim anladığımız manada şeriat Kur’an ve sünnettir) değilmiş, şeriat adı altında ithal reçetelerle dışa göbekten bağlanmakmış. Aslında her şey gayet açık, gerek Tanzimat olsun, gerekse I ve II. Meşrutiyetler olsun tüm bu girişimlerin arka planında hasta yatağına düşmüş Osmanlıyı çökertme planı vardır. Nitekim İttihatçılar Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı hal ettiklerinde çok sevinmişlerdi, ama sevinçleri fazla sürmeyecektir, sorumluluk üstlendiklerinde Sırp ayaklanmasının Bulgar isyanına dönüşmemesi veya Ermeni Sadıka'nın Ermeni ayaklanmasına yol açmaması gibi birçok problemlerle karşılaşmışlardır. Belki de yaptıklarına bin pişman olmuşlardı, ne var ki son pişmanlık fayda vermez de. Artık gaflet uykusundan uyandığımızda batı karşısında tamamen yelkenleri indirmiş halimizi gördük.
Öteden beri bir koşuşturmadır gidiyor. Yetmedi habire “Bizi hangi müesses nizam kurtarır” sorusunun cevabını arar olduk hep. Tanzimat bu araştırmanın ilk adımıydı, bize bu kapıyı aralar da. Hatta bir sonraki düzen meraklılarına ışık verdi de. Meşrutiyet ise bu sihirli iksirin kesin formülünü bulmuşçasına hareket etti. Şimdiye kadar denemedik bir şey kalmadı dersek yeridir. Derken en sonunda Cumhuriyet modeline geçişimizi ilan ettik ve bugünlere geldik. Tabii arayış serüvenimiz bitmedi, gelinen noktada hala sihirli formül peşindeyiz. İyi hoşta hala doğru dürüst bir sivil anayasa edinemedik. Sihirli formül bulunsa ne olur ki, bir kere mevcut anayasa izin vermiyor. Bakalım ithal tercümelerden esinlenerek yazılmış anayasayla nereye kadar gidebiliriz, doğrusu merak konusu. Şurası muhakkak ithal tercüme metinler halkın kodlarına çok yabancı, bu yüzden derde çare olamıyor. İşte durum vaziyet böyle olunca kimimiz kurtuluşu demokraside, kimimiz sosyalizmde, kimimiz kapitalizmde, kimimiz masonlukta vs. arar olduk. Mutlaka her sistemin bize öğreteceği ve kazandıracağı faydalı yönleri vardır, ama birebir kopya asla derde deva değildir. Bizi kurtaracak reçete, kendi öz değerlerimizle kucaklaşıp hür düşüncenin yolunu açmaktan geçer. Bugün olmuş hala insanımız hür düşünemiyor, sözüm onlara güya halk adına fikir serd ettiklerini sanan bir takım sözde bukalemun aydınlar var. Onlar sırça köşklerinde ahkâm kesmeye devam ede dursunlar şu bir gerçek tabandan tavana yapılanma olmadığı müddetçe, başımız daha birçok sıkıntılardan kurtulamayacak gibi. Belli ki halkın vicdanına ve örfüne uygun sivil bir Anayasa modeli kurmadığımız sürece, daha çok sihirli formül peşinde koşturacağız demektir. O halde sürekli arayışımızın boyutunu iyi kavramalı. Bakın bu arayışta hangi sihirli formüllere başvurmuşuz bir görelim. İşte o formüller:
—Tanzimat formülü (Gülhane Hatt-ı Hümayunu),
—Mithat Paşa formülü (I. Kanun-i Esasi),
—II. Meşrutiyet formülü,
—%100 Avrupalaşma formülü (Dr. Abdullah Cevdet reçetesi),
—İslamlaşma hareketi (Sebilürreşat formülü),
—Türkçülük hareketi (İlk Türk Yurdu reçetesi),
—Ziya Gökalp ve Yeni Mecmua formülü,
—Prens Sabahattin formülü (Âdem-i merkeziyet teşebbüsü),
—Terakki Perver formülü,
—Cumhuriyet formülü,
—Serbest Fırka formülü (reçetesi),
—Altı ok formülü,
—DP formülü (Demokrasi Hareketi) (Bkz. Yağmur Yayınevi İst. Doğu-Batı Sentezi, Peyami Safa S.89)
Ayrıca:
—27 Mayıs (MBK reçetesi) ve 12 Eylül formülü,
—Özal formülü (Serbest piyasa ekonomi hamlesi vs.) gibi arayışlara da koyulmuşuz. İşte, sihirli formül arayış serüvenimizin genel alt başlıklarının alt iyi analiz edildiğinde büyük bir kısmının toplumda karşılık bulmayıp kırılmalara yol açtığı diğer bir kısmının da olumlu yansımaları olduğu görülmüştür. Derken tüm bu denemelerden sonra Türkiye birde üstüne üstük 28 Şubat Postmodern darbe, Temmuz 2007 e-muhtıra girişimi ve Nisan 2008 yargı darbesi, 17 Aralık 2013 Pensilvanya kaynaklı paralel darbe girişimleriyle yüzleşmiştir. Belli ki Türkiye'nin güçlü olmasından endişeye kapılanlar var.
Dedik ya bir koşuşturmadır gidiyoruz. Gel de bu hengâme içerisinde bunalımdan çıkış yolu arama, yine de ümidimizi yitirmiş sayılmayız, araya araya doğruyu bulacağız gibi. Derler ya, arayan ya Mevla’sını, ya da belasını bulur, dileğimiz odur ki; muradımız Mevla’yı bulmak olsun. Tabular bir bir yıkıldıkça, tabandan tavana yapılanma emareleri filiz verdikçe umutlarımız daha da yeşerecek gibi. Artık sivil toplum, sivil katılım, sivil inisiyatif, milli ve İslami söylemlerin her platformda konuşulur olması bize bu ümidi veriyor zaten. Kendi ülkesinin değerleriyle taban tabana zıt ısmarlama formüllerden kim ne bulmuş ki biz de bulalım. Bizi ancak tarihi kimliği ile barışık dünya gerçekleriyle barışık ve aynı zamanda toplumu kucaklayan sihirli formüller kurtarır. Ne yerel değerlere kapalı, ne de evrensel normlara kapalı bir model asla kurtuluşumuza çare olamaz. Aslında bunca yaşanan gelgit süreci içerisinde sihirli formül arayışı birazda Fransız hastalığı gibi görünüyor. Zira Fransa 1789’da cumhuriyet kavramını bir idari biçimi olarak algılamayıp bu kavrama ideolojik boyut katmışlardır. Nitekim 1789 tarihi Cumhuriyet devriminin başlangıcı addedilmişte. Malum bu miladın öncesi dışlanmış, sonrasına da methiyeler dizilmiştir. Oysa çok övündükleri Cumhuriyet modeli bile kendi içinde cazibesini kaybedince beş kez yıkılmak zorunda kalmıştır. Fransız tarihi sürece şöyle bir baktığımızda kurdukları beş cumhuriyet dönemi içerisinde Krallığa iki kez dönüş yapmışlar da. Neyse ki birçok imparatorluk denemelerinden sonra Cumhuriyetin beşincisini kurmak De Gaulle’ye kısmet olmuştur. İşte formül arayışı böyle bir şeydir. Bu gün ak dediğine yarın kara diyebileceğiniz bir süreçtir bu. Belli ki konjonktür neyi gerektiriyorsa önceki yönetime kara, bir sonrakine ak demeyi gerektiriyor. Hadi Fransayı anladık ta, peki ya bize ne oluyor, artık ortada padişahlık, saltanat filan yok, keza Fransa örneğine benzer bir krallıkta yok, hatta yeni bir saltanat gelmeyeceğine göre bu denli tarihe düşmanlık niye? Demek ki; bizde de Fransız serüvenine benzer olaylara ak-kara bakış tarzımız söz konusu. Maalesef ak kara ikilemi içine düştüğümüz bir çıkmaz kuyu. Oysa iyi ve kötü ayırımı yapma ilahiyatçı ve pedagogların işi, malum suç ve ceza nitelemesi de hukukçuların işidir. Hakeza tarihi bakışta öyledir. Tarihi hizaya getirme çabası asla bizim işimiz olamaz. Bırakın tarihi olayların analizini tarihçiler yorumlasın. Biz sadece uzmanların sesine kulak vermekle mükellefiz. Madem öyle geçmişte olup biten her ne varsa ibret alıp ders almak gerek. Gün bu gündür, artık sihirli formüller üzerinde boşa kürek çekmek yerine değişim sürecinin son halkası cumhuriyetimizi katılımcı demokrasi ile taçlandırmaya bakalım. Enerjimizi bu yönde harcarsak, belki sonu gelmez arayışlar son bulabilir.
Sihirli formül arayışında Osmanlı’yı karalayıp Cumhuriyete meşruiyet kazandırılmaya çalışıldığı herkesin malumu. Dahası Osmanlı’da hürriyet olmadığı yalanının okullarda genç dimağlara habire aşılandığı da bir vaka. Yetmedi bu ülke sanki hiç hürriyet yüzü görmemiş gibi Cumhuriyetle birlikte hürriyete geçiş yaptığımız kehaneti işlenilmiş hep. Oysa Ulu Hakan Abdülhamid Han Meclis-i Mebusan’ın açış konuşmasında yaptığı II. Mahmut ve diğer padişahların miriyeti içerisinde yaşadığını, fakat bunların arasında hürriyet ve vatandaşlık şuurunun gelişmediğini, artık eşit olduğunu söylerken, tıpkı Mustafa Kemal’in Meclis’teki konuşmalarının geriye doğru tekrarını ortaya koyuyordu. Demek ki, sihirli formül arayışı ak-kara ikilemiyle sağlam zemine oturamıyor. Tarihi objektiflik ekseninde bir arayışa ihtiyaç var. İhtiyacın ötesinde ileri demokrasi anlayışına da ihtiyacımız var. Hele şükür, Cumhuriyetle birlikte tam demokratikleşme gerçekleşmese bile yine de demokrasiye adım atabilmişiz.
Bir kere her sihirli formül arayışı ve olayını öncelikle o devrin kendi yapısı ve şartlarında değerlendirmek gerekir. Nasıl ki Kanunnamelerle özdeşleşmiş Kanuni Sultan Süleyman’dan bilgisayar beklemek abesle iştigalse, Kuvayı milliye ruhuyla cumhuriyeti kuranlardan da aynı ölçüde ‘katılımcı demokrasi’ anlayışı beklemek bir başka abesle iştigal durum olur. Şu anda bulunduğumuz şartlar sivilleşmeyi gerektirdiği için Türk insanı sivil söylemlere çoktan yöneldi bile. Çok değil Özal dönemi öncesi sivil toplum kavramından bihaberdik. Haberdar olan varsa da bahsetmesi söz konusu değildi. O halde tarihi yorumlarken o devrin şartlarını göz ardı etmemeli. Bakın, ihtilalsiz, ayaklanmasız cumhuriyete geçiş yapabilen tek cumhuriyet biziz. Bu aşamaya gelmek kolay değildi elbet. Düşünün ki sihirli formül arayışında Abdülhamid Han Anayasayı ilan etmedi diye, Ermeni yaftası “Kızıl Sultan” lakabını ağzımıza sakız yapmışız, gel de bu karalamacı anlayışla yeniliğe geçiş yap mümkün mü? Elbette ki farklı kimliğe sahip çok mezhepli çok meşrepli ve birçok etnik milliyetleri bağrında taşıyan imparatorluktan, bir oldubittiye getirip bir çırpıda meşrutiyete geçiş yapmayı beklemek akıl izanın kabul edemeyeceği bir husustur. Kaldı ki Cumhuriyet kurulmuş kurulalı Türkiye tam demokratikleşmeye geçebildi mi ki Osmanlıda bir çırpıda geçiş yapabilsin. Şunu hafızamıza iyi kazımak gerek; tarihi olayları asla kişilere endeksleyip hislerimizin kurbanı yapmamalı. Siz siz olun tarihi olayları analitik bir anlayışla ele alın ki objektif bir tarih bakışı ortaya koyabilesiniz. Nasıl olsa hayat yoluna devam ediyor, o halde tarihi de kendi doğal akışına bırakmakta fayda var.
Elbette ki Türkiye’nin de İngiltere gibi demokratikleşme sürecini tamamlamasını dilerdik, ama olmadı. Hadi bundan vazgeçtik bari işler sarpa sarmadan önce meşrutiyet aşaması, daha sonra demokratikleşme aşamasına geçiş yapılabilirdi pekâlâ. Maalesef yumuşak geçiş yapmak yerine Fransa’dakine benzer birikmiş dalgalanmaları bugünlere taşımayı yeğlemişiz. Şayet İngiltere gibi yumuşak geçiş örneği sergileyebilseydik Türkiye’nin şuan ki durumu çok daha farklı yerlerde olurdu.
Malum, milli mücadelenin maddi veçhesini Büyük Millet Meclisi oluşturur. Nitekim bu kurulan meclisin kararıyla kurtuluşumuz gerçekleşip akabinde yeni bir rejim doğmuş, adı: Cumhuriyet. Bir başka ifadeyle Cumhuriyet Meclisin kararıyla gerçekleşmiştir. Dahası BMM, Cumhuriyetle birlikte TBMM adını alır bile. Hatta isimle kalmaz TBMM’nin çıkardığı ilk kanunlar arasında TBMM’ye karşı olmak vatana ihanetle eş tutulmuştur. Ama gel gör ki zaman içerisinde, değil TBMM'ye karşı olmak artık TBMM’ye muhtıra vermek vatana ihanetten sayılmıyor. Demek ki; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” hükmü gerçek manada o yıllarda gerçekleşmiş. Sonraki yıllarda bu hüküm sulandıra sulandıra egemenlik bir avuç azınlığın tekeline dönüşmüş bir yapıya bürünmüştür.
Velhasıl; Cumhuriyetin ilk yılları padişaha ve halifeye sadakatle başlamış, sonrasında meşruiyet kaymasıyla birlikte saltanat lağvedilmiştir. Akabinde sihirli formül arayışı yolunda tek partili, çok partili dönem derken bugünlere geldik. Belli ki arayışımız son bulmayacak. Bakalım Türkiye daha ne gibi arayışlar içerisinde olacak. Anlaşılan yeni arayışlarda da fikir eksersizi yapmaya ihtiyacımız var.
Vesselam.
ALPEREN GÜRBÜZER
Yüz seneyi aşkındır anayasa meselesiyle meşgulüz, daha devam edecek gibi de. Askeri anlayışla birçok kez anayasa yapıldı ne oldu ki, şikâyetlerin ardı arkası kesilmedi hala. Zaten her defasında sistemin bozuk olduklarını bizatihi kendileri söyleyip duruyorlar, ama her nedense şikâyet ettiği düzene hizmet eden zihniyetin bir parçası olduklarından bihaberler. Oysa asıl olan Yahya Kemal’in değimiyle; “Devamlılık içinde değişme” gerçeğini fark edebilmektir.
Anayasa meselesinin özünde halktan uzak bir anlayışın var olmasıdır. Halka her defasında rey (oy) vermesi için müracaat edilirken iyi hoşta, söz konusu katılımcı yönetim olunca ne mümkün, halkın katılımı istenmemiştir. Maalesef taban oy deposu olmak bir yana külfeti üstlenmek için düşünülmüş tavansa her türlü nimetten faydalanması için konuşlandırılmıştır. Bir başka ifadeyle külfet ahaliye, nimet bir avuç azınlığa pay edilmiştir. İşte bu anlayıştır ki günümüze kadar süregelen birçok problemleri kanayan yara hale dönüştürmüş.
İnat bu ya totaliter düşünceler hala yarınlarımızı karartmaya devam ediyor. Üstelik kurguladıkları kumpaslarla geçmişe ait her ne var silip süpürüp mevcut konumlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Yetmedi kitleleri de vatan millet sloganlarıyla dolduruşa getirip işgal ettikleri bürokratik mevkileri daha da sağlamlaştırıyorlar. Şöyle bir yakın tarihimize baktığımızda Cumhuriyetin ilanının hemen akabinde neredeyse tüm saltanat erbabına hain damgası vurulmuş, niye? Bir sonraki dönemlere emsal teşkil etsin diye elbet. Nitekim 27 Mayıs ihtilalı sürecinde DP’nin hain ilan edilmesi bunun tipik bir misalidir. Düşünün ki halkın gönlünde taht kurmuş bir başbakanı ipe sapa gelmez sudan sebepler ihdas ederek göz göre göre ipe verip yediden yetmişe herkesi mateme boğabiliyorlar. Onlar asa dursun, O unutulmuş değil, unutulmaz da. Bu yüzden Necip Fazıl 27 Mayıs ihtilalini, yoğurttan ve kartondan kurulmuş bir hükümete hançer saplamak olarak yorumlamıştır, gerçekten de bu yorum yabana atılır cinsten bir yorum değil, olayı tek satırda özetleyen bir yorumdur. Gerçekten de böylesi narin bir hükümeti devirmek için Türk silahlı kuvvetlerinin her birimini tüm teçhizatıyla seferber etmeye ne gerek vardı ki, birkaç asker göndermek kâfiydi. Bir kere ortada gerçek anlamda karşı koyacak sivil bir güç yok ki, neyin ihtilalını yapıyorlar doğrusu şaşmamak elde değil. Belli ki ülkemizde sadece ihtilalın adı var, baktığımızda elini kolun sallayıp birkaç tank yürütme girişimi darbe olarak addediliyor. Nasıl olsa mukavemet eden yok, böyle darbe yapmaya ne var ki. Hatta böyle bir darbe girişimini kör ebemde yapar. Kaldı ki toplum sivil inisiyatif güç olarak dirense ne olur ki, bir kere fırsat vermezler, hadi fırsatını bulup direnişe geçildi, o zaman da direnişçileri bir kaşık suda boğarlardı. Neyse ki hiç kimsenin gıkı çıkmadı. Hatta Menderes idam sehpasında can verdiğinde de hiç kimsenin gıkı çıkmamış. Acı ama gerçek böyle uysal koyun bir tepkisiz halimiz var. Besbelli ki halk yıllar boyu tepeden koyun misali güdüle güdüle sivil inisiyatif tavır geliştirememiş. Nasıl geliştirsin ki halk örgütlenmesin diye kanun ve yönetmenliklerle önceden tedbirini almışlar bile. Böylece sivil irade oluşumunun önüne geçilmiştir. Bir ülke düşünün ki, sivil katılımcılık olgusu gelişmemiş, elbette ki böyle bir ortamda özel bir çabaya gerek duyulmaksızın darbe yapılması gayet tabiidir. Hadi bundan vazgeçtik, silah zoruyla TBMM’ye cumhurbaşkanı dayatmaya ne demeli. İşte İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı Meclisi tehdit ederek olmuştur. Keza 27 Mayıs ihtilalın akabinde Samsun'dan Ali Fuat Başgil aday oldu diye yapmadıkları kalmamıştır, en sonunda tehditle kararından vazgeçirmişler ve Orgeneral Cemal Gürsel'i dayatmışlardır. Derken Atatürk sonrası halkın cumhurbaşkanını atanmışlara havale eden bir meclis yapısına bürünmüşüz. Ta ki Özal bir sivil cumhurbaşkanı olarak köşke çıkana kadar bu süreç devam etmiş te. Anlaşılan halktan uzak böyle bir meclis yapılanmasında her on yılda bir darbe geleneğini sürdürmek çokta zor değilmiş. Bu ülke nice darbe ve darbe girişimlerine sahne oldu. Neyse ki her darbenin ardından sandığa gidildiğinde kazanan Millet olmuştur. Bir başka ifadeyle darbeciler her seferinde yolcu, millet ise hancı kalmıştır hep.
Maalesef her 15–20 senede bir 5–10 bin kişiyi hain ilan ederek yönetimi devr almak bize has bir moda olmuş. Üretilen hain zincir modası günümüze kadar uzatılmışta. Bu zincir modası bazen Yassıada’dan Zincirbozan'a hatıralarıyla aşılmaya çalışılsa da her ne hikmetse bu zincirin bir türlü sonu gelmiyor, güya bu zincir devam ediyormuş. Aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, birilerinin rahatı uğruna mutlaka diğerlerinin hain ilan edilmesi gerektiği kurgusu üzerine kurulu bir zincir oyunudur bu. Belli ki bu tür hain edebiyatı yaftalamaları ülkemizde darbe geleneğinin sürdürülmesinden yana tavır takınanların işine yaramakta. Dahası ihtilallerden çıkar sağlayanların ürettiği bir hastalık tablosuyla karşı karşıyayız. İşte tarihi geleneğimizle taban tabana zıt bu tür çıkarcı yapılanmalar yarınlarımızı çalmak için adeta mevzilenmişler de. Osmanlıyı inceleyin, bakın ne görürsünüz: kelleleri alınan vezirlere bile hain dememişiz.
Osmanlı’yı itibarlı kılan hiç kuşkusuz İslam’dır. İyi ki de böyle bir dine mensubuz. Zira gayrimüslimlere, azınlıklara bile hak ve hukuk tanıyan bir dinimiz var. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) hasta yatağında zimmîlerin haklarının gözetilmesini telkin etmiş bile. Anlaşılan o ki; bu engin anlayışın altında İslam’ın o engin hoşgörüsü yatmaktadır.
Şurası muhakkak tarihe damgasını vurmuş bir ideal düzen, ya da bir inkılâp asla bir adam, bir kurum veya bir kuruluşa mal edilemez, tüm emeği geçenlere mal edilmesi gereken bir şeref tablosudur. Tek adamlı bir tablodan kim ne buldu ki bizde bulalım. Madem öyle yeni bir şeref tablosu oluşturmak için tarihi ile barışık, kültürü ile barışık, bilge insanıyla barışık ve halkı ile barışık yeni bir düzen inşa etmek gerekir. Elbette ki böyle bir barışık düzenin gelmesinden rahatsız olanlar olacaktır. Gerektiğinde dış dinamikleri harekete geçirip aba altında sopada göstereceklerdir. Oldu ya güç yetiremediler, icabında dış ülkelerden ithal ettikleri tercüme anayasalarla halkı oyalayabildikleri kadar oyalamayı deneyeceklerdir. Oysa ilim bize tercüme inkılâbın olamayacağını beyan ediyor. Bukalemuncu tavırlar, ortama göre renk veya şekil almak milli onurumuzla bağdaşmaz. İşte Mecelle bu tür kaygılardan hareketle ortaya koyulan yerli bir kanun metni olarak doğmuştur. İyi ki de böyle bir kaynak ortaya koyulmuş, bir kere kaynağı örfi ve dini olan bir hukuktur. Zaten örfi olması halkla bağını ortaya koymaya yetmiştir.
Düşünün ki batı hayranlığını bu topraklara taşımak için dışarıya gençler gönderilmiş, yetmedi I. ve II. Meşrutiyetler birer reformmuş gibi gösterilmiş. Oysa empoze edilmeye çalışılan anayasalara baktığımızda kökü dışarıda ithal ve tercüme metinler oldukları gayet açık. Adı üzerinde tercüme, ama gel gör ki tüm tercüme mevzuatlar bizim buluşumuzmuş gibi yutturulmuşta.
Malum, Tanzimat fermanının bir diğer adı Gülhane Hattı Hümayunu’dur. Adı batsın demesek te ortada bir gerçek var; bu fermanın ilanıyla birlikte o gün bugündür hala yeni düzen peşinde koşturuyoruz. Öyle ki 1839’da Gülhane Hattı Hümayun’u okunduğunda şeriat metni ile başlamış ve bu metin; “Irz masundur, namus masundur, hürriyet, adalet ve eşitlik... gibi temalara yer vermişte. Bu temalara bakıldığında o yıllarda bu ülkede kanun, nizam ve İslam yokmuş sanırsın. Hadi bunu anladık diyelim, peki ya şu eşitlik, hürriyet hurrasına ne demeli! Belli ki bu da işin başka bir kılıfı. Üstelik bu temaları işlerken de şeriat adına çıkış yapıyorlar. Şeriat olan yerde şeriat istemek garip değil mi? Aslında şeriat filan bahane efendilerini memnun etmek için bal gibi Avrupacılık gütmüşler. Dahası bizim için değer ifade eden kavramlar bir başkaları için iyi bir kılıf olabiliyor. İcabında o zinde güçler için her türlü yola başvurmak mubah olabiliyor. Tabii her şey mubah olunca bizde bu arada bu tür kirli oyun veya tezgâhlara aşinalık kazanabiliyoruz. Demek ki asıl dert dava şeriat (bizim anladığımız manada şeriat Kur’an ve sünnettir) değilmiş, şeriat adı altında ithal reçetelerle dışa göbekten bağlanmakmış. Aslında her şey gayet açık, gerek Tanzimat olsun, gerekse I ve II. Meşrutiyetler olsun tüm bu girişimlerin arka planında hasta yatağına düşmüş Osmanlıyı çökertme planı vardır. Nitekim İttihatçılar Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı hal ettiklerinde çok sevinmişlerdi, ama sevinçleri fazla sürmeyecektir, sorumluluk üstlendiklerinde Sırp ayaklanmasının Bulgar isyanına dönüşmemesi veya Ermeni Sadıka'nın Ermeni ayaklanmasına yol açmaması gibi birçok problemlerle karşılaşmışlardır. Belki de yaptıklarına bin pişman olmuşlardı, ne var ki son pişmanlık fayda vermez de. Artık gaflet uykusundan uyandığımızda batı karşısında tamamen yelkenleri indirmiş halimizi gördük.
Öteden beri bir koşuşturmadır gidiyor. Yetmedi habire “Bizi hangi müesses nizam kurtarır” sorusunun cevabını arar olduk hep. Tanzimat bu araştırmanın ilk adımıydı, bize bu kapıyı aralar da. Hatta bir sonraki düzen meraklılarına ışık verdi de. Meşrutiyet ise bu sihirli iksirin kesin formülünü bulmuşçasına hareket etti. Şimdiye kadar denemedik bir şey kalmadı dersek yeridir. Derken en sonunda Cumhuriyet modeline geçişimizi ilan ettik ve bugünlere geldik. Tabii arayış serüvenimiz bitmedi, gelinen noktada hala sihirli formül peşindeyiz. İyi hoşta hala doğru dürüst bir sivil anayasa edinemedik. Sihirli formül bulunsa ne olur ki, bir kere mevcut anayasa izin vermiyor. Bakalım ithal tercümelerden esinlenerek yazılmış anayasayla nereye kadar gidebiliriz, doğrusu merak konusu. Şurası muhakkak ithal tercüme metinler halkın kodlarına çok yabancı, bu yüzden derde çare olamıyor. İşte durum vaziyet böyle olunca kimimiz kurtuluşu demokraside, kimimiz sosyalizmde, kimimiz kapitalizmde, kimimiz masonlukta vs. arar olduk. Mutlaka her sistemin bize öğreteceği ve kazandıracağı faydalı yönleri vardır, ama birebir kopya asla derde deva değildir. Bizi kurtaracak reçete, kendi öz değerlerimizle kucaklaşıp hür düşüncenin yolunu açmaktan geçer. Bugün olmuş hala insanımız hür düşünemiyor, sözüm onlara güya halk adına fikir serd ettiklerini sanan bir takım sözde bukalemun aydınlar var. Onlar sırça köşklerinde ahkâm kesmeye devam ede dursunlar şu bir gerçek tabandan tavana yapılanma olmadığı müddetçe, başımız daha birçok sıkıntılardan kurtulamayacak gibi. Belli ki halkın vicdanına ve örfüne uygun sivil bir Anayasa modeli kurmadığımız sürece, daha çok sihirli formül peşinde koşturacağız demektir. O halde sürekli arayışımızın boyutunu iyi kavramalı. Bakın bu arayışta hangi sihirli formüllere başvurmuşuz bir görelim. İşte o formüller:
—Tanzimat formülü (Gülhane Hatt-ı Hümayunu),
—Mithat Paşa formülü (I. Kanun-i Esasi),
—II. Meşrutiyet formülü,
—%100 Avrupalaşma formülü (Dr. Abdullah Cevdet reçetesi),
—İslamlaşma hareketi (Sebilürreşat formülü),
—Türkçülük hareketi (İlk Türk Yurdu reçetesi),
—Ziya Gökalp ve Yeni Mecmua formülü,
—Prens Sabahattin formülü (Âdem-i merkeziyet teşebbüsü),
—Terakki Perver formülü,
—Cumhuriyet formülü,
—Serbest Fırka formülü (reçetesi),
—Altı ok formülü,
—DP formülü (Demokrasi Hareketi) (Bkz. Yağmur Yayınevi İst. Doğu-Batı Sentezi, Peyami Safa S.89)
Ayrıca:
—27 Mayıs (MBK reçetesi) ve 12 Eylül formülü,
—Özal formülü (Serbest piyasa ekonomi hamlesi vs.) gibi arayışlara da koyulmuşuz. İşte, sihirli formül arayış serüvenimizin genel alt başlıklarının alt iyi analiz edildiğinde büyük bir kısmının toplumda karşılık bulmayıp kırılmalara yol açtığı diğer bir kısmının da olumlu yansımaları olduğu görülmüştür. Derken tüm bu denemelerden sonra Türkiye birde üstüne üstük 28 Şubat Postmodern darbe, Temmuz 2007 e-muhtıra girişimi ve Nisan 2008 yargı darbesi, 17 Aralık 2013 Pensilvanya kaynaklı paralel darbe girişimleriyle yüzleşmiştir. Belli ki Türkiye'nin güçlü olmasından endişeye kapılanlar var.
Dedik ya bir koşuşturmadır gidiyoruz. Gel de bu hengâme içerisinde bunalımdan çıkış yolu arama, yine de ümidimizi yitirmiş sayılmayız, araya araya doğruyu bulacağız gibi. Derler ya, arayan ya Mevla’sını, ya da belasını bulur, dileğimiz odur ki; muradımız Mevla’yı bulmak olsun. Tabular bir bir yıkıldıkça, tabandan tavana yapılanma emareleri filiz verdikçe umutlarımız daha da yeşerecek gibi. Artık sivil toplum, sivil katılım, sivil inisiyatif, milli ve İslami söylemlerin her platformda konuşulur olması bize bu ümidi veriyor zaten. Kendi ülkesinin değerleriyle taban tabana zıt ısmarlama formüllerden kim ne bulmuş ki biz de bulalım. Bizi ancak tarihi kimliği ile barışık dünya gerçekleriyle barışık ve aynı zamanda toplumu kucaklayan sihirli formüller kurtarır. Ne yerel değerlere kapalı, ne de evrensel normlara kapalı bir model asla kurtuluşumuza çare olamaz. Aslında bunca yaşanan gelgit süreci içerisinde sihirli formül arayışı birazda Fransız hastalığı gibi görünüyor. Zira Fransa 1789’da cumhuriyet kavramını bir idari biçimi olarak algılamayıp bu kavrama ideolojik boyut katmışlardır. Nitekim 1789 tarihi Cumhuriyet devriminin başlangıcı addedilmişte. Malum bu miladın öncesi dışlanmış, sonrasına da methiyeler dizilmiştir. Oysa çok övündükleri Cumhuriyet modeli bile kendi içinde cazibesini kaybedince beş kez yıkılmak zorunda kalmıştır. Fransız tarihi sürece şöyle bir baktığımızda kurdukları beş cumhuriyet dönemi içerisinde Krallığa iki kez dönüş yapmışlar da. Neyse ki birçok imparatorluk denemelerinden sonra Cumhuriyetin beşincisini kurmak De Gaulle’ye kısmet olmuştur. İşte formül arayışı böyle bir şeydir. Bu gün ak dediğine yarın kara diyebileceğiniz bir süreçtir bu. Belli ki konjonktür neyi gerektiriyorsa önceki yönetime kara, bir sonrakine ak demeyi gerektiriyor. Hadi Fransayı anladık ta, peki ya bize ne oluyor, artık ortada padişahlık, saltanat filan yok, keza Fransa örneğine benzer bir krallıkta yok, hatta yeni bir saltanat gelmeyeceğine göre bu denli tarihe düşmanlık niye? Demek ki; bizde de Fransız serüvenine benzer olaylara ak-kara bakış tarzımız söz konusu. Maalesef ak kara ikilemi içine düştüğümüz bir çıkmaz kuyu. Oysa iyi ve kötü ayırımı yapma ilahiyatçı ve pedagogların işi, malum suç ve ceza nitelemesi de hukukçuların işidir. Hakeza tarihi bakışta öyledir. Tarihi hizaya getirme çabası asla bizim işimiz olamaz. Bırakın tarihi olayların analizini tarihçiler yorumlasın. Biz sadece uzmanların sesine kulak vermekle mükellefiz. Madem öyle geçmişte olup biten her ne varsa ibret alıp ders almak gerek. Gün bu gündür, artık sihirli formüller üzerinde boşa kürek çekmek yerine değişim sürecinin son halkası cumhuriyetimizi katılımcı demokrasi ile taçlandırmaya bakalım. Enerjimizi bu yönde harcarsak, belki sonu gelmez arayışlar son bulabilir.
Sihirli formül arayışında Osmanlı’yı karalayıp Cumhuriyete meşruiyet kazandırılmaya çalışıldığı herkesin malumu. Dahası Osmanlı’da hürriyet olmadığı yalanının okullarda genç dimağlara habire aşılandığı da bir vaka. Yetmedi bu ülke sanki hiç hürriyet yüzü görmemiş gibi Cumhuriyetle birlikte hürriyete geçiş yaptığımız kehaneti işlenilmiş hep. Oysa Ulu Hakan Abdülhamid Han Meclis-i Mebusan’ın açış konuşmasında yaptığı II. Mahmut ve diğer padişahların miriyeti içerisinde yaşadığını, fakat bunların arasında hürriyet ve vatandaşlık şuurunun gelişmediğini, artık eşit olduğunu söylerken, tıpkı Mustafa Kemal’in Meclis’teki konuşmalarının geriye doğru tekrarını ortaya koyuyordu. Demek ki, sihirli formül arayışı ak-kara ikilemiyle sağlam zemine oturamıyor. Tarihi objektiflik ekseninde bir arayışa ihtiyaç var. İhtiyacın ötesinde ileri demokrasi anlayışına da ihtiyacımız var. Hele şükür, Cumhuriyetle birlikte tam demokratikleşme gerçekleşmese bile yine de demokrasiye adım atabilmişiz.
Bir kere her sihirli formül arayışı ve olayını öncelikle o devrin kendi yapısı ve şartlarında değerlendirmek gerekir. Nasıl ki Kanunnamelerle özdeşleşmiş Kanuni Sultan Süleyman’dan bilgisayar beklemek abesle iştigalse, Kuvayı milliye ruhuyla cumhuriyeti kuranlardan da aynı ölçüde ‘katılımcı demokrasi’ anlayışı beklemek bir başka abesle iştigal durum olur. Şu anda bulunduğumuz şartlar sivilleşmeyi gerektirdiği için Türk insanı sivil söylemlere çoktan yöneldi bile. Çok değil Özal dönemi öncesi sivil toplum kavramından bihaberdik. Haberdar olan varsa da bahsetmesi söz konusu değildi. O halde tarihi yorumlarken o devrin şartlarını göz ardı etmemeli. Bakın, ihtilalsiz, ayaklanmasız cumhuriyete geçiş yapabilen tek cumhuriyet biziz. Bu aşamaya gelmek kolay değildi elbet. Düşünün ki sihirli formül arayışında Abdülhamid Han Anayasayı ilan etmedi diye, Ermeni yaftası “Kızıl Sultan” lakabını ağzımıza sakız yapmışız, gel de bu karalamacı anlayışla yeniliğe geçiş yap mümkün mü? Elbette ki farklı kimliğe sahip çok mezhepli çok meşrepli ve birçok etnik milliyetleri bağrında taşıyan imparatorluktan, bir oldubittiye getirip bir çırpıda meşrutiyete geçiş yapmayı beklemek akıl izanın kabul edemeyeceği bir husustur. Kaldı ki Cumhuriyet kurulmuş kurulalı Türkiye tam demokratikleşmeye geçebildi mi ki Osmanlıda bir çırpıda geçiş yapabilsin. Şunu hafızamıza iyi kazımak gerek; tarihi olayları asla kişilere endeksleyip hislerimizin kurbanı yapmamalı. Siz siz olun tarihi olayları analitik bir anlayışla ele alın ki objektif bir tarih bakışı ortaya koyabilesiniz. Nasıl olsa hayat yoluna devam ediyor, o halde tarihi de kendi doğal akışına bırakmakta fayda var.
Elbette ki Türkiye’nin de İngiltere gibi demokratikleşme sürecini tamamlamasını dilerdik, ama olmadı. Hadi bundan vazgeçtik bari işler sarpa sarmadan önce meşrutiyet aşaması, daha sonra demokratikleşme aşamasına geçiş yapılabilirdi pekâlâ. Maalesef yumuşak geçiş yapmak yerine Fransa’dakine benzer birikmiş dalgalanmaları bugünlere taşımayı yeğlemişiz. Şayet İngiltere gibi yumuşak geçiş örneği sergileyebilseydik Türkiye’nin şuan ki durumu çok daha farklı yerlerde olurdu.
Malum, milli mücadelenin maddi veçhesini Büyük Millet Meclisi oluşturur. Nitekim bu kurulan meclisin kararıyla kurtuluşumuz gerçekleşip akabinde yeni bir rejim doğmuş, adı: Cumhuriyet. Bir başka ifadeyle Cumhuriyet Meclisin kararıyla gerçekleşmiştir. Dahası BMM, Cumhuriyetle birlikte TBMM adını alır bile. Hatta isimle kalmaz TBMM’nin çıkardığı ilk kanunlar arasında TBMM’ye karşı olmak vatana ihanetle eş tutulmuştur. Ama gel gör ki zaman içerisinde, değil TBMM'ye karşı olmak artık TBMM’ye muhtıra vermek vatana ihanetten sayılmıyor. Demek ki; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” hükmü gerçek manada o yıllarda gerçekleşmiş. Sonraki yıllarda bu hüküm sulandıra sulandıra egemenlik bir avuç azınlığın tekeline dönüşmüş bir yapıya bürünmüştür.
Velhasıl; Cumhuriyetin ilk yılları padişaha ve halifeye sadakatle başlamış, sonrasında meşruiyet kaymasıyla birlikte saltanat lağvedilmiştir. Akabinde sihirli formül arayışı yolunda tek partili, çok partili dönem derken bugünlere geldik. Belli ki arayışımız son bulmayacak. Bakalım Türkiye daha ne gibi arayışlar içerisinde olacak. Anlaşılan yeni arayışlarda da fikir eksersizi yapmaya ihtiyacımız var.
Vesselam.
En son alperen tarafından 07 Şub 2015, 12:01 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
-
- Tecrübeli Üye
- Mesajlar: 45
- Kayıt: 19 Ara 2009, 00:00
- Konum: kadıköy acill...
-
- Tecrübeli Üye
- Mesajlar: 45
- Kayıt: 19 Ara 2009, 00:00
- Konum: kadıköy acill...
-
- Tecrübeli Üye
- Mesajlar: 45
- Kayıt: 19 Ara 2009, 00:00
- Konum: kadıköy acill...