İSLÂM ve EKONOMİ

İslami İçerikli Makaleleri Paylaşabileceğiniz Alan

Moderatörler: ucharfbesnokta, Ertugrul

Cevapla
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

İSLÂM ve EKONOMİ

Mesaj gönderen alperen »

İSLÂM VE EKONOMİ
SELİM GÜRBÜZER
İnsanın insanla olan alışveriş münasebetlerinde ve insanın tabiatı işlemesiyle olan ilişkilerinden doğan bir bilim dalının adıdır ekonomi. İktisadi bilimler diye de ifade edilen ekonomi bilimi, sosyal hayatın tümünü kapsayan bir alandır. Bu yönüyle baktığımızda diğer sosyal bilimlere oranla önemi çok daha fazladır. Hele bilhassa önemine binaen kâr faktörü ekonomik faaliyetlerin ruhunu oluşturur. Ancak İslam’da helal yoldan kâr etmek esastır, bu yüzden haram yoldan elde edilen faiz türü kazançlar asla kabul görmez.

Ekonomik faaliyetlerin özünde kıt kaynaklardan azami ölçüde nasıl yararlanılır düşüncesinden hareketle sınırsız ihtiyaç ve arzular yatmaktadır. Zaten hammadde kaynaklar hiç tükenmeyecek derecede sınırsız olsaydı ekonomiden bahsetmeye hiç gerek kalmayacaktı. Dolayısıyla iktisatçıların insanın tabiatın hammadde ilişkisinden doğan ekonomik faaliyetleri enine boyuna tartışılmaları son derece tabiidir. Böylece tartışmaların muvacehesinde bu arada toplumda kendi zaviyesinden hangi iktisadi modelin lehine olabileceğinin değerlendirmesini yaparaktan tercihini ortaya koyacaktır. Tabii ki bizim tercihimiz İslam'ın öngördüğü emek sermaye barışıklığını esas alan iktisadi modelden yana olacaktır.

Malum, ekonomi denilince üretim, tüketim, mübadele ve para faaliyetleri gibi bir dizi unsurlar akla gelir elbet. Ancak her bir ekonomik unsur kapitalizm, kominizim, sosyalizm ve faşizm gibi ideolojilerde bu unsurlar birbirlerinden farklı değerlendirmelere tabii tutularak farklı karşılık bulur. Aralarında hemfikirlik asla söz konusu değildir. Nitekim kapitalizm'in ekonomiye bakışıyla Marksizm’in bakışı farklıdır, birbirleriyle tamamen taban tabana zıttırlar. Velev ki karşıt zıt görüşte olmasalar da yine hiçbir bir şey fark etmeyecekti zaten. Bikere ideoloji dediğiniz ne ki, her biri için ömür biçmeye kalkışsak bir asrı bile geçmeyecek ömürleri ya var ya da yok durumdalar. Sonuçta kul mamulüdürler, insan elinden çıkan her bir sistem er geç çökmeye mahkûmdur. Şöyle iktisadi düşünceler tarihine bir baktığımızda her bir beşeri iktisadi sistemin topluma sundukları reçetelerin uzun ömürlü olmadıkları, saman alevi gibi savrulup sündüklerini görürüz. İnsana insan olarak değil de eşya gözüyle bakılırsa, elbette ki savrulurlar, akıbetlerinin böyle olacağı besbelliydi. Kaldı ki insanı dışlayan hiçbir sistemin uzun soluklu olmadığının en canlı şahidi ekonomi tarihinin sayfaları bizatihi şahittir.

Peki, Yüce dinimiz İslâm? Hiç kuşkusuz insanı merkeze alan tek din İslamiyet’tir. Bu yüzden insan olmanın şerefini yaşamak ancak İslam’ı hayatımıza tatbik etmekle mümkündür. Tatbik etmeye mecburuz da. Çünkü yeryüzünde insanı doğrudan muhatab alaraktan eşref-i mahlûkat sıfatıyla değer veren sadece Müberra dinimizdir. Ki, insana değer veren böylesi bir din’in kıyamete kadar devam edeceğinin sırrı da bu noktada gizlidir. Öyle ya, madem tüm mahlûkat içerisinde sadece insan eşrefi mahlûkat olarak ilan edilmiş o halde insanın sorumluluk yüklenmesi son derece tabii bir durumdur. Nasıl mı? Mesela insanın ekonomik bakımdan sorumluluğuna baktığımızda İslâm tâ baştan insana ekonomik kaynakları israf etmemesi yönünde sorumluluk yüklemiştir. Ve Yüce dinimiz bu yönde insana tabiatta ne var ne yok tüm hammadde kaynaklarını helal dairesi içerisinde işlemesini ve işletmesini öğütler. Yeter ki insanoğlu bu öğüt karşısında üzerine düşen sorumluluğu hakkıyla yerine getirmiş olsun bak o zaman hem tabiatı har vurup harman savururcasına ölçüsüz bir şekilde işletilmesinin önüne geçmiş olur hem de bu arada bir takım dünyevi ihtirasların ve aşırı maddiyat düşkünlüğünün önüne de set çekmiş olur. İyi ki de Müberra Dinimizin muhataplığına mazhar olmuşuz, bu sayede hem çevremize hem de kendimize çeki düzen fırsatı elde etmiş oluruz. Allah muhafaza aksi takdirde dünyaperest ideolojilerin kucağına düşüp maddi ihtirasların kölesi olacaktık. Ki bu düpedüz nefse ve tabiata mahkûm olmuşluğun ta kendisi bir köleliktir. Şimdi bu tespitlerden sonra gel de İslam’ı sosyal hayatta ve beşeri münasebetler de kendimize ölçü alma, ne mümkün. İslam insana öyle huzur veren bir dindir ki, Allah’a abd olunduğunda insan dünyanın peşinden değil adeta dünyayı insanın peşinen koşturacak şekilde ab-ı hayat bir dindir. Yeter ki böyle bir bilince erişlisin dünya sadece müminin gözünde gaye değil vasıta olacaktır. Zira İslam’da Rıza-i Bari için hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak esastır. Öyle anlaşılıyor ki, İnsanın asıl vazifesi ve yaratılış gayesi Allah’a abd olmaktır. Bakın bir adam Nakşibendî Sadatlarından bir zat’a şöyle bir sual eylemiş:

– Efendim, Sizin göreviniz nedir?

O zat şöyle cevap vermiş;

-Bizim görevimiz çözüp bağlamaktır.

Tabii adam bu cevap karşısında şaşırmış, bu kez:

-Efendim iyi hoşta siz neyi çözüp bağlarsınız ki diye sual eder.

Ve mübarek tebessüm edip cevaben şöyle der:

-Biz, bize tabi olanların kalplerinden dünya muhabbetini çözüp Allah ve ahiret sevgisine bağlarız.

İşte bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere insanoğlu bu dünyaya gönül bağlamak için gelmedi bilakis gönlünü Allah’a bağlamak için geldi. Düşünsenize insan bu dünyada Karun gibi onca dünya malı edinse ne, emri marufa uygun mal edinmedikten sonra hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz, illa emri maruf olacak ki mal da mülkte bir anlam kazanabilsin. Öyle ya maddeye köle olduktan sonra, zengin olmuşsun, patron olmuşsun, ağa olmuşsun ne fayda. Kaldı ki insan Allah’a kul olduğunda eşyanın esaretinden çıkıp tüm sahte mabutlara meydan okuyabiliyor da. Nasıl mı? İşte bir avuç iman abidesi Mehmetçiğimizin tam donanımlı ve sayıca bir hayli kalabalık düşman kuvvetleri karşısında yazdığı Çanakkale destanımız bunun en bariz delilidir. Nitekim böylesi yazılan bir destan karşısında İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” demekten kendini alamaz da. Dün nasıl ki cahiliye dönemi insanları kendi elleriyle yonttukları taşın esiriydi iseler aynen dünyaya bel bağlayan günümüz müstevlileri de paranın ve maddenin esiridirler. Elbette ki bu durumda dünyaya tamah etmenin akıbeti iman yürekli serdengeçtiler karşısında hezimete uğramak olacaktır.

Anlaşılan o ki, dünyaya aşırı tamah etmekten kurtulmanın yolu Allah’a abd olmaktan geçmekte. Bakınız İslâm, insana ferde mülkiyet hakkı tanımakla güçlü birey olmanın önünü açtığı gibi bununla birlikte kanaatkâr şuuru da verilmiştir. Bakın Atalarımız “aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz” buyurmuşlar, o halde bu veciz söz temel düsturumuz olmalıdır. Öyle ya, çoklar azların birikmesiyle meydana geldiğine göre, küçük şeyleri hor görenler, büyük şeyleri fırsat edinmenin kaçıracakları muhakkak. Bu duruma düşmemek için mutlaka arz talep dengesini iyi ayarlamak gerekir. Hele denge ayarı şaşmaya görsün bir anda israf çarkları verim ekonomisinin aleyhine dönüverecektir.

Evet, kanaatkârlıksa İslam’da var, helal lokmaysa İslam’da var, meşru hayat yaşmaksa İslam’da var. İslam’ da ne yok ki, var da var elbet. Hele ekonomiye vahyin soluğu sirayet etmeye görsün, bak o zaman o ekonomi yoksulların ve yetimlerin can simidi umut ışığı olur da. Yeter ki İslam’ın belirlediği haram ve helâl kriterler harfi harfine uygulansın sırf fakir fukara değil toplumun tüm kesimleri huzur bulur da.

Peki, ya çağdaşlıktan dem vuranların eteklerinde ne var? Ne olacaktı ki zaten, onlar eteklerindeki taşları çoktan döktüler bile. Tarihten bugüne denemedikleri ve taklit etmedikleri bir şey kalmadı dersek yeridir. Buna rağmen taklitçilikten vazgeçmiş değillerdir. Bu yüzden ellerine tutuşturulmuş müsvedde ve suni reçetelerle hem kendilerini kandırmış oluyorlar hem de kitleleri. Oysa taklitçi zihniyet kitlelere ne kanaat bilinci aşılayabilir, ne helal lokma yedirebilir, ne de meşru hayat sunabilir. Dedik ya, bikere kendilerine hayırları yok ki, başkalarına da hayırları dokunsun. İşte İslam’ın farkı bu noktada ortaya çıkıyor. Her şeyden önce İslam’ın hiçbir ferde ve topluma malın mülkün har vurulup harman savurmasına razılığı yoktur. Bireyler ve toplumlar ancak İslam’ın daha önceden belirlediği helal daire çerçevesinde mal mülk edinme hak ve hukukuna sahip olabiliyor. Bunun dışında mal mülk edinme asla kabul görmez. Ne mutlu bizlere ki mal ve mülk edinmenin bile hukukunu tayin eden Müberra dine mensubuz, bu yüzden ne kadar şükretsek azdır. Hakeza malın mülkün eşyanın kullanımı da öyledir. Yani bir mümin mal, mülk ve eşyanın da hakkını gözetmek durumundadır. Öyle eşyayı iktisatlı kullanmalı ki bıçak bile bizden incinmemeli. İşte Hakullah budur.

Eşyanın hukukunu gözeteceğimiz gibi beşeri münasebetlerde ki ekonomik, sosyal, kültürel hemen her alanda insanlar olan hukukumuza çok dikkat etmek gerekir. Ki, Yüce Allah (c.c) huzuruma kul hakkıyla gelmeyin diye ferman buyurmuş da. Hani birileri ikide bir vicdan bahsede dururlar ya, bu hususta sağa sola bakmaya gerek yok ki, zaten İslam insanı vicdanıyla cüzdanı arasında bırakmaz ki, kula kul olmadan kulun hakkını koruyun fermanıyla sorumluluk yükler de. Besbelli ki kâinatta A’dan Z’ye yaratılan her şey nizami ölçülere bağlamıştır. Yeter ki, insanoğlu o ilahi ölçülere uyulsun cümle âlem maddenin, paranın, patronların, diktatörlerin vs. kölesi olmasızın huzuru İslam’da bulur da.

İnsan, İslâm’ı kabul etmekle sadece ibadete yönelmez, hayatı boyunca rızk peşinde koştuğu tüm faaliyetlerinde dinin emrettiği ölçülere uygun davranma hassasiyetini ruhunda da hisseder. Böylece haramlardan uzak durma ve helâl dairesi içerisinde hareket etme gibi duyarlılıkta ekonomik faaliyetlerin düzgün işleyişinde tetikleyici rol oynar. Şayet bir mümin alın teri, helal lokma, helal kazanç, tüyü bitmemiş yetimin hak hukukundan söz ediyorsa biliniz ki bu duygu selini hayatına ölçü aldığı İslam’a borçludur. İsteniz de zaten bu duygu seli kendi kendine oluşmaz, bunu ancak İslam’ın o engin soluğu insanda etki yapıp duygu seli oluşturmakta. Beşeri sistemlerinde insanlar üzerinde etkisi var elbet, ama bu etki sunidir. Sunide olsa bizim için yine de iktisadi hayatta helal ve meşru daire içerisinde üretim faaliyeti projesi ortaya koyabilecek hangi ekonomi modeli olursa olsun kabul görür. Malum meşru daireden kastımız elbette ki “Allah (c.c) ticareti helâl, faizi haram kıldı” düsturudur. Dolayısıyla devletlerin ve toplumların bir sisteme bağlı kalaraktan yürüttüğü ekonomik politikalarda şayet ticaret var, faiz yoksa asla o sistemi ve politikaları dışlamayız. Yeter ki ahlâkî değerler hiçe sayılmasın, yeter ki insanlığın refahına yönelik adımlar atılsın toplum nezdinde insana hizmetin Hakka hizmet olduğu şeklinde karşılık bulurda. Malum ahlaki değerlerden yoksun tüm iktisadi faaliyetlerin insanlara gözyaşı akıttığı artık bir sır değil. Dedik ya, İslâm’ın farkı bu noktada ortaya çıkıyor. Zira İslam iktisadi hayatı sadece maddi boyutuyla ele almaz, iktisadi hayata manada katar. Böylece bu sayede İslam toplumunda üretim ve tüketim faaliyetleri maddi ve manevi sütunlar üzerinde bina edilip yürütülmeye çalışılır. Hiç kuşkusuz bu şuurla yürütülmeye çalışılan iktisadi faaliyetlerden temel amaç maddi ve manevi sosyal refah dengenin sağlanmasıdır. Amaç bu olunca ekonomi sırf maddi yönüyle ele alınacak bir faaliyet olarak değil, aynı zamanda toplumun manevi değerleriyle bağlantılı bir faaliyetin adı olarak anlam kazanacaktır. Aksi halde Yunus’un dediği üzere “Malda yalan, mülkte yalan, var birazda sen oyalan” bir faaliyetin içerisinde kendimizi buluruz. O halde ekonomiye mutlaka ruh katmamız icab eder. Ekonominin maddi boyutuna ruh katılsın ki mutlak manada mal mülkün Allah’ın olduğunu idrak etmiş olunsun. Gerçekte de öyle değil mi, insanın mutlak mal ve mülk üzerinde ki rolü sadece kendisine verilen bu emanete aracılık yapmasıdır. Ancak aracılık yaparken de kendisinden emanete hakkiyle sahip çıkması istenir. Öyle ki aracılık ettiği malı mülkü eşyayı kullanırken hak ve hukukuna riayet etme şartı aranır. Yani, bir takım kaide ve kurallara uyması istenir. Öyle ya, mademki mutlak manada mülk Allah’ın o halde mümin kullara emanete sahip çıkmak düşer. Asla emanete hıyanet etmek kula yaraşmaz. Mümin önce Allah’ın hakkına riayet edecek, sonra da Allah’ın yarattığı insan, hayvan, bitki her ne varsa tüm bunlarla ekonomik faaliyetlerini hak ve hukuk çerçevesinde yürüterek riayet edecektir. İlla ki İbn-i Haldun’un yıllar öncesinde dile getirdiği gibi ekonominin siyasi, sosyal, ahlâkî ve kültürel tüm boyutlarıyla ele almak gerekir ki gerçek anlamda ekonomik refah sağlanabilsin. İşte görüyorsunuz ölçü bu, dahası vahyin soluğu ve kuşatıcılı tüm insanlığa ziyadesiyle yeter artar da.

Hiç kuşkusuz İslâm tüm çağları aydınlatan tek yüce dindir. Kur’an bir yandan geçmişte yaşanmışlara dikkat çekip ibret almayı sağlarken gelecek içinde ışık olmakta. Nasıl ki İslam güneşi doğduğunda cahiliye adetlerine son vermişse, bugün ve gelecekte de önümüze çıkacak olan değişik türden cahiliye reçetelere karşı yine İslam ışık kaynağını rehber edinerekten hem maddi hem de manevi inkişafımızı gerçekleştirebiliriz pekâlâ. Nasıl gerçekleşmesin ki, Adem (a.s)’dan en son Peygamberimiz (s.a.v)’e gelen süreçte vahy olunan tüm ilahi hükümler insanın yokluk içinde var olması için vardır. Ki, Murâd-ı ilâhinin belirlediği varoluştur bu. İşte bu varoluş gayesi uğruna her kavme peygamber gelmişte. En son nüzul olan İslamiyet’in diğer semavi dinlerden en belirgin farkı belirli bir kavme değil tüm insanlığa gelmiş olmasıdır. Bu yüzden Kur’an’ın doğrudan muhatabı tüm insanlıktır. İnsanlığın görüp görebileceği en son kâmil din ise İslamiyet’tir. Hele ki bu Müberra dinin gereklerine uyulduğunda hem fert bazında, hem toplum bazında, hem de devlet bazında tüm insanlık huzura ermiş olacaktır. O halde daha ne duruyoruz, diriliş muştusu gereği bize düşen İslam ekonomisinin temel ruhunu gerek devlet, gerek toplum, gerekse birey bazında olsun bir bütün olarak insanlığın hafızasına sunmak olmalıdır. Ancak şu da bir gerçek; beşeri münasebetlerin ve sosyal vakıaların hızla geliştiği şu modern çağda ortaya çıkan her meselenin çözümü noktasında Kuran’dan hüküm çıkarmak çokta kolay olmayabiliyor. Bikere Kur’an ansiklopedi değildir, kelam-ı kadim kaynaktır. İlahi kaynaktan hüküm çıkarmak için hiç kuşkusuz ilim gerektirir. Dolayısıyla her okuduğumuz ayetlere ansiklopedik bilgi gözüyle bakamayız. Adı üzerinde kaynak, bu yüzden ansiklopediye muhtaç değildir, bilakis ansiklopedi kaynağa muhtaçtır. Kaldı ki her yeni keşif veya bilgi kaynaktan ilham alarak ancak gün yüzüne çıkabiliyor. Zaten Kuran’ın ışık kaynağı olarak vahy olunmasında ki hikmette her çağ insanının idrak etmeye güç yetireceği kadar algılanıp anlam kazansın diyedir. Böylece ayeti celililerin her devrin insan idrakinin algılayacağı elastiki özelliği sayesinde insanoğlu dogmalaşmaktan kurtulur da. Yani bu demektir ki hangi devirde bulunursak bulunalım ayetlerden ayrıntılı bir şekilde bilgi edinmek ya da hüküm çıkarıp bilgi üretmek bilge şahsiyetlerin ve ulemanın bu uğurda çaba ve gayretine bağlı olaraktan vuku bulabilecek bir durumdur. Çünkü bilgiye ulaşmak define aramak gibidir, kılı kırk yarmadan ilahi kaynaktan bilgi üretmek öyle kolay iş değil elbet. İslam tarihine baktığımızda iyi ki de fıkhi ehl-i sünnet mezheb imamlarımız, itikadi ehlisünnet imamlarımız, ilmiyle amil olmuş rabbani âlimlerimiz ve bilge dehalarımız vardı da, onlardan miras kalan birbirinden eşsiz değerde çağları aşan devasa külliyatlar sayesinde İlahi kaynağın anlaşılmasında pek zorluk yaşamıyoruz. Onlar olmasaydı kim bilir halimiz nice olurdu. Belli ki ana kaynaktan hüküm çıkarmak, ya da yazılı eserler ortaya koymak bizim kapasitemizi aşan bir durum tamamen işin ehli ilmiyle amil olmuş bilge şahsiyetlerin ihtisas alanına giren bir husustur. Bize bu noktada ancak bin bir emekle ortaya konulmuş bilgilerden istifade etmek düşer. İstifade edelim ki hayatta karşılaşacağımız her mesenin üstesinden gelebilelim. Kaldı ki, bilgi toplumunda bilgili olmaya mecburuz da. Aksi halde ne yapacağımız bilemez halde habire bocalar dururuz hep. Baksanıza sosyal, kültürel ve ekonomi alanlar sürekli değişkenlik üzere hızla değişkenlik üzere seyretmekte. Bilhassa ekonomi alanı sınırları da aşan bir boyutta ilerlemektedir. Dünyanın her hangi bir yerinde olağan üstü bir gelişme olsa, bir bakıyorsun piyasalar bir anda dalgalanıp tüm ülkeleri etkisi altına alabiliyor. Dolayısıyla bu gerçeklerden hareketle ekonomiyi değişmez stabil bir alan olarak göremeyiz. Değişim geçirdiği şundan belli ki ekonomi alanının kullandığı alet ve adavetler bile şekilden şekle girebiliyor. Nasıl mı? İşte dünden bugüne bir bakmışsın okka usulü ölçüm, bir bakmışsın el terazisi ölçüm, bir bakmışsın kantar ölçüm, bir bakmışsın hassas terazisi ölçüm, bir bakmışsın dijital ölçüm, bir bakmışsın milimikron ve milimikronunda altında daha nice ölçümlerle karşılaşıp geleceğe uzanmış görürüz. Bu değişikliklerden öyle anlaşılıyor ki madde her zaman ölçülmeye muhtaçtır. Muhtaçlığı şundan beslli ki ekonomik göstergeler bir kimyasal maddenin ölçümündeki gibi hassas kesin veriler vermeyebiliyor, bu yüzden sürekli verilerin güncellenmesine ihtiyaç vardır. O halde ekonomiyi değişmez kanun olarak değil bilakis bir düşünme biçimi, bir bakış açısı, bir yaşama tekniği aracı olarak görmek gerekir.

İşte görüyorsunuz ekonomi deyip geçmemek gerekir, ekonomi tarihi bize insanlığın geçirmiş olduğu gelişim evrelerine paralel her çağda ekonomiye bakışında değişebileceğini gösteriyor. Kelimenin tam anlamıyla ekonomi tarihi tabiatı işlemekten başlayıp iç ve dış pazarlara uzanan bir sürecin öyküsü bir tarihtir. Dolayısıyla bu öyküde yer alan her bir ekonomi halkası bütünün kendisi değil parçası halkalardır. Yani zincirin tüm halkaları birleştiğinde ancak o zaman ekonomiden söz eder hale gelebiliyoruz. Mesela maddeyi keşfetmekle hammaddeyi işlemek aynı şeyler değil. Keza işlenilmiş maddeyle işlenmiş maddenin pazarlanması da aynı değildir. Aslında her bir birim olan ekonomi çatısı altında dizilmiş alt birimlerdir. Bir başka ifadeyle ekonomik üst birime bağlı zincirin parçaları faaliyetlerdir. Burada önemli olan zincirin üzerinde bulunan her bir halkanın başlangıçtaki hammadde aşamasından tutun da en son maddenin işlenip piyasaya sürülmesi aşamasına kadar ki tam uyumluluğun sağlanması çok mühimdir. Bu uyumluluk sağlanamadığı sürece halkada kopuşların nüksetmesi kaçınılmazdır. Derken her bir ekonomik faaliyet çözümlenmesi zor karmaşık bir tablo olarak yansır. Ancak şu da var ki, ekonomik göstergeler her zaman gerçeği yansıtmayabiliyor da. Bilhassa günümüzde meşru olmayan yollardan uluslararası piyasalara müdahale edilerekten çok rahatlıkla ekonomik göstergelerle oynanabiliniyor. Bu yüzden ekonomik göstergeler tek başına ekonominin seyrini belirleyici unsur olarak görülmez. Zaten göstergeler tek başına belirleyici kriter olarak kabul görseydi üretim faaliyetlerini okumada birbirinden farklı tahmin ve yorumlarla yüzleşmemiz gerekirdi. Hele piyasalar dalgalanmaya bir görsün bu işin uzmanı iktisatçılar işin içinden çıkamayabiliyorlar da. Sanıldığın aksine ekonomi öyle kolay anlaşılır bir alan değil, bu yüzden tek başına ekonomi göstergelerden hareketle ekonominin gidişatını belirlemek eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Ekonomi alanı son derece azami gayret, azami tedbir ve azami dikkat gerektiren bir alan olduğu tartışmasız bir gerçekliktir. Ki, İslam toplumunda tüm dikkat gerektiren gayretler “Tedbiri al takdiri Allah’a bırak” şeklinde ifadelendirilerek karşılık bulur. Bir mümin için “Hiç şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever” (Ali İmran 159) ayetin hükmü kadar “Ey iman edenler tedbirinizi alınız” (Nisa 71) ayetin hükmünü yerine getirmekte çok mühim kulluk görevdir. Dahası İslam’da tedbirle taçlandırılmış tevekkül eylemek esastır. Bu esası neye dayandırıyorsunuz sual edildiğinde, elbette ki bunu Kur’an ayetlerinin sırf ibadetle alakalı ayetlerle sınırlı olmadığından biliyoruz. Daha da ikna edici gelmiyorsa bunu Yüce Allah’ın (c.c) insanı yeryüzünün halifesi ilan ettiğinden biliyoruz. Öyle ki, Yüce Allah (c.c) yaratılışta insanın fıtratına sosyal ve iktisadi hayatı dizayn edecek kodları yüklemişte. İşte bu nedenle İslam’da bir mümin dünyadan el etek çekerekten uzlete çekilip kendini ekonomi ve sosyal hayattan kendini soyutlamasına asla cevaz vermez. Bilakis Şah-ı Nakşibendî (k.s)’ın beyan buyurduğu gibi “El kârda, gönül Yar’da olma”nın yanı sıra hadis-i şerif gereği “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak” esastır. Madem öyle bir müminin ekonomiye bakışı ve sosyal hayata katkısı bu çerçevede olması lazım gelir. Yani, bir mümin sosyal hayata ve ekonomiye dokunuşu meşru daire içerisinde olmalıdır. Ancak bu dokunuş farklılıkları zorla tek tipleştirmeye yönelik bir dokunuş tarzında olmaması gerekir. Zira Yüce Allah Kur’an’da göklerin ve yerin yaratılışından örnekler vererekten “Renklerinizin, dillerinizin farklı oluşu O’nun ayetlerindendir” (Rum suresi, 22) diye ferman buyurmakta, tabiî ki farklılıkları zenginlik addedeceğiz. Hem kaldı ki insanlar yaratılış kanunu gereği farklı kabiliyette yaratılmışlardır. Bu yüzden realite tam eşitlik kabul etmez, bikere realitede tam eşitlik olsa her şeyden önce beş parmağımızın da beşi bir olması icab ederdi. Görünen köy klavuz istemez, etrafımıza şöyle baktığımızda kimimiz daha akıllı, kimimiz daha güçlü, kimimizin daha zengin daha zengin olduğu gayet net açık ortada. Bakmayın siz öyle Marksistlerin tam eşitlikten dem vurmalarına, bu tamamen ütopik bir görüştür. Düşünsenize tüm toplumu proleter işçi zümresi olarak eşitlemek hangi akla mantığa sığar ki. Oysa insanoğlu daha ilk yaratılışından itibaren farklı düşünme, farklı sorgulama sahip kabiliyette ki donanımıyla bugünlere gelebilmiştir. İşte bu yüzdendir ki tarihte hiçbir zaman tam eşit toplum modeli sahne alamamıştır. Şayet eşitlikten söz edeceksek İslam’da insanların diline rengine biçimine bakılmaksızın yaratılış kodlarındaki kabiliyet ve yetenekleri ölçüsünce insana fırsat ve imkân eşitliği tanımak asıl eşitlik olarak kabul görür. Bunun dışında bir eşitlikten söz etmek akla ziyan tavır sergilemek olur. Hiç kuşkusuz Yüce Allah’ın kullarını farklı kabiliyetlerde yaratmış olması, kuluna bahşedeceği nimetlerinin paylaşımında imkân ve fırsat eşitliğinden yararlanmasına yönelik bir yaratılıştır. Anlaşılan yaratılış kodlarımız bizi fıtri kabiliyet ve yeteneklerimizi harekete geçirmemize zorlamakta. Rızkı veren Allah amenna, ama bu demek değildir ki fıtri kabiliyetlerimizi hareket geçirmeden herkesle eşit oranda rızka sahip olacağız demektir. Allah’ın vaad ettiği rızıkta asla eksiklik yoktur, bilakis insanın Allah'ın lütfettiği nimetleri imkân ve fırsata dönüştürememe eksikliği söz konusudur.

Peki, onca eksikliklerimiz ortadayken duygu sömürüsü yaparaktan habire eşitlikten dem vuranlara ne demeli. Oysa çağdaş bilim yuvaları olarak addettikleri üniversitelerde bile insan kaynakları, halkla ilişkiler ve iletişim gibi derslerin okutulmasında temel gaye eşit toplum oluşturmak için değil elbet, tam aksine insan kabiliyetlerini açığa çıkarmaya yönelik okutulmakta. Farkında olmadan İslam’ın ta asırlar öncesinde işaret ettiği gerçeği ters yüz ederekten de olsa kim hangi alanda kabiliyetli, kim nerde ne iş yapar, kim müzisyen, kim sanatkâr olur bunun uğraşını veriyorlar. İyi hoşta, adama demezler mi tam eşitlik bunun neresinde? Aman Allah’ım bu ne yaman çelişkidir ki; kendi sözlerini okuttukları üniversitelerde ders kitaplarıyla, psikolojik akıl danışmanlık merkezleri ve rehabilitasyon merkezleri aracılığıyla yemiş oluyorlar.

Belki bu tespitlerimizden komünistler rahatsız olacaklar ama gerçeği söylemekte bir kez daha fayda var; üniversitelerde bu okutulan ders müfredatı tam eşitliğin ‘eşitsizlik’ olduğunu dile getiren derslerdir. Dahası asırlar öncesinde İslam’ın dile getirdiği hususları teyit eden eden derslerdir. Zaten İslam’ın bu öngörüsünü teyit etmeseler de hem Allah’ın mülkünü eşitlemeye kalkışmak kimin haddine. İslam’da mutlak manada mülk Allah’ındır, insanların sahip oldukları mülk sadece emanete sahip çıkma anlamında bir mülktür. Edindiğimiz malların emanet olduğu o kadar net ki, öldüğümüzde beraberimizde kara toprağa götüremiyoruz, dünyalık olduğu için dünyada kalmaktadır. Kaldı ki dünyanın kendisi de emanet bir mülktür, kıyamet koptuğunda bu mülkte yerle yeksan olacaktır. Böylece kıyametin kopuşuyla birlikte dünya fani, ahret beka yurdudur gerçeğini ve yegâne mülk sahibinin sadece Allah olduğunu cümle âlem görmüş olacaktır. Gönül isterdi ki insanların kahır ekseriyeti feraset sahibi olsaydı da kıyamet kopmadan bu gerçeği fark etmiş olsalardı. Ne var ki feraset sahibi olmak ancak mümin olana has bir özelliktir. Nitekim Allah Resulü bu hususta iç gözü kapalı maddenin esiri olmuş çevreleri bu hususta; “Müminin ferasetinden sakının” beyanıyla uyarmış da.

Evet, beşeri planda edinilen mülk sadece gölge mesabesinde bir mülktür, baki olan Allah'tır. Öyle ki, Yüce Allah (c.c) hal ettiği mülkünden sadece insan bazında değil sektör bazında da istifade etme hakkı vermiştir. Bu demektir ki ister devlet sektörü mülk olsun, ister özel sektörü mülk olsun isterse şahsi mülk olsun hiç fark etmez hepsine mülkünden istifade hakkı ve yetkisi verilmiştir. Ancak bir şartla, Allah mülkünü meşru ve helal daire içerisinde kullanmak kaydıyla. Zira Allah insanlara nimetlerini har vurup harman savuraraktan istifade etsin diye bahşetmiş etmiş değildir, bilakis tüm bahşedilen nimetler Mutlak Mülk Sahibinin hakkını vermek için verilmiş nimetlerdir. Hakeza mirasta mülkün devam ettirilmesine yönelik bir haktır. Çünkü bu noktada da meşru miras malına sahip çıkmak bir anlamda gerçek mülk sahibi Allah tarafından verilen emanete sahip çıkmak demektir.

Hazır sektörel bazda mülkiyetlerden söz etmişken, İslam’ın meseleye bakışını karınca kaderince ele almakta fayda var. Malumunuz Müberra dinimizde kamu yararını ihlal etmemek kaydıyla özel mülkiyet edinme hakkı caizdir. Devlet mülkiyeti de keza öyledir, ancak devletten kendi mülkü üzerinde yürüteceği tüm iktisadi faaliyetlerde tebaanın hayrını gözetmek şartı aranır, sonuçta devlet halkı için vardır. Anlaşılan o ki; ister devlet, ister birey, ister özel sektör olsun fark etmez tüm sektörler helal daire içerisinde yürütecekleri tüm ekonomik faaliyetler tek sektörlü ekonomik modele indirgenemez. Her bir sektör birbirlerinin haklarını ihlal etmeksizin her bir sektörün helal kazanç kapıları ardına kadar açılır da. İslam’da asla kapitalizmde olduğu gibi sınırsız kazanç ve ihtiraslar kabul görmez. Bakın İslam’da zekât müeyyidesinden maksat sadece fakirlere yardım etmek ya da malın kirini temizlemeye yönelik bir hüküm değil, bunun yanı sıra tekelci oluşumlara, sınırsız kazanç ve ihtiraslara son vermeye yönelikte bir dini hükümdür. Böylece bu hüküm sayesinde bir yandan zenginin malında fakirinde hakkı olduğu bilincinden hareketle malın kiri temizlenmiş olurken öte yandan da sınırsız kazancın önüne geçilerekten ekonominin dinamik dengeleri yerli yerine oturtulmuş olur. Kelimenin tam anlamıyla zekât hem dini bir vecibe, hem ekonomik faaliyet, hem de sosyal adalet müessesesidir.

Peki ya faiz? Adı üzerinde faiz, zekâtın tam zıddı bir aksiyondur, yani ekonomik bunalımların ve sosyal huzursuzlukların baş müsebbibi bir çıbandır. İşte Yüce Allah (c.c) bu nedenle kullarına ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Dahası Yüce Allah faizi haram kılmakla kullarını üretime ve yatırıma teşvik etmiştir. Faiz aynı zamanda kula kul olmanın adı bir sistemdir. Böylesi ur bir sistem girişimcinin yatırım yapma hevesini boşa çıkardığı gibi alın teri dökmeden bedavadan para kazanmaya alışmış bir takım rant çevrelerin tekelleşmesini, kartelleşmesini, holdingleşmesini, tröstleşmesini de tetikleyen bir sistemdir. İslam’da tekelleşme, kara para, ihtikâr, karaborsa ve faiz gibi birçok toplum dengesini sarsacak ekonomik faaliyetlere geçit verilmediği gibi ta baştan haram olarak hükme bağlanmışta. İslam’ da sadece toplumun hayrına olacak girişimlere destek vardır. İslam ne 'bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler' şeklinde başıboşluğu metod edinmiş kapitalist modele benzer, ne devleti putlaştıran faşist modele benzer, ne de birey mülkiyetini yok sayan komünist modele benzer. Bilakis İslam’da ister devlet sektörü, ister millet sektörü, ister özel sektör olsun hiç fark etmez tüm sektörler Allah’ın mülkünü meşru ve helal dairesi içerisinde halkın hizmetine sundukları sürece kabul görürler. İşte bu noktada “Halka hizmet hakka hizmettir” sözü anlam kazanır da. Yeter ki gerçek mülk sahibinin Allah olduğu bilinciyle üretim yapılsın tüm sektörler baş tacı edilir de. Düşünsenize “ben siftah yaptım, diğer alışverişi de yan komşumdan al” diyen bir anlayışın hâkim olduğu bir ekonomi modelinin hayata geçtiğini, elbette böylesi bir modelde:

-Topyekûn suni putların hegemonyasından kurtulup gerçek manada ekonomik bağımsızlığımıza kavuşmak vardır.

-Aynı atadan, yani Âdem (a.s)’ın zürriyetinden geldiğimizin idrakiyle insanı Allah’ın mukaddes emaneti olarak görmek vardır.

-Bilhassa Cuma vaktinde zengin, yoksul, halife, çoban vs. cümbür cemaat aynı safta omuz omuza namaza durup kardeş olmak vardır.

- Yine bilhassa Ramazan’da aynı sofrada zengin fakir ayırmaksızın birlikte iftar açmak vardır.

- Hakeza Hac’da diller renkler tek yürek olup Arafat’ta hacı olmak vardır.

İşte bu ve buna benzer örneklerden hareketle Müberra dinimiz İslamiyet nedir denildiğinde, verilecek cevapta “Her kim ki kelime-i tevhid getirir Allah indinde halifeyi dilenciye eşit kılan sistemin adıdır” dersek yeridir. Anlaşılan üstünlük ne zenginlikte, ne fiziki güzellikte, ne makamda, ne de mevkidedir, üstünlük Peygamberimizin (s.a.v) beyan buyurduğu veçhiyle takvada gizlidir. Maalesef takva gerçeğinden bihaber insanlıktan nasibini almamış ‘izm’lere kendini kaptırmış bir takım aklı evvel ideologlar gönül bağladıkları hangi ideolojisi ise bir bakıyorsun kapitalizm ideolojisine göre insanı birkaç patronun insafına, faşizm ideolojisine göre tabulaştırılmış devlet putunun insafına, komünizm ideolojisine göre de sözde işçi sınıfının emrine aslında uygulamada birkaç parti politbüro üyesinin insafına terk ederekten heba olmasına çanak tutabiliyorlar. Bu nasıl bir insanlık anlayışı ise tekelcilik, kara borsa, faiz gibi faaliyetler özgürlük kılıfı altında meşru gösterilip insanların kanının emilmesine ve sömürülmesine göz yumulabiliniyor. Elbette ki böyle bir tablo karşısında bir müminin seyirci kalması düşünülemez. İlla ki Peygamber (s.a.v) buyruğu gereği; bir yerde kötülük gördüğünüz zaman elinizle, elinizle gücünüz yetmiyorsa dilinizle, dilinizle de gücü yetmiyorsa kalbinizle buğz ederek tepkisini ortaya koyacaktır. Şayet Müslümanlar bu insani hassasiyetlerini yitirmeksizin gerçek mülk sahibinin Allah olduğu bilinciyle hareket ettikleri müddetçe bu cihanda tek hâkimi mutlak gücün para değil tek hâkimi mutlak gücün Allah olduğu gerçeğini yüce Allah (c..c) Kur’an’da vaad ettiği üzere nurunu tamamladığında görülecektir elbet, buna inancımız tam da.

Devlet başkanının idari mekanizmanın en tepe noktasında bulunuyor olması demek onun ‘astığım astık, kestiğim kestik’ şeklinde ben her şeyi yaparım yetkiye haiz manasında bir başkanlık değildir, bilakis ilahi hükümlere riayet etmekle mükelleftir. Kaldı ki “Güç benimse kanunda benim” anlayışı orta çağ zihniyeti bir sığ düşüncedir.

Peki, ya halkın konumu? Malumunuz halk idare edilen konumda olması hasebiyle yöneticisine itaat etmekle mükelleftir. Yeter ki, idarenin başında ki Ulu’l-emr Allah ve Resulünün belirlediği istikamet üzere hareket etsin böylesi kıymet değer idareciye itaat etmek müminlerin üzerine vaciptir zaten. Nitekim Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) halife olarak görev üstlendiğinde “Allah’a ve Peygamberine itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Onların yolundan ayrılırsam sizden baş eğmenizi istemeye hakkım yoktur” beyanında bulunması bunu teyit ediyor. Ama gel gör ki ümmet olarak geldiğimiz noktada Ebu Bekir Sıddık (r.a) hassasiyetinde ortada ne doğru dürüst elde avuçta tutulur bir idarecimiz var ne de ortada bu bilinç doğrultusunda devlet başkanına itaat edecek sahabe hassasiyetinde halk vardır. Allah ve Resulü hakikatlerine bağlılık noktasında aşınmalara yelken açılırsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Baksanıza değneğin her iki ucu da kirlenmiş durumda, hem idareci bazında hem de halk bazında tam bir yozlaşmışlık söz konusudur. Dahası hem tavanda hem de tabanda maddi ihtiraslar, gösteriş tutkunluğu zirve yapmış durumda. Tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor. Ah şöyle bir titreyip aslımıza bir dönüverebilsek bak o zaman vahşi kapitalizmin içimize attığı tüketim çılgınlığından kaynaklı bunalımlardan kurtulmamız an meselesidir diyebiliriz. Diriliş muştusu için mutlaka yeniden Kur’an’ın çağrısına kulak kabartmamız gerekir. Zira Yüce Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: “Ey İnsanlar! Yerdeki şeylerden, helal ve temiz olmak şartıyla, yeyin...” beyanıyla tamda çağın hastalığına, yani tüketim çılgınlığına kapılmamaya çağrı yapmakta. Belli ki bu sıradan bir çağrı değil, bilhassa bu çağrıda özel mülkiyetinde üstüne alması gereken mesajlar vardır. Nitekim fıkıh kitapları taradığımızda verilen o mesajın ne anlama geldiğini şu şekilde ortaya konulduğunu görürüz:

-Malın üretiminde üretici neyi satabiliyorsa onu üretme esasına dikkat edilmesi,

- Kazanılan malın nisap miktarını aşmışsa zekâtını ödeme şartı,

-Kamu yararının gözetilmesi,

- Kazanılan malın helal yoldan kazanma şartı,

- Kullanılan mülkün israf edilmemesi,

-Miras hukukuna riayet edilmesi gibi.

Elbette ki bu kurallara riayet eden özel sektörün ismi cismi ne olursa olsun baş tacı edilir de. Bakınız bu hususta Peygamberimiz (s.a.v) şöyle der: “Kimseye ait olmayan bir toprağı elde eden bir kişi, üç yıl mülkiyetinde kıldığı halde onu uygun olarak işlememişse mülkiyet hakkını yitirecektir.” İşte görüyorsunuz Peygamberimiz (s.a.v) tüm insanlığa ekonomik kayıpların önüne geçmenin mesajını verirken, kendilerini tüketim çılgınlığına kaptırmış burjuva patronları ise adeta malın tanrısıyız mesajını vermekteler habire. Onlar (haşa) kendilerini malın tanrısı sana dursunlar, bizim açımızdan servetin tüm toplum kesimlerine yayılması esastır. Nitekim Yüce Allah Kur’an-ı Muciz'ül Beyanda bu hususta kullarını şöyle uyarır da: “Tâ ki o mallar, sizden yalnız zenginler arasında dolaşır bir servet olmasın.” (Haşr suresi 7)

Evet, ayet gayet net açık bir şekilde sermayenin tek elde toplanmasının aksine servetin tabana yayılmasını vurguluyor. Hatta İslam’da tekelleşmenin önüne geçmek için de ayrıca gelir getiren makine, banknot, çek, ticari gelir, kira vs. her ne emtia varsa hepsi zekâta tabiidir. Böylece zekâtla birlikte gerçek manada toplumun refahı sağlanmış olur. Zira mal, sadece seçkin zümreye tahsis edilmiş bir eder (getiri) değildir, unutmayalım ki o malda tüm tüyü bitmemiş yetimlerinde hakkı vardır. Belli ki Yüce Mevla’mız yarattığı kullarından emek sermaye ilişkisinin denge içerisinde yürütülmesini murad etmektedir. Bir başka ifadeyle Yüce Allah bizden ne sermayenin emeği egemenlik altına almasını murad eder, ne de sermayenin ortadan kalkmasını. Bilakis herkesimin imkân ve kabiliyetleri ölçüsünce ekonomik katılımını diler. Bu arada Peygamberimiz (s.a.v)’in zikrettiği “İşçinin alın teri kurumadan hakkını veriniz” hadis-i şerifi işçi işveren arasında buzları eriten bir ferman olmanın ötesinde emek sermaye dengesini sağlamaya yönelik bir mesajdır. Hakeza “En iyi kazanç, işine özen gösteren ve işverene saygı ile bakan işçinin elde ettiğidir” hadisi- şerifi de emek sermaye dengesini gözeten bir mesajdır.

İslam’da değil insana, üretim araçlarına da bir başka açıdan değer verilir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, İslam’da eşyanın bile hukuku vardır. Aynen öyle de İslam’da üretim araçlarının çöp yığınlarına dönüştürülmesi hoş karşılanmaz, bilakis tam bir çevre hassasiyeti duyarlılığıyla verim ekonomisine dönüştürülmesi kabul görür. Kâinatta her ne yaratılmışsa, biliniz ki çöp yığınına dönüştürülsün diye yaratılmış değildir. Dolayısıyla artık maddeleri çöp diye nitelendirip çevreyi kirletemeyiz, mutlaka bu gübre olur, enerji olur, ekmek paparası olur, şu olur, bu olur mutlaka değerlendirilmesi icab eder. Hakeza insan kaynağı da bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir husustur. Yani bu noktada liyakat ölçüsünü esas alıp insan kabiliyetlerinin açığa çıkarılması lazım gelir. Zaten “İşi ehline veriniz” emri ilahisi bunu gerektirir. Aksi halde işin ehli olan insanları beyin göçü denen hadiseyle birlikte yaban ellere teslim etmiş oluruz.

Gerçekten de israf ekonomisi yerine insana insan olmanın erdemliliğini yaşatacak verim ekonomisini ikame etmek istiyorsak, sadece yatırımlara hız kazandırmak yetmez, faizsiz bir sisteme de ihtiyaç vardır. Zira faiz politikaların esas alındığı sistemlerde iş, ekmek, adalet ve mali hürriyetten asla bahsedilemez. İşte tamda bu noktada verim ekonomisini “Allah (c.c) ticareti helâl, faizi haram kıldı” hükmünün tatbikine yönelik diyebileceğimiz iş, ekmek, adalet ve mal mülk edinme hürriyetine susamış kitlelerin umut ışığı bir sistem olarak meşru görürüz de. Hatta bu arada ekonomiye canlılık katacağını düşündüğümüz helal daire içerisinde yapılacak her türlü ticari ortaklık ve kooperatifçilik gibi girişimleri de aynı verimlilik kabilinden meşru addederiz. Hakeza vahşi rekabetin dışında hizmette yarışı esas alan serbest piyasa ekonomisini, halka efendi olmayı değil hizmetkârlığı şiar edinen devlet ekonomisini, işverenle çalışan arasında karşılıklı çalışma barışının sağlandığı özel sektör ağırlıklı ekonomiyi ve halkın kendi aralarında helal daire içerisinde kurdukları millet sektörlü ekonomiyi de meşru görürüz. Kelimenin tam anlamıyla ister adına ister devlet ekonomisi, ister karma ekonomi, isterse serbest piyasa ekonomisi denilsin kendilerine halka hizmeti şiar edindikleri sürece, insanı insana ve insanı eşyanın kölesi yapmadıkça, karaborsaya ve faize geçit verilmediği takdirde güdülen her türlü ekonomik model bizim kabulümüzdür. Hatta helal dairesi içerisinde cari açık vermeyecek ithalat ve ihracat dengeleri gözetilerekten küresel boyutta yapılacak ekonomik politikalarda ki hüsnü bakışımız da buna dâhildir. Yeter ki güdülen her ekonomi politikalar İslam’ın meşru gördüğü helal dairesi çerçevesinde gerçekleşecek olan ticari organizasyonlara aykırılık teşkil etmesin asla dışlamayız.

Hazır son tahlilde küresellikten söz etmişken sanmayın ki gümrük vergisi batı patentli bir uygulama, bilakis bu uygulamanın ilk kaynağı da biziz. Nasıl mı? İşte Hz. Ömer (r.a)’ın halifeliği döneminde Müslümanlarla ticaret yapan ülkelerden ilk gümrük vergisi alma uygulaması bunun en bariz delilidir. Düşünsenize o dönemde Ebu Musa el Eş’ari (r.a) böylesi vergi alma usulünü tatbik ettiğinde büyük bir dirençle karşılaşmış da. Tabii durum vaziyet Hz. Ömer (r.anh)’a intikal ettiğinde asla geri adım atmaz. Tam aksine üzerine üzerine gidip Müslümanlardan alınan vergiye denk gelebilecek bu harcın harbilerden da alınması yönünde ki uygulamasını nihai karara bağlar da. Derken bu alınan bu nihai kararla birlikte bundan böyle söz konusu gümrük harcı %10 olarak uygulanır. Malumunuz İslam’ın daha sonraki gelişme çağlarında ise Halife Hz. Ömer (r.a)’ın uygulamalarından ilhamla bu vergi Müslümanlardan %2,5, gayrimüslimlerden %5 şeklinde kural hale gelir. İşte görüyorsunuz ister adına gümrük işbirliği denilsin ister gümrük vergisi hiç fark etmez sonuçta bu uygulama Hz. Ömer (r.a) dönemine ait bir kural olarak karşımıza çıkmaktadır.

Velhasıl-ı kelam, bizim kabulümüz tüketim çılgınlığı ve sarhoşluğu içerisinde insanı nefsine köle kılıp insanlıktan çıkaran israf ekonomisi değil, maddi ve manevi sütunlar üzerine kurulu insana insan olmanın erdemliliğini yaşatacak olan verim ekonomisi kabulümüzdür.

Vesselam.
https://www.enpolitik.com/islm-ve-ekono ... ,4446.html
En son alperen tarafından 23 Kas 2020, 09:52 tarihinde düzenlendi, toplamda 3 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

BİLGİ ÇAĞI VE BİLGİNİN GELECEĞİ

Mesaj gönderen alperen »

BİLGİ ÇAĞI VE BİLGİNİN GELECEĞİ
SELİM GÜRBÜZER
Yüce Allah (c.c) balçıktan yarattığı insana ruhundan üfleyip isimlerini öğretmenin yanı sıra kullarını bilgiyle de kodlamıştır. İşte insanın diğer yarattıklarından üstün kılan yönü de bilgi donanımıyla kodlu olmasıdır. Ve insanoğlu bu bilgi donanımlı kodları sayesinde yaratılışından bu yana her asrın idrak seviyesine göre medeniyet olarak damgasını vurabiliyor. Geldiğimiz noktada ise insanoğlu bir bakıyorsun teknolojik sanayi hamleler de bulunmanın ötesinde bilgi çağının tüm enstrümanlarını kullanabilecek bilgi ve donanımına erişmiş durumdadır. Tabii tüm bu kazanımlar kayda değer hamlelerdir elbet, ancak gelinen noktada insan faktörü yok sayılıyor ya da insana eşya gözüyle bakılıyorsa böylesi bir bilgi çağı donanımı hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Hatta bilgi çağının geleceğini değersiz kılacaktır. Oysa eşyaya ve bilgi çağını değer katanda insandır, insan olmazsa bunların hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Zaten Yüce Allah’ın (c.c) yarattığı tüm mahlûkat içerisinde sadece insanı eşref-i mahlûkat olarak ilan etmesinin sırrı da bu noktada gizlidir. Zira insanı esas almayan hangi uygarlık olursa olsun buna bilgi çağı da dâhil, Akif’in ifadesiyle tek dişi kalmış canavar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Bakınız “Gelecek Şoku”, “Üçüncü Dalga” ve “Yeni Güçler Yeni Şoklar” adlı eserleriyle meşhur Alvin Toffler; insanlığın geçirdiği evreleri tarım, sanayi ve bilgi olmak üzere üç dalga olarak tasnif etmiştir. Gerçekten de en son dalgada ki bilgi tanımlaması çağımıza siluetini ortaya koyan bir dalgadır. Ancak en son tahlilde yer verdiği bilgi dalgasında ne yazık ki insan faktörü ve manevi değerler unutmuş gözüküyor. Belli ki yeni güç dalgası tıpkı insansız hava araçları gibi ruhsuzlaşmayı öngörüyor. Dedik ya, eşyaya ve bilgi çağını değer katanda insandır, dolayısıyla insan faktörünün göz ardı edildiği yeni güç dalgasının ve ruhsuz bilginin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Hem o bilgi neye yarar ki, bunu günümüz insanının aşırı derecede teknolojiyle hemhal olup robot hale gelmesinden anlayabiliyoruz da pekâlâ. Kaldı ki, dış yüzü cilalı boyalı bilgi çağında insani değerlerden yoksun kitlelerin ruhsal bunalımın girdabında habire debelenib durduğu artık bir sır değil, her şey gün gibi aşikâr. Madem her şey apaçık ortada, o halde bize balkondan seyretmek yaraşmaz, bilakis meselenin üzerine gidip bir hal çaresi bulmak yaraşır.
Aslında büsbütün çaresiz de değiliz, hiç kuşkusuz o çare bilgi çağını hem maddi hem de manevi değerlerle donatmaktan geçmekte. Geliniz hep birlikte bilgi çağında bilgi teknolojilerine ruh katalım ki, tüm insanlık bilgi teknolojisinin kölesi olmaktan kurtulup ab-ı hayat bulabilsin. Aksi halde bilgi çağında insanlık ruhunun susuzluğunu giderecek çareyi içi boş ideolojik reçetelerde arayacaktır. İnsanlık çareyi ideolojilerde arasa da sonuçta hiçbir şey fark etmeyecektir, çünkü her bir ideolojik akım taş patlasın insana belki 1-2 yıl merhem olabilir, gerisi gelmeyeceği muhakkak. Hani denilir ya, kel derman bulsa başına sürer diye, aynen öylede çare diye kapısı çalınan her bir ideolojinin de miadı ancak 10–15 yılı bulmakta, miadı dolunca da tedavülden kalkması kaçınılmazdır. Ve Daniel Bell 1960’ta çıkardığı “İdeolojinin Sonu” adlı eseriyle de bu durumu teyit ediyor zaten.
Evet, ideolojilerin ömrünün bir insan ömrü kadar uzun olmadığı tarihin bizatihi kendisi şahittir. Örnek mi? İşte Faşizm, İşte Nazizm, İşte Komünizm gibi tüm ideolojiler bunun en çarpıcı örneklerini teşkil eder. Mesela Karl Marx’ın komünizm ideolojisine bir bakıyorsun Rusya’da ancak 70 yıl tutunabildi. Ve akabinde tarihin çöplüklerine gömülmüştür. Öyle ki, bizim içimizde ki şu meşhur eski sol tüfeklerimizde o yıllarda bir sabahleyin uyandıklarında Rusya’da komünizmin çökmesiyle birlikte hem demir perde ülkelerinin, hem de kardeş Türk cumhuriyetlerinin dağıldığını gördüklerinde şaşkın leyleğe dönmüşlerdir. Nasıl şaşkın leylek olmasınlar ki, Karl Marx’ın dillendirdiği kapitalizmin çökeceğine dair tezinin tam aksine çöken kominizim oluyordu. Dahası bu ideolojiye gönül bağlayanların ikide bir dillendirdikleri insanlığın tarihsel gelişiminde sırasıyla; ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum aşamalarını geçirdikten sonra en son varacağı noktanın komünist toplum olacağı tezlerinin fiyaskoyla sonuçlandığını görmek onları ölümden beter bir şok yaşamalarına ziyadesiyle yetmiştir. Nasıl şok yaşamasınlar ki, baksanıza ne umdular ne buldular misali kehanetlerinde umdukları pembe tablo yerine:
-Serbest piyasa ekonomik modelinin işlerlik kazanıyor olması,
-Sivil toplum olgusunun yerleşmesi ve katılımcı demokratik anlayışların kitlelerce kabul görür gibi tabloyla karşılaşıyor olmaları gelecekle ilgili tüm hesap ve planlarının bir anda alt üst olmasına ve heveslerini kursaklarında bırakmaya yetmiştir. Derken en nihayetinde Karl Marx’ın hararetle öne sürdüğü; kapitalizmin son aşamasının komünizmi doğuracağı kehaneti bilgi teknolojisinin egemen olduğu dalganın egemen güç olmasıyla birlikte son bulmuştur. Hiç kuşkusuz aynı akıbet kapitalizm içinde kaçınılmaz bir alınyazısıdır, eninde sonunda komünizmin başına gelen kapitalizminde kalbinden vuracaktır. Yukarıda dedik ya, hiç bir ideoloji uzun ömürlü olamıyor. Zira bütün izm’ler, Cemil Meriç’in ifadelerinden yerini bulan; idrakimize giydirilmiş deli gömlekler olması hasebiyle her bir ideoloji ekonomik buhranlı dönemlerin ve konjonktürel şartların tetiklediği ürünler olarak ortaya çıkmakta, bu yüzden er geç çökmeye mahkûmdurlar. Bu kez Francis Fukuyama’nın tarihin sonu tezi bizim açımızdan daha henüz erken, çünkü sosyalizmin çökmesiyle tarih sonlanmadı belli ki tarihin ibresi bu kez kapitalizmin çöküşü için dönmekte. Hatta tâ ki, Yüce Allah’ın Kur’an’da beyan buyurduğu “Nurumu tamamlayacağım” vaadi vuku bulana dek tarih saatinin ibresi kıyametin en nihai vaktine dek devam edecekte. Anlaşılan o ki; İnsanlığa gelecekte soluk aldıracak olan ‘izm’ler değil, vahy’in soluğu aldıracaktır. Bir başka ifadeyle Yüce Allah’ın El-Âlim isminin tecellisi olarak vahyin nuruyla taçlanmış objektif ve sübjektif bilgiler geleceğe damgasını vuracaktır. Buna Müslümanlar olarak inancımız tamdır.
Malumunuz vahyin nuruyla taçlanmış bilginin maddi yönünü teknoloji, sübjektif yönünü mukaddes değerlerimiz oluşturur. Artık günümüzde materyalist öğretilerin bayatlayıp sırasıyla objektif bilgi, sübjektif bilgi ve en nihayetinde ilahi olan mutlak bilgiye doğru ibrenin eviriliyor olması, bilgi çağının gelecekte ki en dikkat çeken hadisesi olacaktır. Zaten işin birinci aşamasında objektif bilgiye yönelik akademik çalışmaların büyük ölçüde tamamlanıyor olması bunu teyit ediyor. Tüm bu gelişmelere ilaveten birde bunun ikinci aşaması sübjektif bilgilerde dâhil olduğunda hiç kuşkusuz üçüncü aşama olarak mutlak bilginin tecellisi de beraberinde gelecektir. Hiç kuşkusuz maneviyattan yoksun ideolojik öğretilere dayalı bilgilerde fosilleşmiş kayıtlar olarak tarihin çöplüğüne karışacaktır. Nitekim bunun ilk sinyallerini daha şimdiden Bilgi çağında bilgi üretimine hız verilmesiyle birlikte suni tabanlı militarist eğilimlerin havasının sönüp ortamın giderek yumuşamaya evirildiğinden görebiliyoruz. Malumunuz, Bilgi çağında artık sırf tarım toplumunun düşünce kalıplarıyla bir arpa boyu yol alınamayacağı muhakkak. İlla ki bilgi çağının düşünce kalıplarıyla hareket etmek durumundayız. Ama bu demek değildir ki köklerimizle bağımızı koparıp ruhsuz sırf kuru bilgi donanımıyla çağa damgamızı vurmuş olalım. Bilakis:
-Bundan muradımız o dur ki, hem bilgi donanımızla hem de geleneksel değerlerimizi yaşayarak ve yaşatarak çağa damga vurmuş olalım,
-Bundan dahası muradımız o dur ki, çağlar üzerine sıçramada sırf bilgi donanımıyla değil, işin içine köklü geleneksel değerlerimizi de katarak çağa damgamızı vurmuş olalım,
-Bundan daha ötesi muradımız o dur ki, bilgi çağında Yüce Allah’ın El-Âlim isminin tecellisine (Mutlak Bilginin tecellisine) mazhar olmak iştiyakıyla yanıp tutuşan, aynı zamanda düşünen ve düşündüğünü uygulayabilen bir elde Kur’an ve bir elde bilgisayarıyla çağa damgasını vuracak alperen tipi insan yetiştirmiş olalım.
-En nihayetinde muradımız odur ki, bilimin kaynağı Mutlak bilginin tecellisiyle yoğrulmuş balçıkla ruhun bileşkeni bilge aşkın vuslatla nihayet bulmuş olmasıdır.
İşte bu sıraladığımız tüm bu muradlarımızın aksine bilgi çağında genç beyinlerimizi maneviyattan yoksun bıraktığımızda biliniz ki kendi ellerimizle onları kimlik bunalımının eşiğine sürüklemiş oluruz. Öyle ya, şayet romantizmini yitirmiş batı insanının düştüğü girdaba düşmemek istiyorsak, mutlaka “Bir elde bilgisayar, diğer elde Kur’an’ımız”la çağlara ferman buyurmakta fayda var elbet. Zira balçıkla ruhun karışımı ‘Bilge Âdem’ olmak tüm insanlığa soluk olmayı gerektirir. Örnek mi? İşte Vahyin soluğu Osmanlıda üç kıtada medeniyet olarak mührünü vurmasına ziyadesiyle yetmiş olması bunun en bariz örneğidir. Malum, Osmanlı örneğinin tam aksine Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mana ve ruhundan yoksun toplumların hali ise bilginin objektif ve sübjektif karışımına değil, dış kabına ve cilasına meftunlardır. Oysa bilgi çağında insan bilginin kendisine değil de kompütür aygıtına kapılmakla kendi kendini robotlaşmaya mahkûm etmekte. Baksanıza yapılan araştırmalarda teknolojiye aşırı derecede odaklanılmış ülkelerde maneviyatsızlıktan dolayı ruhi bunalımın had safhalarda olduğu gözlemlenmiştir. Öyle ki böylesi toplumların yaşadığı anla alakaları yoktur dersek yeridir, adeta kalabalıklar içerisinde yalnızdırlar. Tabii hal vaziyet böyle olunca, yalnızlaşan bireyler ya çareyi intihar etmekte bulmakta ya da terör örgütlerinin canlı kalkanı ve bombası olmaktalar. İşte böylesi durumlara meydan vermemek için bilgi çağında bilgi teknolojisinin içerisine mutlaka maneviyatta katmalı ki; kalabalıklar içerisinde insanlar yalnızlaşmasınlar. Aksi halde bilgi çağında ‘Hayır hah topluluklar’ oluşturma düşünce hedefimiz hayalden öte bir anlam ifade etmez.
Evet, Bilgi çağında insan makinenin diline vakıf olduğu kadar ruhunun sesine de kulak vermesi gerekir ki hayatta robotik bir mahlûk olarak değil eşrefi mahlûkat olarak var olduğunun farkına varabilsin. Bakınız Nobel Fizik ödülü kazanmış Pakistanlı Abdus Salam bir konferansta şöyle der; “Umarım sizi bugünün şartlarında birinci sınıf bir bilim olmadan teknoloji olmayacağına inandırabildim. Bazılarımız sanırım teknolojinin tarafsız olduğuna, bilimin ise değer yüklü olduğuna inanırız. Çağdaş bilimin akılcılığa götürdüğüne, hatta dini inkâra götürdüğüne (...) inananlarımız da vardır.” (Abdus Salam, Bilim Aktarımı ve Teknoloji Aktarımı, Fizik Mühendisliği, Cilt.3. Sayı 28 Mart 1984). İşte Pakistanlı Abdus Salam’ın sözlerinden anlaşıldığı üzere bilgi üretecek bilim adamı yetiştirmeden teknolojinin olamayacağını, icabında bu da yetmez üretilen bilimin değer yüklü olması gerektiğine işaret edip, son noktayı şöyle bağlar:
“Çağdaş fiziğin hiçbir buluşu Kur’an’a ters düşmemektedir.” (Bkz. Abdus Salam, idealler ve Gerçekler, Sayfa 40,1992).
Zaten bilgi çağında manevi değerlerimizi de yaşattığımızda biliniz ki bilge insanlarımız karşımıza birer mekanik robot ve ruhsuz akıl hocası olarak çıkmayacaktır. Şayet aksi bir manzarayla karşılaşmak istemiyorsak bilgi çağında mutlaka mekanikleşmeksizin, insan ruhunun susuzluğunu giderecek geleneksel köklü değerlerimizi de işin içine katmamız icap eder. Gerçektende Bilgi çağında son derece iyi yetişmiş bilim ordusu oluşturmakla ancak bilgi çağının en üst seviyelerine çıkmak mümkün olabiliyor, bunun dışında işin sadece edebiyatını yapmış oluruz. Düşünsenize yakın tarihte Demir Perde ülkeleri NATO karşısında bir güç olarak adından söz ettirmişse bunu büyük ölçüde ta Çarlık Rusya döneminde Deli Petro’nun kurduğu bilim akademileri ve teknokrat bilim adamlarından oluşmuş yapıya borçludur. Bu alt yapının etkisi 1957 yılında Sovyetlerin Sputnik’i uzaya attığı tarihe kadar devam edebilmiştir. Hele bilhassa sanayi çağında, yani ikinci dünya savaşı sonrası Sovyetlerin hal vaziyet durumuna baktığımızda ise bu alanda eskisi kadar pek etkili olduğunu göremiyoruz, hiç kuşkusuz bunda komünizmin çok büyük olumsuz dahli vardır.
Şurası muhakkak bilgi çağına ulaşmada bilim akademilerimizin sayısının artırılmasının yanı sıra bilim kadrolarının (bilim ordusu) yetişmesi de çok önem arz eden bir husustur. Maalesef Türkiye olarak bu noktada diğer ülkelere kıyasla üniversite sıralamasında çok gerilerdeyiz. Keza bilim kadrosu bakımdan da öyleyiz. Hatta Pasifik kuşağı ülkelere nispeten durumumuza baktığımızda ise içler acısı tabloyla karşılaşırız. Mesela gelinen noktada Güney Kore’ye bir bakıyorsun 256 üniversite ve 21 araştırma enstitüsüyle dikkatleri üzerine çekmekte. Bu demektir ki dünya ölçeğinde bizim bilgi donanım kapasitemiz 36. sırada bir yerdir. Dahası böylesi bir tablo için gaflet ve dalaletimizin hazin bir göstergesinden başka bir şey değildir dersek yeridir. Neyse ki 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubatın gaflet ve dalaletinin üzerimizdeki açtığı derin yaraların etkisinden kurtuldukta şimdi hemen her ilde üniversite açabilecek kapasiteye erişebilmişiz. Böyle de olması gerekirdi zaten. Çünkü bir zamanlar tüm cihana medeniyet bilinci aşılayan ceddin torunlarıyız biz. Kaldı ki bilim sadece bizim coğrafyamızda bize has ürettiğimiz bir değer değil elbet, bir bakıyorsun Süryani çeviricilerin Yunan kaynaklarını Arapçaya tercüme edip Grek kültürünü bizim topraklara kazandırdıklarını görüyoruz. Böylece tarihin sayfaları bilimin doğu batı buluşmasına şahitlik etmiş olur. Zaten Müberra Dinimiz “İlim Çin’de de olsa alınız” beyan buyurmakta, böylesi bir buluşma gayet tabiidir. Zira Sabit İbn Kurra ve Rabbi Ben Ezra gibi çeviricilerin iklimimize taşıdığı bilgi ve kültür kaynaklarını Arapçadan Avrupa dillerine aktarılmasıyla birlikte, batı kendi Rönesans’ın temellerini atmıştır. Bir başka ifadeyle doğu, batı âlemine Rönesans’ını gerçekleştirmede rehberlik etmiştir. Şayet batı bilim ve kültür hazinelerini kendi dillerine aktarmasalardı bugün batı medeniyetinden söz edemeyecektik. George Sarton haklı olarak; “İslâm olmasaydı Rönesans gerçekleşmezdi” deyip bir gerçeği dile getirmiştir.
Uluslararası arenada hem bilgi almakta hem de bilgi aktarmaktan bulunmaktan durduk yere endişeye kapılmaya hiçte gerek yoktur, tam aksine bize bilim neredeyse orada olmak yaraşır. Kaldı ki küresel çapta bilgi alışverişinde bulunmak ülkemizin yararına sayısız fayda sağlayacaktır. Bakınız Tayvan bilgi toplumu olmak uğruna ABD’ye öğrenci göndermekle aslında değim yerindeyse oralarda 30 bin civarında bilim üssü oluşturduğunu görüyoruz. Hakeza G. Kore’de aynı amaç doğrultusunda 250 bini aşkın yetişmiş bilim adamını ve mühendisini ABD’de bilimsel araştırmalar için seferber ettiğini görüyoruz. Böylece gönderdikleri insanlar ülkelerine döndüklerinde edindikleri bilgileri ülkelerine kazandırmış oluyorlar.
Peki ya, bizde durum vaziyet nasıldır? Nasıl olacak, hele bilhassa 2002 öncesi zihniyet kalıplarımıza baktığımızda o yıllarda yurt dışına öğrenci göndermek sanki suçmuşçasına gidenlerin arkalarından dedikodu kazanı kaynatmışız hep. Yetmemiş birde üstüne üstük gidenleri Batıcılıkla itham etmişiz. Oysa dedikodusunu yapmak yerine genç beyinlerimizi bu işe teşvik ederekten oralara göndermiş olsaydık Türkiye’ye döndüklerinde bilgi teknolojisinin gelişmesine çok büyük katkıları olacaktı. İnşallah bundan böyle umulur ki, tüm bunlardan ders çıkartırız da bir daha o eski zihniyet alışkanlıklarımıza dönmeyiz. Her ne kadar Milli Şef dönemi ve 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz dönemlerinin ağır travmaları artık çok gerilerde kalsa da, bugün de gelinen noktada bilgi çağıyla entegrasyonu sağlayacak yurt dışında öğrenci sayımız pekte arzulanan seviyelere gelmiş sayılmaz. Hiç kuşkusuz bunda YÖK’ün bir zamanlar 28 Şubat zihniyeti kalıplarından palazlanaraktan bilgi çağında bilgi toplumu olma yolunda engelleyici tutum içerisine girmelerinin çok büyük payı vardı elbet. İşte o gün bugündür o yaşadığımız ağır travmalarının yaralarını sarmakla meşgulüz hala. Şayet tam manasıyla yaralarımızı sardığımızda dirilişe geçeceğimiz muhakkak. Öyle ya, ne de olsa statükocu zihniyet tarumar olmuş durumda, şimdi tamda dirilişe geçme vaktidir. Hem nasıl ki Hezarfen Ahmed Çelebi uçuş bilgisine ulaşmak için Galata kulesinden kanatlanmışsa aynen öyle de bizimde tez elden bilgi uğruna kanatlanıp bilgi çağının en üst seviyelerine ulaşmamız gerekir.
Velhasıl-ı kelam; gün bilgi toplumu yolunda seferber olmak günüdür, gün yeni ufuklara kanatlanmak günüdür.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/bilgi-cagi-ve ... ,4556.html
En son alperen tarafından 25 Ara 2020, 07:58 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
GonlumunGulu
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 21
Kayıt: 11 Haz 2008, 23:00
İletişim:

Re: İSLÂM ve EKONOMİ

Mesaj gönderen GonlumunGulu »

Allah razı olsun elllerine sağlık
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

BİLGİ ÜRETİMİ VE İSLÂM

Mesaj gönderen alperen »

BİLGİ ÜRETİMİ VE İSLÂM
SELİM GÜRBÜZER
Asl olan hali hazırda bilgilere konmak değil, asl olan bilgi üretebilme maharetini sergileyebilmek çok mühimdir. Şayet bir yerde bilgi üretilemiyorsa, biliniz ki orada dogma anlayış hâkimdir. Yani ortada tıpkı ideolojilerin dogmalaştığı ortamları aratmayacak şekilde körü körüne hazır bilgileri taklit etmek denen bir vaziyet durum var demektir. Nitekim ideolojilerin ömrü 15-20 yılı geçmemekte. Niye derseniz, sebebi gayet net açık ortada; bilgi dağarcıkları tamamen dogma bilgilerle dolu olduğu içindir elbet. Peki, bu durumda dogma zihniyet ve dolma kafalar elde avuçta tuttukları ideolojileriyle nereye kadar idare edebilirler ki. Deyim yerindeyse bir süre sonra heybelerinde ne var ne yok hafif bir rüzgâr esintisinde savrulup toz duman olacaklardır. Tabii Cemil Meriç’in tabiriyle idraklerine giydirilen deli gömlek ideolojilerle beyinlerini efsunlattırırlarsa akıbetlerinde toz duman olmaları kaçınılmazdır.
Bakınız Siyonizm’le organik bağlantılı İbranice tabirle ittifakın çocukları anlamında “B’nai B’rith” adında bir tarikat tamda bu işler için vardır. Hatta daha çok da Yahudi zihniyetine müsait beyinleri yıkamak için vardır. Öyle ki; bu örgüte girecek bir Yahudi önce Tekris yemini bir törenle ilk beyin yıkama seansına tabii tutularaktan masonluğa girişi sağlanır. Sonrasında adım adım diğer beyin yıkama faaliyetlerinin aşamalarına geçiş yapılır. En nihayetinde ise malum uluslararası arenada ki lobi faaliyetlerinin içinde gizli bir hafiye elemanı olarak kendini bulur. Zaten dünyada ki tüm mason locaları da sistemini “çırak, kalfa ve üstat” derecelendirmesine dayalı hafiyecilik yapılanması üzerine kurmuştur, dolayısıyla karşımıza gizemli bir yapı olarak karşımıza çıkmalarına şaşmamak gerekir. Her ne kadar gizemli olsalar da aslında böylesi bir yapılanma bize pekte yabancı gelmez. Zira tarihi kökleri itibariyle baktığımızda Kitab-ı mukaddesin dışında tamamen Yahudiliğin gizli geleneğinin dışa yansıması diyebileceğimiz “Tradition Orale-Kabbala” örgütlenmesinin ta kendisi dogma bir yapılanma olduğunu görürüz. İlginçtir geleneksel motamot dogma bir yapı olmasına rağmen gelinen noktada bir bakıyorsun dünyanın pek çok ülkelerinde faili meçhul cinayetlerin planlayıcısı ve işleyicisi, hatta iktidarları deviren bir örgüt yapılanması olarak gündem oluşturup adından söz ettirebiliyorlar.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz yakayı böylesi ketum Siyonist ve Masonik örgüt yapılara kaptırıp beyinlerini efsunlattırılanların en son varacakları nokta üst aklın yunmuş yıkanmış militan fedaisi hale gelmek olacaktır. Tıpkı bu Selçuklu’da Hasan Sabbah’ın Alamut kalesinde efsunladığı fedailerin vurucu tim hale gelmesinde ya da 15 Temmuz’da FETÖ elebaşının tâ Pensilvanya’dan oturduğu yerden efsunladığı körpe beyinleri militan hale getirmesinde yaşanılan hain darbe girişiminin aynısı durumdur bu. Dikkat ettiyseniz satır aralarında körpe beyinler dedik. Niye derseniz, bilhassa körpe beyinler efsunlanmaya ve yıkanmaya daha müsait hale gelmeleri kolay olduğu içindir elbet. Hele bir insanın beyni efsunlanmaya bir görsün üst akıl ona ‘hay aklınla bin yaşa’ diye gaz verdiğinde bir anda kendisini üst aklın yılmaz fedaisi olmaya adar bile. Adayıp da ne oluyor, bir noktadan sonra efsunlanan kuş beyinler akıl hocasıyla birlikte aklını karaya oturtacaktır. Öyle ya, onlar kim ötelere açılmak kim. Onlar ancak okyanus ötesinden gelen talimatları sorgulamaksızın uymakla mükellef piyonlardır. Bu yüzden er geç onlar için tufan kaçınılmaz bir akıbettir. Kaldı ki ötelere yelken açarak yol almak öyle Masonik “çırak, kalfa ve üstat” üçlü sacayağı üzerine kurulu gizli yapılar içerisinde aklını peynir ekmekle yiyip efsunlanmayla olmuyor, bilakis Mevlana’ca ‘Ne olursan olsun yine gel’ çağrısıyla her daim kapısını açık tutan dergâhlarda kalbini Allah’ın zikriyle huzura erdirmekle oluyor. Bundan daha da ötesi “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat” mertebelerini bir bir aşmakla oluyor. Madem öyle, aklı efsunlayarak karaya oturtmak yerine vahyin soluğunda ötelere doğru ufuk turuna çıkarmak gerektir.
Malumunuz İslâm’la ideoloji asla bir araya gelemeyecek iki zıt kutuplardır. Şöyle ki; biri ilahi planda öğretidir, diğeri beşeri planda öğretidir. İlla ilahi olan öğretinin isim cismi ideolocya olsun deniliyorsa şu iyi bilinsin ki İslam’ın ideolocyası “Kur’an, Hadis, İcmâ-i ümmet ve Kıyası fukaha” denen Edille-i Şer’iyye ideolocyasından (öğretisinden) başkası değildir. Ki, böylesi bir ideolacya örgüsü bize ziyadesiyle yeter artar da. Öyle ki, Edille-i Şer’iyyeyi oluşturan her bir bilgi ağı örgüsü İslam’ın sırat-ı müstakim ana caddesinden sapmadan ilerlememizi sağladığı gibi her türlü bilgi üretimine yönelik faaliyetlerde ufkumuzu da açmakta. Yeter ki, o engin kaynakları aşkla şevkle okuyup baş tacı edinelim yeni ilave bilgi ağı halkalarının devamı gelir de. Nasıl mı? Edille-i Şer’iyye’den ilham alarak ‘ihsan, maslahat ve örfü’ gibi yeni tali bilgi ağı yollar keşfetmekle elbet. Yeni tali yollar keşfetmek aynı zamanda çağın önümüze koyduğu meselelere açıklık kazandıracak yeni deliller üretmek demektir. Bunun içinde günümüz meselelerinin çözümünde İslam fıkhının bir takım usul ve kaideleri çağın şartlarına göre güncellenmesi icab eder. Ki, fıkhın birinci derecede beslendiği Kur’an ayetleri bile yeri geldiğinde zamanın ruhuna uygun bir şekilde tefsir edilmesine ihtiyaç duyulabiliyor. Zira Kur’an-ı Kerim bir ansiklopedi değil bilakis anayasa hükmünde mukaddes bir kitaptır. Düşünsenize insan aklının ürettiği ülke anayasaları üzerinde bile hukuk adamlarının görüşüne başvurulup her halükarda kafa yorup yorum yapmayı gerektirirken, Allah’ın kelamı Kur’an söz konusu olduğunda üzerinde haydi haydi ilim erbabının görüşüne başvurup çok daha beyin fırtınası yapmayı gerektirir.
Hiç kuşkusuz Kur’an’dan sonra bilgi üretimine yönelik faaliyetlerde ikinci derecede başvurulacak kaynak hadis olacaktır, hadisten sonrasını icmâ-i ümmet, kıyası fukaha, ihsan, maslahat ve örf gibi fıkhı deliller takip edecektir. Tabii bu arada unutmayalım ki, Peygamberimiz (s.a.v) döneminin üzerinden bugüne epey zaman geçip aradaki mesafe uzadıkça ister istemez hadis-i şerifler üzerinde de beyin fırtınası yapmaya ihtiyaç hâsıl olunabiliyor. İşte bu noktada Sahabenin re’yi (görüşü), Tabiûn’un ve Ehlisünnet ulemanın içtihatları Hızır gibi imdadımıza yetişir de. İyi ki böylesine paha biçilmez engin fıkhı kaynaklarımız var da, Ümmet-i Muhammed bu sayede kıyamete dek vahiy ve sünnet pınarından akan nur damlalarından kana kana susuzluğunu giderebiliyor.
Anlaşılan o ki, kitap ve sünnet her devir için açık hüküm içermemekte. Zaten bu işin ruhunda bu var, isteseniz de Kur’an-ı Kerimi durağan hale getirip dogmalaştıramazsınız. Madem İslam dogma bir din değil, hem madem her devrin idrakinin anlayabileceği elastiki özelliğe sahip bir din, o halde her devir insanının idrakini aydınlatacak ulemanın ürettikleri ilmi bilgilerin İslam ümmeti tarafından baş tacı edilmesi son derece gayet tabiidir. Zira ulema olmadan bilgi üretimi gerçekleşemez. Dün nasıl ki medreseler kanalıyla bilgi üretimi gerçekleşmişse, aynen öyle de bu günde gelinen noktada aynı misyonu üniversitelerimiz kanalıyla da pekâlâ yerine getirebilir, neden olmasın ki. Hem üniversiteler bu fonksiyonu icra etmeli ki, her devrin insan idraki nasslardan istifade edebilsin. Dahası üniversiteler sayesinde hüküm çıkarmak ilim adamlarının işi olsun, istifade etmekse bizim işimiz olsun. Malumunuz hüküm çıkarmak her baba yiğidin harcı değil, ilim adamlarının harcıdır elbet. Öyle ki, bilge zatlar adeta okyanustan inci çıkarırcasına olanca gücünü harcayıp ancak öyle hüküm verebilmekteler. Sanıldığın aksine ilim yolunda kılı kırk yarmadan bilgi üretip ortaya hüküm koymak öyle kolay bir iş değil. Bakınız, Rasulullah (s.a.v)’in Yemen’in Cened valiliğine tayin ettiği Muaz b. Cebel’e:
- Gittiğin yerde neyle hükmedeceğine dair bir dizi sorular sorduktan sonra,
Muaz b. Cebel’in bilhassa en son ki dizinimdeki soruya cevaben:
-“Rey’imle içtihat ederim” şeklinde karşılık vermesi İslâm’da bilgi üretimi faaliyetinin ne derece önemli olduğunun göstergesi açısından nokta atış bir cevaptır.
Keza Peygamberimiz (s.a.v)’in yine her defasında ısrarla Muaz b. Cebel’in şahsı üzerinden:
-“Peki ya aradığın hükmü kitap ve sünnette bulamazsan..” şeklinde sual tevdi etmesi ise her hükmün Kur’an ve Hadislerde apaçık bulunamayacağının göstergesi nokta atış bir sorudur.
İşte görüyorsunuz Kur’an ve Hadis kitabı okumakla iş bitmiyor, işin özüne vakıf olmakta lazım gelir. Yukarı da belirttik ya, insan aklından çıkan beşeri kanunlarda bile izahata ihtiyaç duyulurken, İlahi hükümlerde haydi haydi içtihat müessesesine çok daha ihtiyaç duyulur. Bakınız İngiltere’de herhangi bir yazılı bir kanuna ihtiyaç duymaksızın orada hukuk adamına örf ve âdetini açıklayan makam gözüyle bakılır. Fransa, Almanya, İsviçre ve Türkiye gibi yazılı kanunların bulunduğu ülkelerde ise hukuk ilkelerine açıklık getiren hukuk hâkimi söz konusudur. İşte bu tesbitlerden hareketle nasıl ki, insanoğlu tarafından hazırlanan yazılı ya da yazılmamış örfü kanunların açıklığa kavuşturulmasına yönelik bir dizi muhatap makam gerektiriyorsa, aynen öylede Kur’an ve Hadis külliyatımızın (nasslarımızın) açıklık kazanması için de “Ehl-i hal ve’l-Akd” zümresine ihtiyaç vardır. Hiç kuşkusuz bu ihtiyacı karşılayacak makam ulema ve ümera heyetidir. Zira bu makamda bulunan Ehl-i hal ve’l-Akd zümresinin her bir ferdi nassların inceliğine vakıf olduklarından içtihat için başvurulacak birinci derecede danışma heyetidirler. Bakınız Osmanlı döneminde Süleyman Kanunnameleri hazırlandığında o günün ulema ve ümera makamını temsil eden “Ehl-i hal ve’l-Akd” danışma heyetinin fikrine başvurulmuştur. Yani bu üst kurulun görüş ve düşünceleri istikametinde kanunname ve nizamnameler oluşturulmuştur. Derken zaman içerisinde örf hukuku doğmuştur. Hiç kuşkusuz bu hukukun oluşumunda en büyük pay sahibi ulema ve ümeradır. Kelimenin tam anlamıyla bu ilim şerefi onlara ait şeref bir nişandır. Bize ise onlar hakkında ‘Ne mutlu nişanı bin nişan olanlara’ demek düşer.
Şurası muhakkak her izaha muhtaç mesele ayın zamanda toplumun alışılmış kalıplarından sıyrılması ve kopuşu demek olacağından içtihat yapmayı ve bilgi üretimi faaliyetini zorunlu kılmaktadır. Yeter ki, her devirde nasslardan hüküm çıkarabilecek işin ehli ilmiyle amil bilge şahsiyetler yetiştirilsin bak o zaman aydınlık yarınlar bizim için doğar da. Aksi takdirde ilim adamlarından yoksun toplumu cahil cühela takımı aydınlatmaya kalkışacaktır. Şurası muhakkak gerçek ilim sahibi zatlar nasslardan hüküm çıkarırken içinde yaşanılan devrin şartlarını da göz önünde bulundurarak hüküm çıkarmaktalar. Zira İslam işi zorlaştırmak için değil kolay kılmak için vardır. Tabii yükte hafif pahada ağır bir deryayı umman böylesi bir Müberra dine mensub olunca da beşeri hayat bir anda çile olmaktan çıkabiliyor. Bunda hiç kuşkusuz en büyük pay sahibi içtihatlarıyla ümmetin sıkıntısını gideren ilmiyle amil Rabbani âlimlerden başkası değildir. Nitekim Allah Resulü bu hususta “Kim bir müminin sıkıntısını giderir sevindirirse Allahta kıyamette onun bir büyük sıkıntısını giderir” buyurmaktadır. İşte bu hadis-i şerifin sırrınca ne mutlu onlara ki çağları aydınlatıp ışık oluyorlar. Her ne kadar İslam tarihinde bilhassa XII. asır içtihat kapısı kapandı kapanmadı tartışmaları eşliğinde geçse de bu tür tartışmalar İslam'ın bilgi üretimini teşvik yönündeki öğretilerine asla gölge düşürmeyecektir.
Bu arada unutmayalım ki, İslam’da bilgi üretmek demek felsefe yapmak manasına bir faaliyet değildir. Bikere İslam beşeri kelam değil ki felsefe yapmış olsun. Bakmayın siz öyle Batı dünyasının akla abartılı bir şekilde olağan üstü misyon yükleyip ürettikleri ideoloji ve felsefeyle övünmelerine, onlar kuru mantık oyunu felsefeleriyle övüne dursunlar, şu iyi bilinsin ki bizim açımızdan bize ışık feneri olacak en büyük kaynak vahiy ve hadistir. İşte Batı ile Doğuyu ayıran en belirgin fark budur. Birinde vahyin öncülüğünde asrın meselelerine çare olmak vardır, diğerinde ise kuru mantık çerçevesinde olayları çözme eğilimi söz konusudur. Eeeh vahiyden yoksun felsefi akımlara kapılanlar bu durumda ne yapabilirler ki, Vahye inanmayanlar ister istemez idraklerine giydirilen deli gömlek ideolojilerin peşinden koşacaklardır elbet. Malum yukarıda da belirttiğimiz gibi Batı aklı bu ya, peşinden koştukları her bir ideolojinin ömür yaşına bir bakıyorsun 15-20 seneyi geçmemekte. Ne acıdır ki bu gerçeğe rağmen hala ideolojilerin peşinden koşmakta ısrarlılar, oysa vahyin soluğundan yoksun 15-20 senelik ömrü olan akımlara kapılanları varacağı en son nokta kör kuyuda debelenmek olacaktır. O gün gelip çattığında geriye dönüp baktıklarında ‘Ah kafam vah kafam, bunca zamanı boşa geçirmişiz’ deyip bin pişman olacaklar ama iş işten geçmiş olacaktır. Hani körle yatan şaşı kalkar derler ya, aynen öyle de vahye teslim olmayanların akıbetinin kör kuyuya düşmesi kaçınılmazdır. Kör kuyudan çıkmak ancak kutsal olana dönüş yapmakla mümkün. Zira insan ruhunun susuzluğunu giderecek olan iksir ancak vahyin soluğunda mevcut. İyi ki de ışık kaynağımız Kur’an-ı Kerim var, bu sayede dipsiz kuyuya düşmekten kendimizi kurtarabiliyoruz.
Vahye karşı olanlar her devirde olacaktır, bu kaçınılmazdır. Elması olan ağaç taşlanır çünkü. Ancak elmaların zayi olmaması içinde sürekli bilgi üretimini diri tutmak gerekir. İcabında bu da yetmez gerektiğinde “Düşmanın silahıyla silahlanın” hükmünden hareketle çağın bilişim teknolojik bilgilerine de vakıf olmak gerekir. Dahası her halükarda “Bilgi üretme! Üretene de fırsat verme!” orta çağ zihniyetine geçit vermemiz icab eder. Allah korusun statükoculuğa geçit verirsek, bir kez daha yasakçı zihniyetlerin egemen olduğu dönemlerin kör kuyusuna geri dönüş yapmış oluruz. Hele o dönemleri yaşayanlar çok iyi bilir ki, görünüşüne bakarak sanırdık ki stataküocu ve yasakçı zihniyet son derece modern son derece çağdaş son derece ileri görüşlü bir zihniyettir. Birde bunun tam aksine yine görünüşüne bakarak sanırdık ki kökleriyle barışık aynı zamanda yeniliğe açık muhafazakâr kesim de çağın gerisinde irticacı bir zihniyettir. Oysa her iki durumda da bu tür sanmalar ve yanılgılar bu ülkede gerçek anlamda kökü mazide atiyiz kodlarında ilim adamının yetişememesini de beraberinde getirmiştir. Yetişmeyince de malum bizde ilim adamı yetişmiyor serzenişiyle daha sıkça karşılaşır olduk.
Evet, maalesef bu tür serzenişler tarihin her devrinde görülen aynı kısır döngünün birer fotoğraf kareleri olarak karşımıza çıkabiliyor. Oysa Müberra dinimiz bilgi üretimi içtihatta bulunmayı irşâd vasıtası olarak görmekte. Yeter ki, bilgi üretene fırsat tanınsın böyle çabalar baş tacı edilir de. Bakınız Peygamberimiz (s.a.v) içtihadında yanılana bir sevap, içtihadında tam isabet edene iki sevap müjdelemiş bile. Hadis-i şeriften de anlaşılan o ki, Ümmet-i Muhammed’in her an karşı karşıya kalabileceği müşküllerin giderilmesi için bilgi üretimine teşvik vardır. Madem öyle; Müslümanların her an karşılaşacakları pek çok meseleler karşısında:
“-Kitap
-Sünnet
-İcma-i ümmet
-Kıyas-ı fukaha” delillerimizin mana ve ruhuna uygun yeni bilgiler üretmek olmalıdır. Buna mecburuz da. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v)’in uygulamalarına baktığımızda bizatihi fikir beyan etmeye teşvik ettiği gibi ashabına huzurunda ve gıyabında içtihat yapmasına da müsaade etmiştir. Sadece o dönemde Resulullah (s.a.v)’in bilgisi dışında O’nun tasdikine sunmaksızın fikir yürütmek hoş karşılanmamıştır. Hoş karşılanmaması da gayet tabiidir. Zira her şeyin bir yolu yordamı olduğu gibi fikir teatinde bulunurken de yol yordam söz konusudur. Hani Arifler der ya “Âlimin yanında dilini, evliyanın yanında kalbini sağlam tut” diye, aynen öyle de bilge şahsiyetlerin huzurunda ya da gıyabında had hudut neyi gerektiriyorsa bize de bu noktada haddimizi hududumuzu bilmek düşer. Anlaşılan İslâm’da fikir teatinde ve bilgi üretimi faaliyetinde bulunmak kadar bu işin adabını usulünü ve yol yordamını bilmekte çok mühimdir. İşte bu nedenledir ki İsmail Çetin Hoca yazdığı kitabının adına “Edeble varış Lütufla dönüş” ismini koymaktan kendini alamamıştır. Hele bilhassa fizik ötesi bilgi âlemine edeple varmalı ki, lütufla dönüş olabilsin.
İSLÂM HAYATIN BÜTÜNÜNÜ BİLGİLENDİRİR
Bir an yol yordam nedir adap usul nedir bilincinden yoksun meclislerin halini tahayyül ettiğimizi düşleyelim. Hiç kuşkusuz bu düşleyeceğimiz tahayyül aslında gerçek hayatın tâ kendisi de. Nitekim öyle hayaller vardır ki saman alevi gibidir yanmasıyla sönmesi bir olur, öyle hayallerde vardır ki kızıl elma gibidir, tıpkı nazlı ceylan misali yaklaştıkça uzaklaşan, uzaklaştıkça da yakınlaşan biricik sevda ülküsüdür bu. İşte bu noktada gerçek hayatta da bizim tercihimiz bir anda saman alevi gibi sönmeyen ülkümüz Kızılelma’dan yana olacaktır elbet. Zira Müslüman’ın kızıl elması vuslattır. Madem öyle, vuslata giden yolda adap usul erkân üzere hareket etmek gerekir ki, şeytanın ilahi huzurda düştüğü gayya çukuruna düşenlerden olmayalım.
Değil midir ki şeytan huzurda kendince çokbilmişlik taslayıp edebe mugayir kıyasta bulundu, işte onun bu edebe mugayirliği bir anda huzurdan kovulmasına ziyadesiyle yetmiştir.
Değil midir ki şeytan “Âdem topraktan, ben ateşten secde etmem” kıyasında bulundu ebediyen nar-ı cehennemde kalma cezasına çarptırılmasına yetmiştir.
İşte görüyorsunuz şeytanın ilahi huzurdan gayya kuyusuna düşüşünden bilhassa tüm inananların alması gereken pek çok ibretlik dersler vardır. İbret alındığında mümin kula yaraşanın bilgelik taslamak değil tam aksine boyun bükmenin yaraştığı görülecektir. Zira Huzura öyle edeble varmalı ki huzurdan lütufla dönüş yapıp vuslat hâsıl olabilsin. Hiç kuşkusuz şeytanın bilgeliği meleklerin kat be kat üstünde bir mevkiiydi, ama gel gör ki yol yordam, edep ve adab olmadan bilgelik neye yarar ki. Madem ders çıkartmaktan söz ettik, o halde bizim buradan çıkaracağımız ders hangi konumda olursak olalım ya da hangi ihtisas alanında bilge sahibi olursak olalım mutlaka konumumuzu ve bilgeliğimizi adabla taçlandırmamız gerekir. Aynı durum ehl-i sünnet âlimleri içinde geçerlidir. Nitekim ehl-i sünnet yolunda âlim olmak haddini hududunu bilmeyi gerektirir, yani had hududdan yoksun bilgi üretimi faaliyetinde bulunulduğunda, o tahsil edilen ilim hiçbir işe yaramayacaktır. Anlaşılan had hududu bilmek kaydıyla âlimlerin ilmini ve bilgeliğini ortaya koyması güzeldir. Bakınız Ashab-ı Kiram, Rasûlullah (s.a.v)’in huzurunda görüş bildirmesine bildirmişler ama had hudutlarını aşmaksızın hemen her şeyi adab, usul ve erkânın çerçevesinde görüşlerini ortaya koymuşlardır. Öyle ki, Peygamberimiz (s.a.v) Müslümanları namaza nasıl davet edileceği hususunu ashabının görüşüne sunduğunda sahabeler son derece adabı usulünce kendi görüşlerini ortaya koyma erdemliliğini göstermişlerdir. Derken tüm görüşler müzakere edildikten sonra Abdullah bin Zeyd’in rüyada gördüğü Ezan-ı Muhammedi’ye de karar kılınır. Böylece Ezan, ilk olarak Bilal-i Habeş’in o güzel sesinden okuyuşla birlikte o gün bugündür minarelerimizde yankılanan Tevhid meşalemiz olur da.
Peki, her şey iyi hoşta Rasulullah (s.a.v) dar-ül bekaya intikal ettikten sonra bilgi üretimi faaliyeti hangi mecrada ilerledi dendiğinde hiç kuşku yoktur ki kitap ve sünnette açık hüküm yoksa bu kez sahabe içtihadı devreye girerek ilerlemiştir elbet. Tabii sahabe içtihadı derken sahabenin hepsi değil elbet, bikere Rasûlullah (s.a.v)’i gören tüm sahabe sayısı yüz kırk bindi, fakat hüküm vaaz verebilecek istidada sahip sahabe sayısı yüz otuz kadardı. İşte bu hüküm vaaz veren sahabe sayesinde bilgi üretimi hız kazanmıştır. Öyle ki, Allah Resulünün ahrete intikaliyle birlikte ilk dört halife döneminde karşılaşılan her yeni meselede öncelikle kitap ve sünnete göre hareket edilmiş, şayet meselenin çözümü kitap ve sünnette bulunamadıysa kendi aralarında istişare ederek üstesinden gelinmeye çalışılmış, yok eğer istişareden de bir netice çıkarılmadıysa en nihayetinde kendi rey’leriyle hüküm vermişlerdir. Nitekim Hz. Ömer (r.anh)’ın bu hususta Kâdì Şûreyh’aya: “Kitaptan açıkça anlayabildiğinle hükmet, şayet kitabın tamamını bilemezsen, Resulullah’ın hükmettiğiyle hükmet, bunun hepsini bilemezsen doğru yolda olan alimlerin kazaları ile hükmet, bunların da tümünü bilemezsen rey’inle içtihat et, alim ve Salih kişilerle de istişare eyle..” şeklinde tavsiyelerde bulunması bunun apaçık teyididir.
Evet, İslam’da istişarenin önemi çok büyüktür. Ama gel gör ki günümüzde istişare hak getire, artık kraldan çok kral kesilerekten hiç kimseye sorma tenezzülünde bile bulunmayı kendine zül addeden o kadar etrafımızda aklı evvel adamlar türedi ki, bu tipler kolay kolay iflah olmaz da. Nasıl iflah olsunlar ki, bikere tâ baştan kendi akıllarını yanılmaz rehber kılmışlardır, bu yüzden dışa karşı hep sağırdırlar. Hele bir insan benlik davası gütmeye görsün gözü kendisinden başkasını görmez de. Aslında bu kendi kendini kandırmanın bir başka tezahürü diyebileceğimiz şeytanın aldatmasından başka bir şey değildir. En iyisi mi biz bu tür aldatan ve aldananların meclislerinden bulunmak yerine her daim feraset sahibi ve şeytanın hilelerine karşı uyanık olanların meclislerinde yer almakta fayda var. Hem kaldı ki böylesi burnundan kıl aldırmayıp da kendini yanılmaz rehber görenlerden kim ne bulmuş ki biz de bulalım. Malum ehl-i sünnet yolunda evla olan kendi bildiğini okumak değil danışarak yol almak esastır. Doğrusu da budur zaten. Belli ki atalarımız bu doğrultuda gelecek nesillere “Danışan dağları aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış” şeklinde öğüt verirken laf ola beri gele olsun babından bu sözü söylememişler, bilakis her konuda kendi başına ahkâm kesenlerin akıbetlerinin çıkmaz sokaklara dalaraktan istikametlerini kaybedeceklerine vurgu yapmışlardır. Öyle ya, ilmiyle amil âlimlerin eşiğine varmak ve onların ilim meclislerinde istifade etmek varken kendi başına pusulasız bir yolda kayıplara karışmak niye? Kaldı ki, İmam-ı Azam, İmam Şafi, İmam Hanbelî ve İmam Malik gibi mezheb imamlarımız bile ilim yolunda tek başlarına yola çıkmış değillerdir. Ki, bilgi üretim faaliyetinde ilerleme ancak bir bilenle kat edilebiliyor. Bakınız İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin ilim yolunda beslendiği kaynak ‘Hammad b. Ebu Süleyman’dır, İmam Şafii’nin ‘İmam Malik’ ve ‘Muhammed b. Hasen’dir. İlim yolunda İmam Malik’in rehberi ise malum Medineli yedi fakihin yetiştirdiği ‘Nafi, Zühri, Ebü’z-zinad, Rebiatürre’y ve Yahya b. Said’ gibi mümtaz kaynak şahsiyetlerdir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var mezheb imamlarının da birbirlerine ışık olmuşluğu söz konusudur. Nasıl mı? Mesela İmam Şafii’nin feyizlendiği Muhammed b. Hasen bizatihi İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin rahle-i tedrisatından geçmiş bir zattır. Keza Ahmed b. Hanbel’de uzun süre İmam Şafii'ye talebelik etmiş bir zattır. İşte bundan dolayıdır ki o’nu Şafii âlimi olarak addedenlerde olmuştur. Her neyse asıl bizi ilgilendiren husus bilgi üretimi yolunda bilge şahsiyetlerle bağ kurmak çok mühim husustur. Bağ kurmaya mecburuz da. Zira Onların rahle-i tedrisatından geçmeden kendi kendine yol alınmıyor. Öyle ya, İmam-ı Azam gibi büyük bir âlim zat gökten zembille inmediğine göre, demek ki bu işin yol yordamı bir bilenle yol almakmış. Hani büyüklerimiz kendinden sonra ki kuşaklara: “ Ey oğul! Ya âlim olacaksın ya da âlimin eşiğine yüz süreceksin, asla üçüncü durumda olmayacaksın” şeklinde habire öğüt verirler ya hep, aynen öyle de körle yatan şaşı kalkar misali üçüncü konumda olmamak gerekir. Mutlaka ilmiyle amil âlimlerin meclislerinden bulunup icazet aldıkları ilimlerin feyiz ve bereketinden istifade etmek gerekir. Aksi halde yolda tek başına yürüyeyim derken işin sonunda yakayı haramilere kaptırıp kurda kuş yem olmakta vardır. Malumunuz eskiden kervanların yolunu kesen haremiler vardı, günümüzde de haramilerin boşalttığı alanı artık insanı sırat-ı müstakim yolunda alıkoyacak hırsız fenerleri doldurmuştur. Anlaşılan dünün haramisiyle bugünün haramisi aynıdır, sadece şekil bakımdan değişikliğe uğramıştır, öyle ki birinde yoldan geçen kervanın malını mülkünü gasp etmek vardır diğerinde ise hakikat yolu arayışına koyulanların aklını ve ruhunu çelmek vardır. Bilhassa ikinci tür haramilikte insanlığı habire yalanlarla, dolanlarla ruhunu çalmak şeklinde yöntem uygulanmakta. İşte bu noktada insanlık sürekli yalan makineleriyle dolandırıldıkça bir bakmışsın insanlık ruhunu kaybeder duruma düşebiliyor. Derken insan ruhunda aşınmalar beraberinde cehalet ortamının koyulaşmasını getiriyor. Düşünsenize öyle bir haldeyiz ki, artık haramilerin kuşatması altında gözümüz artık hakiki bilge şahsiyetleri de görmez olduk durumdayız. Yine de her şeye rağmen bu toz duman içerisinde dirilişe geçip yılmadan, bıkmadan, usanmadan hak ve hakikat arayışında durmak yok yola devam etmemiz icab eder. Elbette ki, yılgınlığa kapılmaksızın yola devam noktasında Devlet Başkanı ve yöneticileri de buna dâhildir. Hatta bizlerden ziyade devlet erkânının çok daha ihtiyacı var dersek yeridir. Zira devlet erkânı ilmiyle amil bilge şahsiyetlerin kapısını sürekli olarak aşındırmalı ki hak ve hakikat yolunda heyecanını yitirmesinler. Ki, eşiğini aşındıracakları kapı sıradan bir kapı değil, bilakis hak ve hakikat kapısıdır. Hak ve hakikat kapısı olduğu şundan besbelli ki, İslam tarihine şöyle bir baktığımızda uluorta öyle gereksiz bir şekilde kolay kolay Padişahların ayağına gitmediklerini görürüz, onlarda gayet iyi biliyorlardı ki gittiklerinde ilim ayağa düşmüş olacaktır. Zaten adab usul âlimin değil, Devlet başkanının ilim sahibinin eşiğini aşındırması uygundur. Nitekim bu hususta Resulullah (s.a.v) şöyle ferman buyurmuşlardır: “Devlet reislerinin en iyisi âlimlerin yanına giden, âlimlerin en kötüsü de devlet reislerinin yanına gidendir.”
İşte hadis-i şerifin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere, bir insan Devlet Başkanı veya Devlet yöneticisi de olsa hiç fark etmez âlimin eşiğini aşındırması gerekir. Örnek mi? İşte Yavuz Sultan Selim’in kaftanına bir âlimin atının ayağından üzerine sıçrayan çamur karşısında kaftanını muhafaza altına alması, âlime olan hürmetin en çarpıcı örneğini teşkil eder. Belki denilebilir ki; Kur’an ve Hadis varken âlime ne gerek var ki. Bikere Kur’an ayetleri ayrıntılar üzerine kodlanmış ansiklobedik bir kitap değil ki âlime ne gerek var densin, bilakis başlı başına anayasa hükmünde mukaddes bir kitaptır. Kur’an dili başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere sırasıyla Sahabe, Tabiûn ve Rabbani âlimlerin ilmiyle amil yaşayışları doğrultusunda anlam kazanmakta. Mesela; Kur’an’da “Namaz kılınız” emri vardır, ama nasıl namaz kılınacağına dair teferruat bulamazsınız. Bu tip ayrıntıları ancak Peygamberimiz (s.a.v)’in sözlerinden ve uygulamasından öğrenebiliyoruz. Zaten Kur’an-ı Kerim ayrıntı içeren bir kitap olsaydı fikirsizlikten her tarafı monotonluk kaplayacaktı. İşte başta Resulullah (s.a.v) olmak üzere Ashab-ı kiram ve onların izini iz süren ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimler bunun için vardır. Dahası ümmetin karşılaşacağı her meselede hüküm vermek için varlardır. Dikkat edin Kur’an ayetleri nazil olduğunda ilk inen vahiy ayetler inançla alakalıdır. Sebebi gayet açık; inanç şüphe kaldırmayacağından ilk atılan temeller inançla donatılmıştır. Tabii maksat hâsıl olunca bu kez atılan temellerin üzerine bina kurulmasına yönelik İslam’ın ikinci evresinde sosyal hayatta karşılaşılabilecek şer’i ayetler nüzul olmuştur. Yani bu evrede miras, evlenme, boşanma, zina, cinayet, savaş, barış ve hırsızlık gibi ayetler nüzul olmuştur. Dolayısıyla Kur’an nedir sorulduğunda cevaben deriz ki hiç şüphe kaldırmayacak derecede hem itikadı kitabımızdır hem de sosyal hayatın her alanında ne yapmamız gerektiğini ferman buyuran kelam-ı kadimimizdir. Böylece verilecek bu cevaptan muradımızın İslâm’ın boşluğa inmediğini, bilakis tüm âlemleri ve insanlığı kuşatan bir kitap olduğunu dile getirmiş oluruz. Dile getirmek durumundayız da. Çünkü tabiat boşluk kabul etmezken nasıl olurda sosyal hayat boşluk kabul etsin ki. Mutlaka sosyal hayatımızı Vahyin soluğunda tanzim etmemiz gerekir ki, kendi kendimizi bir boşluk anımızda uçuruma sürüklemiş olmayalım. Kaldı ki insanın gönül dünyası ve kalbi de boşluk kabul etmez. İşte insanın tüm yaratılmış mahlûkattan farkı tam da bu noktada gizlidir. Nitekim Yüce Allah’ın beyan buyurduğu üzere insan kalbi “Ben hiçbir yere sığmam mü’min kulumun kalbine sığarım” hükmün tecelli ettiği deryayı umman bir âlemdir. Ve böylesi bir kalb-i âleme sahip insanoğlu kalbin sahibi Allah’a kendini adadığında Yüce Allah’ın 99 isminin tecellisiyle bilgi üretimi için çaba sarf edip sorumluluk üstlenir de. Düşünsenize dağ, taş, tüm mahlûkat bu sorumluluğu üstlenmekten kaçınırken insanoğlu Allah’ın isimlerinin tecellisine muhatap olduğunda, yani o isimlerin etkisiyle sorumluluk altına girebiliyor. Zaten bilgi üretimi faaliyeti de sorumluluk üstlenmeyi gerektirir. Yeter ki, insan sorumluluk noktasında zihnini akl-ı selimle taçlandırsın, kalbini de Allah’ın zikriyle huzura erdirsin bak o zaman ötelere yol alır da.
Evet, bir kez daha söylemekte fayda var, realite asla boşluk kabul etmez, bu yüzden her kim ki İslâm’ı sosyal hayattan ayrı tutmaya kalkışır bilsin ki bu akla ziyan bir tavır olur. Malumunuz Batıda “Sezar’ın hakkı Sezar’a, İsa’nın hakkı İsa’ya” anlayışı hâkimdir. Hiç kuşkusuz böyle bir anlayış dinin sosyal hayattan kovulmasına yönelik bir yaklaşımdır. Bizde böyle bir yaklaşıma asla prim verilmez. Tam aksine Müberra Dinimizi hayatımızın her karesinde ne yapmamız gerektiğini bilgilendiren kaynak olarak tasdik ettiğimiz gibi aynı zamanda hayat biçimi ve tarzımız olarak uygularız da. İslam’ı bu yüzden sosyal hayattan asla ayrı düşünmeyiz. Hem kaldı ki Müberra Dinimiz sadece vicdanlara değil sosyal hayatın her alanına ferman eylemekte. Madem öyle, ferman başım gözüm üstüne demek düşer bize.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/bilgi-uretimi ... ,4500.html
Cevapla

“Makaleler” sayfasına dön