AKŞEMSEDDİN VE FATİH
Moderatörler: ucharfbesnokta, Ertugrul
AKŞEMSEDDİN VE FATİH
AKŞEMSEDDİN VE FATİH
ALPEREN GÜRBÜZER
Asıl adı Şeyh Mehmed Şemseddin bin Hamza olan Akşemseddin Hz.leri Şam’da doğdu. Kendisi Şeyh Şihâbüddin Sühreverdî (k.s)’ın torunu olup baba tarafından nesebi Hz. Ebu Bekir (r.a)’a dayanır. Yedi yaşına girdiğinde babası Şeyh Hamza'yla birlikte Amasya’ya bağlı Kavak nahiyesine yerleşip İslami ilimleri burada tahsil eder. Sonrasında Osmancık müderrisliğine getirilir. Yaş yirmi beş dediğinde içini ününü duyduğu Hacı Bayram Veli’ye intisap etme arzusu kaplar. Ancak intisap için yola koyulduğunda böylesi bir zatın kapı kapı, dükkân dükkân dolaşıp sofileriyle birlikte yardım topladığını görünce bir anda dilencilik yaptığı zannıyla biat etmekten vazgeçecektir. Oysa kapı kapı dolaşma ihtiyaç sahiplerin ihtiyacını gidermeye yönelik dolaşmaydı. Belli ki Akşemseddin bir imtihanın eşiğinde olduğunu fark edemiyordu, bu yüzden yönünü Halep’teki Şeyh Zeynüddin el-Hafi’ye doğru çevirecektir. Fakat evdeki hesap çarşıya uymayacaktır. Çünkü Halep’e varıp rüya âlemine daldığında kendini kendinden alacak bir hadise ile karşılaşır. Öyle ki rüyada zincir halkasının bir ucu kendi boynuna takılmış halde, diğer ucunun da Hacı Bayram’ın elinde olduğu gösterilir. İşte boynuna geçirilmiş kement zincirle Ankara’ya sürüklenişini gördüğü bu rüya aklını başına getirmeye yeter artar da. Nasıl aklını başına getirmesin ki, bikere verilen mesaj gayet net ve açık; tasavvuf yolunda nasibi Halep değil, Ankara’ymış meğer. Derken verilen bu mesaj gereği önce Osmancık’a uğrar sonrasında ver elini Ankara deyip Hacı Bayram Veli'nin zincirine tutunacaktır. İyi ki de rüya âleminde gördüğü zincire tutunmuş, bu sayede seyr-i sülukunu tamamlayıp halifelik alır da. Sadece halifelik mi, hiç şüphe yoktur ki Hacı Bayram-ı Veli’nin vefatıyla birlikte irşada koyulduğunda İstanbul’un manevi Fatih’i olur da. Dahası İstanbul’un fethi öncesinde payitahta fikriyle ve zikiyle rehber olup sonrasında fethin gerçekleşmesiyle büyük bir zat olduğu tescillenmiş olur.
Elbette ki böylesi rehbere can kurban, Fatih Sultan Mehmed’in Fetih hayali öteden beri düşlediği sevdadır. Zira bu konuyu istişare heyetine sunduğunda ekser hazırun: “Beni Asfar'la yapılan savaş sonrası Mehdi’nin himmetiyle İstanbul’un feth olunacağını, bundan dolayı İstanbul’u kuşatılması sevdasından vazgeçilmesi” yönünde ortak kanaat belirtirken, Akşemseddin Hz.leri ise tam aksine “Önce İstanbul’u Sultan Mehmet fetheder, Mehdi’nin fethinin bu hadiselerden sonra zuhur edeceği” yönünde bir fikir beyan edecektir. Dedik ya Fatih Sultan Mehmed’in canına minnet tam da istediği türden fikirdi bu. Ve bu fikir kendisine ilaç gibi gelir de. Ancak İstanbul’u kuşatmaya başlayalı ellinci gün olmuştu ki hala fethediliyor olamaması üzerine bir kısım devlet ricali durumdan vazife çıkarıp padişaha sitemlerini şöyle dile getirirler: “ Bakın, bir sofinin sözüyle sefer eyleyip bu kadar asker zayi oldu, bunca hazine telef oldu. Şimdi Avrupa’dan kâfire yardım geldi, fetih ümidi artık kalmamıştır.”
Onlar sitem ede dursunlar, hakiki Devletlû padişah odur ki; inandığı dava uğruna en zor anlarında bile kararından vazgeçmemesidir. Zaten Peygamber müjdesine mazhar olmuş Fatih’e de bu duruş yakışırdı. Derhal veziri Veliyüddin Ahmed Paşa vasıtasıyla Akşeyh’e şöyle haber salar da: “Kal’a feth olmak, düşman ordusuna zafer bulmak ümidi var mıdır?” Tabii Akşemseddin’den gelen cevap manidardır, yani ‘bunca müslüman ve gaziler yılmadan usanmadan kâfir kalesine hücum ederse İnşallah feth olacaktır, yeter ki biraz sabr ola’ der. Ancak genç yaşta padişah olmak bu ya, Fatihin delikanlılık kanı kaynadıkça sabredemez. Hele içi alev alev fetih aşkıyla yandıkça tekrar dayanamayıp veziri vasıtasıyla bu kez “Tayin vakit eylesin” ricasında bulunur bile.
Tabii ki Akşeyh bu ricasına kayıtsız kalmaz. Rabıtaya dalıp ötelerden aldığı işaretle: “ Rebiül evvel ayının 20. günü seher vaktinde Sıddık'ı himmetle filan canibden yürüyüş eylesinler. Ol gün feth ola” müjdesini verdiği gibi en nihai kat’ı müjde sözlerini şöyle beyan eder: “Yarın şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Hüda ile babı zafer feth olup ezan sedası ile sur’un içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar.”
İşte Fatih aldığı bu mesajlar doğrultusunda ordusunun başına geçip karadan gemileri Haliç’e yürütecek derecede sabahın ilk ışıklarında fethe doğru ilerlerken Akşemseddin’de kimselerin yanında olmadığı bir çadırda Peygamberimizin müjdelediği fetih için dua ve niyazda bulunarak manevi gayret sarf edecektir. Gerçektende tayin edilen vakitte fetih vuku bulur da. Öğlen vakti olduğunda Fatih ve Akşeyh şehre atbaşı beraber gireceklerdir. İlginçtir Topkapı’dan beraber girdiklerinde Bizans halkı Akşemseddin’i padişah sanıp çiçekleri ona uzatırlar. Akşeyh bu durumda Fatih’i işaret edip “gidiniz çiçekleri o’na veriniz” der. Fatih ise “Her ne kadar padişah bensem de o’da şehrin manevi fatihi ve aynı zamanda Hocamdır. Çiçekleri o’na verin” deyip mütevazı bir duruş sergiler.
Evet, Sultan Mehmed’i ‘Fatih’ yapan en belirgin özelliği işte böylesi bir ruh seciyesine sahip olmasıdır. Nitekim Ayasofya’ya girdiğinde Patriğe şu fermanla çağrıda bulunacaktır: “Ayağa kalk! Ben Fatih Sultan Mehmed olarak sana ve arkadaşlarına vaadim odur ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız hususunda, ne de hürriyetiniz hususunda endişeye kapılınız. Asla korkmayınız.” İşte böylesi bir çağrıyla bir anda Bizans halkının teveccühünü kazandığı gibi tüm insanlığa özgürlük dersi vermiş olur da.
Peki, Fatih Sultan Mehmet özgürlük dersi vermekle Bizans halkı üzerinde etki alanı oluştururken Müslim tebaa üzerinde nasıl bir etki oluşturur? Hiç kuşkusuz beyaz at üzerinde Ayasofya’ya doğru ilerlerken o Yüce Peygamberin beyan buyurduğu; “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. Onu fetheden ne güzel kumandan ve onu fetheden ne güzel askerdir” hadis-i şerifin şükrünü eda etmekle etkileyecektir. Öyle ki bu şükrün gereği üç gün içerisinde Ayasofya camiye dönüşür bile. Nasıl mı? Akşemseddin Hz.lerinin önderliğinde ilk cuma hutbesinin okunup cuma namazının eda edilmesiyle elbet. Dile kolay, Fatih Sultan Mehmed Ayasofya’nın kiliseden camiye çevriliş talimatını ordusunda ki ustalara verdiğinde ustalar kısa zamanda gereğini yapıp sıra Cuma namazını kim kıldıracağı hususuna gelindiğinde ömrü hayatında bir kez olsun ikindi namazının sünnetini kaçırmamış olması hasebiyle imamlığa kendisi geçecektir. Fatih imamlığa geçti geçmesine ama ilk tekbirle namaza giriş yapamayacaktır. Tâ ki, Akşemseddin’in maneviyatta şahit olduğu Hızır (a.s) arka safta eksik kalan bir kişilik yerde saf tutmaya ramak kala parmağını direğe sokar işte o an ne oluyorsa oluyor üçüncü tekbirde Fatih’in gözü önüne Kâbe zuhur ettiğinde namaza öyle giriş yapacaktır. Böylece Ayasofya kıble istikametine çevrilip Akşeyh ve Fatih’in elinde bir bambaşka manevi kimlik hüviyetine kavuşur.
Şimdi ne de olsa Allah’ın izniyle fetih müyesser oldu. Şimdi sırada Ebu Eyyub Halid El Ensari’nin İstanbul surlarına kadar gelipdte muradına eremeden ruhunu teslim ettiği yerdeki kabrin keşfi vardır. İşte Fatih bunun içinde bir kez daha Akşeyh’in kapısını çalıp Eyüp Sultan Hz.lerinin merkadının yerin keşfi ricasında bulunur.
Evet, Ebû Eyyûb el-Ensari (r.anh), Emeviler döneminde İstanbul surlarına kadar gelip kuşatmaya katılmış bir sahabedir. Ancak hastalanıp vefat edince surların dışında bir yere defnedilmiş. Ancak gel zaman git zaman mezar yeri kaybolup sırra kadem basmıştır. Ne diyelim Allah sırrını takdis etsin işte o büyük başbuğ veli Akşeyh, Fatih’in ricasını kıracak değil ya, eline aldığı iki ağaç dalını kabrin baş ve ayak hizasına diktikten sonra “yeri burasıdır” deyip oradan öyle ayrılır. Akşemseddin oradan ayrıldı ayrılmasına ama Fatih yine de işi sağlama almak niyetindedir. Bunu bir kez daha tecrübe etmek için bir adam görevlendirip dikilen dalları yirmişer adım güney tarafa çektirir. Böylece sabah vakti tekrardan Akşeyh’den kabrin kazılacağı yerin son kez teyidini i isteyecektir. Tabii sabah vakti Akşemseddin keşif mahalline geldiğinde dalların yeri değişmiş olduğu yeri değil, önceki işaretlediği yeri işaret eyleyip şöyle der: “Şayet işaret edilen yer biraz kazılırsa “Halid b. Zeyd’in kabridir yazılı bir taş çıkacaktır.” Ve denilen hadise vuku bulur ve artık bundan sonra ki işlemler Fatih’e kalmış işlemlerdir. Nitekim keşfedilen kabrin üzerine bir türbe ve yanına cami yaptırır da. Ve en nihayetinde Ebu Eyyub El Ensari'ye ait kabrin keşfiyle birlikte Fatih tarihe şöyle şükreyleyerek not düşer: “Akşemseddin gibi bir zatın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul’un fethinden dolayı duyduğum sevinçten az değildir.”
Gerçektende şöyle geriye dönüp bakıldığında Fatih’in İstanbul’un fethi sırasında; “Ya ben İstanbul’u alırım, Ya İstanbul beni ” şeklinde sarf ettiği sözler meğer boşa değilmiş. Besbelli ki İstanbul’un Manevi Fatihi Akşemseddin’in kutlu müjdesine herhangi bir gölge düşmemesine yönelik söylenilmiş sözdür. Nitekim fetih sonrasında da bu bilinçle hareket edip o’na en ufak hürmette kusur eylemez de. Öyle ki Akşemseddin’in peşini bırakmayıp o büyük zattan huzurunda halvete girip tasavvuf neşesiyle yaşamayı bile dileyecektir. Ancak Akşemseddin bu dileğini kabul etmez. Ve şöyle der: “Sen bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni sarsılabilir. Bununda vebali çok büyük olur. Adalet eylemek Padişah için keramet sayılır. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir.” Fatih baktı olmayacak Akşeyh'ten bari İstanbul’da kal ricasında bulunur. Tabii Akşemseddin daha önce yerleştiği Göynük’e dönüş kararını çoktan vermiş olduğundan bu teklifte kabul görmez. Böylece o büyük Veli hayatının son demlerini Göynük'te geçirip ruhunu orada Allah’a teslim eder.
Velhasıl, O şimdi Süleyman Paşa Caminin yanında medfundur.
HACI BAYRAM-I VELİ
Hacı Bayram-ı Veli 1352 yıllarında Ankara’nın Altındağ İlçesi Çubuk çayı üzerinde Zülfadl (Sol-Fasol) mevkiinde dünyaya geldi. Gerçek adı Numan bin Ahmed bin Mahmud’dur. Her ne kadar gençliği hakkında pek teferruatlı bilgi sahibi olmasak da şu bir gerçek gençliğini Ankara ile Bursa’da bulunan âlimlerden ilim öğrenmekle geçirmiş olduğu besbelli. Zaten gençliğini boş yere geçirmiş olsa doğup büyüdüğü Ankara’nın o zaman ki adıyla Engürü’de Melike Hatun’un inşa ettirdiği Kara medresesine müderris olamazdı. Fakat müderrislik vazifesi de bir yere kadardır, ileri ki yıllarda ruhunda hep bir şeylerin eksik olduğunu fark ettiğinde Somuncu Babadan (Hamideddin Veli’den) gelen davet adeta imdadına yetişecektir. Düşünsenize Şeyh Şüca-i Karamani sırf bu iş için görevlendirilip Kayseri diyarından Engürü’ye gelir. Öyle ya, madem elçiye zeval olmaz, o halde Numan bin Ahmed’le karşılaştığında Mürşidinin davetini iletecektir. Davet gayet net ve açık: O’na selamımı söyle ve davetimi söyle. Al getir, o bize gerek..” davetidir. Böylesi davete can kurban, tam da Solfasollu Numan’ın ruhunda hissettiği arayışı giderecek bir davetti bu. Derhal medresede okuttuğu talebelerle helalleştikten sonra elçiyle birlikte çoktan yola koyulup davete icabet edecektir. İyi ki de Numan davete icabet etmiş, Somuncu Baba’nın dergâhına varmakla ‘bayram o bayram ola’ bir gün yaşayacaktır. Nasıl mı? İşte kurban bayramına denk gelen bir günde biat edip “Bayram” lakabı almakla elbet... Sonrasında ise diyar diyar gezip Hac farizasını birlikte ifa ettiklerinde bu kez Bayram ismin başına “Hacı” lakabı da alıp Aksaray’a geldiklerinde halifelik icazeti ve vekilliği alarak tam manasıyla çifte bayram yaşayacaktır. İşte o gün bugündür kendisi hep Hacı Bayram-ı Veli olarak yâd edilir. Nasıl yâd edilmesin ki, Somuncu Babanın kendisi için layık gördüğü ismin ve vekilliğin hakkını tasavvuf yolunda büyük ilerlemeler kaydederek vermiş zattır o. Hiç kuşkusuz tasavvufta yol bir bilenle aşılır. Zaten öyle de olup, Somuncu Babanın 1412 yılında Aksaray’da vefatının ardından tekrar Engürü’ye dönüş yapıp irşad postuna oturduğunda etkisini gösterecektir. Hele etrafında git gide kalabalık sayısı arttıkça ilgi odağı olur da. Ancak bu denli çekim merkezi olmasında bir takım fitne odaklarının tahrikiyle II. Murat endişeye kapılacaktır. Neymiş efendim güya Ankara’da Hacı Bayram adında bir kişi kendine göre bir yol tutturup halkı başına toplarmış, üstelik padişahın aleyhine konuşarak saltanatına kastedermiş. Bunun üzerine padişah emrindeki birliğe şu talimatı verir:
“-Tiz getirile, eğer gelmezse zincire vurularak getirile.”
Elbette ki ferman padişahındır, ama yeryüzünde hangi Allah dostuna haber salınsa fermansızda gelecekleri muhakkak. Nitekim Hacı Bayramı Veli’de kendini almaya gelen birliği Ankara sınırında hoş sedayla karşılayacaktır. Gerçektende bu karşılamayla onca hazırlığın, onca sevk ve idarenin gereksiz olduğu anlaşılır. Zaten padişahın huzuruna çıktığında dedikodu kazanının heveslerini kursaklarında bırakacak manevi tasarrufatla bir gönül kaynaşması vuku bulur da. Öyle ki, II. Murat’ı kendinden alıp kendine getirecek bir gelişme yaşanır o an. Sanki Padişah II. Murat gitmiş yerine sade bambaşka biri gelmişti. İşte Allah dostunun nazarı böyle bir şeydir, değişmemek ne mümkün. Hatta sabaha kadar birlikte sohbet edip böylece II. Murat durduk yere endişe etmenin yersiz olduğunu idrak etmiş olur. Ve o büyük zatı sarayından uğurlayacağı sırada “Dile benden ne dilersen vereyim” iltifatında bulunurda. Ancak o büyük velinin hiçbir şekilde hediye kabul etmeyeceği malum, ama yinede Padişahın ısrarı üzere dayanamayıp şöyle der:
“-Madem öyle, talebelerim üzerinden vergi ve asker mükellefiyeti kaldırılsın bu kadarı kâfidir.”
İşte bu vedalaşma konuşmalarının akabinde padişah bu isteği tereddütsüz kabul edip o büyük Veliyi Edirne’den Ankara’ya (Engürü’ye) gönül hoşnutluğuyla uğurlayacaktır.
Ankara’ya dönüşü de bir bambaşkadır. Müritlerin sayısı eskisinden daha da üç beş misli daha artış kaydedecektir. Ancak bu durum Ankara’nın mali ve askeri düzenini sarsan durum ortaya çıkarması hasebiyle civar illerdeki bir takım emirlerin dikkatinden kaçmayacaktır. Derhal padişaha durumu arz edip şikâyetlerini şöyle bildirirler:
“-Ankara artık hem asker, hem de vergi vermez oldu..”
Emirler şikâyet ilete dursunlar Yüce Allah’ın şikâyetlerini bertaraf edecek feraseti o büyük veli dostuna verir de. Padişah her ne kadar bir zaman yakından tanıma şerefine nail olduysa da, sonuçta o sadece Hacı Bayram-ı Veli’nin hizmetinde bir padişah değil, yediden yetmişe hemen herkesin ulu’l-emriydi. Dolayısıyla şikâyet nerden gelirse gelsin zahiren vazifesini yapması gerekirdi. Bu durumda ister istemez Hacı Bayram-ı Veliden talebelerinin sayı ve listesini talep edecektir. İşte bu talep üzere Hacı Bayram-ı Veli gizlice Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde bir tepeye çadır kurdurup içerisine de iki koyun koydurduktan sonra bir tellal aracılığıyla “Bize intisap eden herkes bu tepeye gelsin” talimatını verir. Zaten sabah olduğunda tellalın ağzından dökülen “Duyduk duymadık demeyin” duyurusuyla başlayan ilk cümleler tüm talebelerinin çadır etrafında toplanmasına yetecektir. Tellal bu kez toplanmış kalabalığa şu çağrıyı yapar:
“-Şeyhimiz hastadır. Kim şeyhimiz için canını feda ederse inşallah hastalıktan kurtulacaktır.”
Duyuru iyi hoşta, kalabalıklar şimdiye kadar hiçte alışık olmadık bir duyuruyla karşıya kaşıyaydılar, hemen “Bu ne biçim mürşitlik, bu nasıl müritlik” şeklinde homurdanacaklardır. Ve onca kalabalıklar arasından bu çağrıya sadece bir kadın mürit, bir erkek mürit icabet eder. Öyle ya iki kişi de olsa çadıra alınmalıydı, alınır da.
Evet, artık nefeslerin tutulduğu an gelmişti. Her iki can yürekte çadıra alındıklarında kurban hadisesi gerçekleşir, aslında kurban olan o iki can yürek değildi, koyunlardı. Tabii iki koyunun çadıra alındığından haberi olmayan halk, çadırdan sızan kanları gördüğünde dehşete kapılıp etrafa üşüşeceklerdir. Böylece bu elim vaziyet içerisinde “Şeyh delirmiş, galiba aklını yitirmiş” deyip oradan uzaklaşacaklardır.
Ahali uzaklaşa dursun Hacı Bayram-ı Veli padişaha benim iki talebem olduğunu (Bir rivayete göre bir buçuk müridim olduğunu söylemiş, zira İslam fıkhında erkeğin bir, kadının ise iki şahitliğinden ötürü olsa gerektir) ve bundan böyle diğerlerinin üzerinden hem askerlik hem de vergi muafiyetinin kaldırılmasını bildirir mektubu çoktan gönderir bile.
Artık Hacı Bayram Veli’nin ömrünün son demleriydi. Bu arada Padişah tüm bu süreçte yaşananlardan etkilenmiş olduğu o kadar her halinden net belli eder ki; bu kez o büyük veliden bir istekte daha bulunur. Der ki;
“-Tasavvufta kalıp manevi lezzet tatmak istiyorum.”
Hiç kuşkusuz bu istek kabul görmeyecektir, o’nu bu yola layık görmediğinden değil elbet. O büyük Veli şu gerekçeden dolayı sözlerine açıklık getirir de. Der ki;
“-Senin bir günlük adaletle ülkeyi idare etmen altmış yıllık ibadete bedel olduğunu, ülke idaresi daha mühimdir.”
İşte görüyorsunuz böylesi bir kelam karşısında dil sükût lehçesine bürünmekten başka ne yapabilir ki. Belli ki her şey bu mana yüklü kelamda gizli. Ve bu kelam gelmiş geçmiş gelecek tüm hükümdarları kapsayacak bir nasihatname özelliğine de sahiptir. Yeter ki Ümmet-i Muhammed’in dirlik ve düzeni için her iş başına gelen idareci bu nasihatnameyi başucu rehberi yapsın bak o zaman ülkemizin semalarında ilelebet gerçek manada bayram havası eseceği muhakkak.
Hacı Bayram-ı Veli her fani gibi tarihler 1429 yılını gösterdiğinde Hakka yürüyecektir. O şimdi Ankara’nın Ulus Meydanı yukarısının Hacı Bayram camiin yanında ki türbede medfundur. O türbe var oldukça biliniz ki Ankara o ölçüde mana yüklü başkent olarak adından söz ettirecektir. Nitekim TBMM’nin açılışının Hacı Bayram-ı Veli camiinde cuma namazını müteakip dualarla açılması bunun ilk işaretiydi zaten. Hakeza o günden bugüne Hacı Bayram Camiinin hınca hınç ibadet edilir mekân olması ve merkadının çok sayıda ziyaret akınına uğraması adından söz ettirmenin başka bir göstergesidir.
Velhasıl; Hakikat yolunda her günümüz bayram oldukça kıyamete dek o büyük Velinin gönüllerde bayram yaşatacağına inancımız tam olacaktır.
ALPEREN GÜRBÜZER
Asıl adı Şeyh Mehmed Şemseddin bin Hamza olan Akşemseddin Hz.leri Şam’da doğdu. Kendisi Şeyh Şihâbüddin Sühreverdî (k.s)’ın torunu olup baba tarafından nesebi Hz. Ebu Bekir (r.a)’a dayanır. Yedi yaşına girdiğinde babası Şeyh Hamza'yla birlikte Amasya’ya bağlı Kavak nahiyesine yerleşip İslami ilimleri burada tahsil eder. Sonrasında Osmancık müderrisliğine getirilir. Yaş yirmi beş dediğinde içini ününü duyduğu Hacı Bayram Veli’ye intisap etme arzusu kaplar. Ancak intisap için yola koyulduğunda böylesi bir zatın kapı kapı, dükkân dükkân dolaşıp sofileriyle birlikte yardım topladığını görünce bir anda dilencilik yaptığı zannıyla biat etmekten vazgeçecektir. Oysa kapı kapı dolaşma ihtiyaç sahiplerin ihtiyacını gidermeye yönelik dolaşmaydı. Belli ki Akşemseddin bir imtihanın eşiğinde olduğunu fark edemiyordu, bu yüzden yönünü Halep’teki Şeyh Zeynüddin el-Hafi’ye doğru çevirecektir. Fakat evdeki hesap çarşıya uymayacaktır. Çünkü Halep’e varıp rüya âlemine daldığında kendini kendinden alacak bir hadise ile karşılaşır. Öyle ki rüyada zincir halkasının bir ucu kendi boynuna takılmış halde, diğer ucunun da Hacı Bayram’ın elinde olduğu gösterilir. İşte boynuna geçirilmiş kement zincirle Ankara’ya sürüklenişini gördüğü bu rüya aklını başına getirmeye yeter artar da. Nasıl aklını başına getirmesin ki, bikere verilen mesaj gayet net ve açık; tasavvuf yolunda nasibi Halep değil, Ankara’ymış meğer. Derken verilen bu mesaj gereği önce Osmancık’a uğrar sonrasında ver elini Ankara deyip Hacı Bayram Veli'nin zincirine tutunacaktır. İyi ki de rüya âleminde gördüğü zincire tutunmuş, bu sayede seyr-i sülukunu tamamlayıp halifelik alır da. Sadece halifelik mi, hiç şüphe yoktur ki Hacı Bayram-ı Veli’nin vefatıyla birlikte irşada koyulduğunda İstanbul’un manevi Fatih’i olur da. Dahası İstanbul’un fethi öncesinde payitahta fikriyle ve zikiyle rehber olup sonrasında fethin gerçekleşmesiyle büyük bir zat olduğu tescillenmiş olur.
Elbette ki böylesi rehbere can kurban, Fatih Sultan Mehmed’in Fetih hayali öteden beri düşlediği sevdadır. Zira bu konuyu istişare heyetine sunduğunda ekser hazırun: “Beni Asfar'la yapılan savaş sonrası Mehdi’nin himmetiyle İstanbul’un feth olunacağını, bundan dolayı İstanbul’u kuşatılması sevdasından vazgeçilmesi” yönünde ortak kanaat belirtirken, Akşemseddin Hz.leri ise tam aksine “Önce İstanbul’u Sultan Mehmet fetheder, Mehdi’nin fethinin bu hadiselerden sonra zuhur edeceği” yönünde bir fikir beyan edecektir. Dedik ya Fatih Sultan Mehmed’in canına minnet tam da istediği türden fikirdi bu. Ve bu fikir kendisine ilaç gibi gelir de. Ancak İstanbul’u kuşatmaya başlayalı ellinci gün olmuştu ki hala fethediliyor olamaması üzerine bir kısım devlet ricali durumdan vazife çıkarıp padişaha sitemlerini şöyle dile getirirler: “ Bakın, bir sofinin sözüyle sefer eyleyip bu kadar asker zayi oldu, bunca hazine telef oldu. Şimdi Avrupa’dan kâfire yardım geldi, fetih ümidi artık kalmamıştır.”
Onlar sitem ede dursunlar, hakiki Devletlû padişah odur ki; inandığı dava uğruna en zor anlarında bile kararından vazgeçmemesidir. Zaten Peygamber müjdesine mazhar olmuş Fatih’e de bu duruş yakışırdı. Derhal veziri Veliyüddin Ahmed Paşa vasıtasıyla Akşeyh’e şöyle haber salar da: “Kal’a feth olmak, düşman ordusuna zafer bulmak ümidi var mıdır?” Tabii Akşemseddin’den gelen cevap manidardır, yani ‘bunca müslüman ve gaziler yılmadan usanmadan kâfir kalesine hücum ederse İnşallah feth olacaktır, yeter ki biraz sabr ola’ der. Ancak genç yaşta padişah olmak bu ya, Fatihin delikanlılık kanı kaynadıkça sabredemez. Hele içi alev alev fetih aşkıyla yandıkça tekrar dayanamayıp veziri vasıtasıyla bu kez “Tayin vakit eylesin” ricasında bulunur bile.
Tabii ki Akşeyh bu ricasına kayıtsız kalmaz. Rabıtaya dalıp ötelerden aldığı işaretle: “ Rebiül evvel ayının 20. günü seher vaktinde Sıddık'ı himmetle filan canibden yürüyüş eylesinler. Ol gün feth ola” müjdesini verdiği gibi en nihai kat’ı müjde sözlerini şöyle beyan eder: “Yarın şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Hüda ile babı zafer feth olup ezan sedası ile sur’un içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar.”
İşte Fatih aldığı bu mesajlar doğrultusunda ordusunun başına geçip karadan gemileri Haliç’e yürütecek derecede sabahın ilk ışıklarında fethe doğru ilerlerken Akşemseddin’de kimselerin yanında olmadığı bir çadırda Peygamberimizin müjdelediği fetih için dua ve niyazda bulunarak manevi gayret sarf edecektir. Gerçektende tayin edilen vakitte fetih vuku bulur da. Öğlen vakti olduğunda Fatih ve Akşeyh şehre atbaşı beraber gireceklerdir. İlginçtir Topkapı’dan beraber girdiklerinde Bizans halkı Akşemseddin’i padişah sanıp çiçekleri ona uzatırlar. Akşeyh bu durumda Fatih’i işaret edip “gidiniz çiçekleri o’na veriniz” der. Fatih ise “Her ne kadar padişah bensem de o’da şehrin manevi fatihi ve aynı zamanda Hocamdır. Çiçekleri o’na verin” deyip mütevazı bir duruş sergiler.
Evet, Sultan Mehmed’i ‘Fatih’ yapan en belirgin özelliği işte böylesi bir ruh seciyesine sahip olmasıdır. Nitekim Ayasofya’ya girdiğinde Patriğe şu fermanla çağrıda bulunacaktır: “Ayağa kalk! Ben Fatih Sultan Mehmed olarak sana ve arkadaşlarına vaadim odur ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız hususunda, ne de hürriyetiniz hususunda endişeye kapılınız. Asla korkmayınız.” İşte böylesi bir çağrıyla bir anda Bizans halkının teveccühünü kazandığı gibi tüm insanlığa özgürlük dersi vermiş olur da.
Peki, Fatih Sultan Mehmet özgürlük dersi vermekle Bizans halkı üzerinde etki alanı oluştururken Müslim tebaa üzerinde nasıl bir etki oluşturur? Hiç kuşkusuz beyaz at üzerinde Ayasofya’ya doğru ilerlerken o Yüce Peygamberin beyan buyurduğu; “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. Onu fetheden ne güzel kumandan ve onu fetheden ne güzel askerdir” hadis-i şerifin şükrünü eda etmekle etkileyecektir. Öyle ki bu şükrün gereği üç gün içerisinde Ayasofya camiye dönüşür bile. Nasıl mı? Akşemseddin Hz.lerinin önderliğinde ilk cuma hutbesinin okunup cuma namazının eda edilmesiyle elbet. Dile kolay, Fatih Sultan Mehmed Ayasofya’nın kiliseden camiye çevriliş talimatını ordusunda ki ustalara verdiğinde ustalar kısa zamanda gereğini yapıp sıra Cuma namazını kim kıldıracağı hususuna gelindiğinde ömrü hayatında bir kez olsun ikindi namazının sünnetini kaçırmamış olması hasebiyle imamlığa kendisi geçecektir. Fatih imamlığa geçti geçmesine ama ilk tekbirle namaza giriş yapamayacaktır. Tâ ki, Akşemseddin’in maneviyatta şahit olduğu Hızır (a.s) arka safta eksik kalan bir kişilik yerde saf tutmaya ramak kala parmağını direğe sokar işte o an ne oluyorsa oluyor üçüncü tekbirde Fatih’in gözü önüne Kâbe zuhur ettiğinde namaza öyle giriş yapacaktır. Böylece Ayasofya kıble istikametine çevrilip Akşeyh ve Fatih’in elinde bir bambaşka manevi kimlik hüviyetine kavuşur.
Şimdi ne de olsa Allah’ın izniyle fetih müyesser oldu. Şimdi sırada Ebu Eyyub Halid El Ensari’nin İstanbul surlarına kadar gelipdte muradına eremeden ruhunu teslim ettiği yerdeki kabrin keşfi vardır. İşte Fatih bunun içinde bir kez daha Akşeyh’in kapısını çalıp Eyüp Sultan Hz.lerinin merkadının yerin keşfi ricasında bulunur.
Evet, Ebû Eyyûb el-Ensari (r.anh), Emeviler döneminde İstanbul surlarına kadar gelip kuşatmaya katılmış bir sahabedir. Ancak hastalanıp vefat edince surların dışında bir yere defnedilmiş. Ancak gel zaman git zaman mezar yeri kaybolup sırra kadem basmıştır. Ne diyelim Allah sırrını takdis etsin işte o büyük başbuğ veli Akşeyh, Fatih’in ricasını kıracak değil ya, eline aldığı iki ağaç dalını kabrin baş ve ayak hizasına diktikten sonra “yeri burasıdır” deyip oradan öyle ayrılır. Akşemseddin oradan ayrıldı ayrılmasına ama Fatih yine de işi sağlama almak niyetindedir. Bunu bir kez daha tecrübe etmek için bir adam görevlendirip dikilen dalları yirmişer adım güney tarafa çektirir. Böylece sabah vakti tekrardan Akşeyh’den kabrin kazılacağı yerin son kez teyidini i isteyecektir. Tabii sabah vakti Akşemseddin keşif mahalline geldiğinde dalların yeri değişmiş olduğu yeri değil, önceki işaretlediği yeri işaret eyleyip şöyle der: “Şayet işaret edilen yer biraz kazılırsa “Halid b. Zeyd’in kabridir yazılı bir taş çıkacaktır.” Ve denilen hadise vuku bulur ve artık bundan sonra ki işlemler Fatih’e kalmış işlemlerdir. Nitekim keşfedilen kabrin üzerine bir türbe ve yanına cami yaptırır da. Ve en nihayetinde Ebu Eyyub El Ensari'ye ait kabrin keşfiyle birlikte Fatih tarihe şöyle şükreyleyerek not düşer: “Akşemseddin gibi bir zatın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul’un fethinden dolayı duyduğum sevinçten az değildir.”
Gerçektende şöyle geriye dönüp bakıldığında Fatih’in İstanbul’un fethi sırasında; “Ya ben İstanbul’u alırım, Ya İstanbul beni ” şeklinde sarf ettiği sözler meğer boşa değilmiş. Besbelli ki İstanbul’un Manevi Fatihi Akşemseddin’in kutlu müjdesine herhangi bir gölge düşmemesine yönelik söylenilmiş sözdür. Nitekim fetih sonrasında da bu bilinçle hareket edip o’na en ufak hürmette kusur eylemez de. Öyle ki Akşemseddin’in peşini bırakmayıp o büyük zattan huzurunda halvete girip tasavvuf neşesiyle yaşamayı bile dileyecektir. Ancak Akşemseddin bu dileğini kabul etmez. Ve şöyle der: “Sen bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni sarsılabilir. Bununda vebali çok büyük olur. Adalet eylemek Padişah için keramet sayılır. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir.” Fatih baktı olmayacak Akşeyh'ten bari İstanbul’da kal ricasında bulunur. Tabii Akşemseddin daha önce yerleştiği Göynük’e dönüş kararını çoktan vermiş olduğundan bu teklifte kabul görmez. Böylece o büyük Veli hayatının son demlerini Göynük'te geçirip ruhunu orada Allah’a teslim eder.
Velhasıl, O şimdi Süleyman Paşa Caminin yanında medfundur.
HACI BAYRAM-I VELİ
Hacı Bayram-ı Veli 1352 yıllarında Ankara’nın Altındağ İlçesi Çubuk çayı üzerinde Zülfadl (Sol-Fasol) mevkiinde dünyaya geldi. Gerçek adı Numan bin Ahmed bin Mahmud’dur. Her ne kadar gençliği hakkında pek teferruatlı bilgi sahibi olmasak da şu bir gerçek gençliğini Ankara ile Bursa’da bulunan âlimlerden ilim öğrenmekle geçirmiş olduğu besbelli. Zaten gençliğini boş yere geçirmiş olsa doğup büyüdüğü Ankara’nın o zaman ki adıyla Engürü’de Melike Hatun’un inşa ettirdiği Kara medresesine müderris olamazdı. Fakat müderrislik vazifesi de bir yere kadardır, ileri ki yıllarda ruhunda hep bir şeylerin eksik olduğunu fark ettiğinde Somuncu Babadan (Hamideddin Veli’den) gelen davet adeta imdadına yetişecektir. Düşünsenize Şeyh Şüca-i Karamani sırf bu iş için görevlendirilip Kayseri diyarından Engürü’ye gelir. Öyle ya, madem elçiye zeval olmaz, o halde Numan bin Ahmed’le karşılaştığında Mürşidinin davetini iletecektir. Davet gayet net ve açık: O’na selamımı söyle ve davetimi söyle. Al getir, o bize gerek..” davetidir. Böylesi davete can kurban, tam da Solfasollu Numan’ın ruhunda hissettiği arayışı giderecek bir davetti bu. Derhal medresede okuttuğu talebelerle helalleştikten sonra elçiyle birlikte çoktan yola koyulup davete icabet edecektir. İyi ki de Numan davete icabet etmiş, Somuncu Baba’nın dergâhına varmakla ‘bayram o bayram ola’ bir gün yaşayacaktır. Nasıl mı? İşte kurban bayramına denk gelen bir günde biat edip “Bayram” lakabı almakla elbet... Sonrasında ise diyar diyar gezip Hac farizasını birlikte ifa ettiklerinde bu kez Bayram ismin başına “Hacı” lakabı da alıp Aksaray’a geldiklerinde halifelik icazeti ve vekilliği alarak tam manasıyla çifte bayram yaşayacaktır. İşte o gün bugündür kendisi hep Hacı Bayram-ı Veli olarak yâd edilir. Nasıl yâd edilmesin ki, Somuncu Babanın kendisi için layık gördüğü ismin ve vekilliğin hakkını tasavvuf yolunda büyük ilerlemeler kaydederek vermiş zattır o. Hiç kuşkusuz tasavvufta yol bir bilenle aşılır. Zaten öyle de olup, Somuncu Babanın 1412 yılında Aksaray’da vefatının ardından tekrar Engürü’ye dönüş yapıp irşad postuna oturduğunda etkisini gösterecektir. Hele etrafında git gide kalabalık sayısı arttıkça ilgi odağı olur da. Ancak bu denli çekim merkezi olmasında bir takım fitne odaklarının tahrikiyle II. Murat endişeye kapılacaktır. Neymiş efendim güya Ankara’da Hacı Bayram adında bir kişi kendine göre bir yol tutturup halkı başına toplarmış, üstelik padişahın aleyhine konuşarak saltanatına kastedermiş. Bunun üzerine padişah emrindeki birliğe şu talimatı verir:
“-Tiz getirile, eğer gelmezse zincire vurularak getirile.”
Elbette ki ferman padişahındır, ama yeryüzünde hangi Allah dostuna haber salınsa fermansızda gelecekleri muhakkak. Nitekim Hacı Bayramı Veli’de kendini almaya gelen birliği Ankara sınırında hoş sedayla karşılayacaktır. Gerçektende bu karşılamayla onca hazırlığın, onca sevk ve idarenin gereksiz olduğu anlaşılır. Zaten padişahın huzuruna çıktığında dedikodu kazanının heveslerini kursaklarında bırakacak manevi tasarrufatla bir gönül kaynaşması vuku bulur da. Öyle ki, II. Murat’ı kendinden alıp kendine getirecek bir gelişme yaşanır o an. Sanki Padişah II. Murat gitmiş yerine sade bambaşka biri gelmişti. İşte Allah dostunun nazarı böyle bir şeydir, değişmemek ne mümkün. Hatta sabaha kadar birlikte sohbet edip böylece II. Murat durduk yere endişe etmenin yersiz olduğunu idrak etmiş olur. Ve o büyük zatı sarayından uğurlayacağı sırada “Dile benden ne dilersen vereyim” iltifatında bulunurda. Ancak o büyük velinin hiçbir şekilde hediye kabul etmeyeceği malum, ama yinede Padişahın ısrarı üzere dayanamayıp şöyle der:
“-Madem öyle, talebelerim üzerinden vergi ve asker mükellefiyeti kaldırılsın bu kadarı kâfidir.”
İşte bu vedalaşma konuşmalarının akabinde padişah bu isteği tereddütsüz kabul edip o büyük Veliyi Edirne’den Ankara’ya (Engürü’ye) gönül hoşnutluğuyla uğurlayacaktır.
Ankara’ya dönüşü de bir bambaşkadır. Müritlerin sayısı eskisinden daha da üç beş misli daha artış kaydedecektir. Ancak bu durum Ankara’nın mali ve askeri düzenini sarsan durum ortaya çıkarması hasebiyle civar illerdeki bir takım emirlerin dikkatinden kaçmayacaktır. Derhal padişaha durumu arz edip şikâyetlerini şöyle bildirirler:
“-Ankara artık hem asker, hem de vergi vermez oldu..”
Emirler şikâyet ilete dursunlar Yüce Allah’ın şikâyetlerini bertaraf edecek feraseti o büyük veli dostuna verir de. Padişah her ne kadar bir zaman yakından tanıma şerefine nail olduysa da, sonuçta o sadece Hacı Bayram-ı Veli’nin hizmetinde bir padişah değil, yediden yetmişe hemen herkesin ulu’l-emriydi. Dolayısıyla şikâyet nerden gelirse gelsin zahiren vazifesini yapması gerekirdi. Bu durumda ister istemez Hacı Bayram-ı Veliden talebelerinin sayı ve listesini talep edecektir. İşte bu talep üzere Hacı Bayram-ı Veli gizlice Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde bir tepeye çadır kurdurup içerisine de iki koyun koydurduktan sonra bir tellal aracılığıyla “Bize intisap eden herkes bu tepeye gelsin” talimatını verir. Zaten sabah olduğunda tellalın ağzından dökülen “Duyduk duymadık demeyin” duyurusuyla başlayan ilk cümleler tüm talebelerinin çadır etrafında toplanmasına yetecektir. Tellal bu kez toplanmış kalabalığa şu çağrıyı yapar:
“-Şeyhimiz hastadır. Kim şeyhimiz için canını feda ederse inşallah hastalıktan kurtulacaktır.”
Duyuru iyi hoşta, kalabalıklar şimdiye kadar hiçte alışık olmadık bir duyuruyla karşıya kaşıyaydılar, hemen “Bu ne biçim mürşitlik, bu nasıl müritlik” şeklinde homurdanacaklardır. Ve onca kalabalıklar arasından bu çağrıya sadece bir kadın mürit, bir erkek mürit icabet eder. Öyle ya iki kişi de olsa çadıra alınmalıydı, alınır da.
Evet, artık nefeslerin tutulduğu an gelmişti. Her iki can yürekte çadıra alındıklarında kurban hadisesi gerçekleşir, aslında kurban olan o iki can yürek değildi, koyunlardı. Tabii iki koyunun çadıra alındığından haberi olmayan halk, çadırdan sızan kanları gördüğünde dehşete kapılıp etrafa üşüşeceklerdir. Böylece bu elim vaziyet içerisinde “Şeyh delirmiş, galiba aklını yitirmiş” deyip oradan uzaklaşacaklardır.
Ahali uzaklaşa dursun Hacı Bayram-ı Veli padişaha benim iki talebem olduğunu (Bir rivayete göre bir buçuk müridim olduğunu söylemiş, zira İslam fıkhında erkeğin bir, kadının ise iki şahitliğinden ötürü olsa gerektir) ve bundan böyle diğerlerinin üzerinden hem askerlik hem de vergi muafiyetinin kaldırılmasını bildirir mektubu çoktan gönderir bile.
Artık Hacı Bayram Veli’nin ömrünün son demleriydi. Bu arada Padişah tüm bu süreçte yaşananlardan etkilenmiş olduğu o kadar her halinden net belli eder ki; bu kez o büyük veliden bir istekte daha bulunur. Der ki;
“-Tasavvufta kalıp manevi lezzet tatmak istiyorum.”
Hiç kuşkusuz bu istek kabul görmeyecektir, o’nu bu yola layık görmediğinden değil elbet. O büyük Veli şu gerekçeden dolayı sözlerine açıklık getirir de. Der ki;
“-Senin bir günlük adaletle ülkeyi idare etmen altmış yıllık ibadete bedel olduğunu, ülke idaresi daha mühimdir.”
İşte görüyorsunuz böylesi bir kelam karşısında dil sükût lehçesine bürünmekten başka ne yapabilir ki. Belli ki her şey bu mana yüklü kelamda gizli. Ve bu kelam gelmiş geçmiş gelecek tüm hükümdarları kapsayacak bir nasihatname özelliğine de sahiptir. Yeter ki Ümmet-i Muhammed’in dirlik ve düzeni için her iş başına gelen idareci bu nasihatnameyi başucu rehberi yapsın bak o zaman ülkemizin semalarında ilelebet gerçek manada bayram havası eseceği muhakkak.
Hacı Bayram-ı Veli her fani gibi tarihler 1429 yılını gösterdiğinde Hakka yürüyecektir. O şimdi Ankara’nın Ulus Meydanı yukarısının Hacı Bayram camiin yanında ki türbede medfundur. O türbe var oldukça biliniz ki Ankara o ölçüde mana yüklü başkent olarak adından söz ettirecektir. Nitekim TBMM’nin açılışının Hacı Bayram-ı Veli camiinde cuma namazını müteakip dualarla açılması bunun ilk işaretiydi zaten. Hakeza o günden bugüne Hacı Bayram Camiinin hınca hınç ibadet edilir mekân olması ve merkadının çok sayıda ziyaret akınına uğraması adından söz ettirmenin başka bir göstergesidir.
Velhasıl; Hakikat yolunda her günümüz bayram oldukça kıyamete dek o büyük Velinin gönüllerde bayram yaşatacağına inancımız tam olacaktır.
En son alperen tarafından 03 Eki 2017, 21:52 tarihinde düzenlendi, toplamda 5 kere düzenlendi.
Fatih Akşemseddinden bir ricada daha bulundu, huzurunda halvete girip tasavvuf neşesiyle yaşamayı.. Akşemseddin kabul etmedi ..
İşte bu kısım beni çok üzer her daim.. Düşünsenize koskoca Fatih bir kapıdan gönlü buruk, yüzü asık, içi hicran geri dönsün, geri çevrilsin..
İçim acır hep kıyamam bir türlü ona bu sahneyi düşündükçe..
Afff.. Ama hocasının sözleride o denli etkileyici ve düşündürücüdür;
Sen bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni sarsılabilir. Bununda vebali çok büyük olur. Adalet eylemek Padişah için keramet sayılır. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir...
Allah razı olsun çok güzel bir yazıydı..
İşte bu kısım beni çok üzer her daim.. Düşünsenize koskoca Fatih bir kapıdan gönlü buruk, yüzü asık, içi hicran geri dönsün, geri çevrilsin..
İçim acır hep kıyamam bir türlü ona bu sahneyi düşündükçe..
Afff.. Ama hocasının sözleride o denli etkileyici ve düşündürücüdür;
Sen bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni sarsılabilir. Bununda vebali çok büyük olur. Adalet eylemek Padişah için keramet sayılır. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir...
Allah razı olsun çok güzel bir yazıydı..
VESİLE OLMADAN VASIL OLUNMAZ
VESİLE OLMADAN VASIL OLUNMAZ
SELİM GÜRBÜZER
Takdir edersiniz ki, Allah dostları Allah’a gidilen yolda sadece vesiledirler. Bunun dışında misyon biçmek başta onlara haksızlık olur elbet. Bakınız Hz. Âdem (a.s) cennet yurdunda yasaklanmış ağacın meyvesini yediğinde kendini bir anda dünyaya inmekte buldu. Ta ki dünya sathında Resul-i i Ekrem (s.a.v)’in ismini vesile edinerekten Allah’tan af diler ancak o zaman tövbesi kabul ediliverir. Elbette ki tevbesi kabul görür, çünkü Yüce Allah (c.c) tüm âlemleri Habib’inin yüzü suyu hürmetine yarattı. Hiç kuşkusuz O’nun isminin geçtiği her mekân ve zaman diliminde iman etmiş hemen herkes payına düşen rahmetten istifade eder de. Nitekim Yüce Allah (c.c) Âdem’i yarattığında “İzzet ve celalime yemin ederim ki, O senin zürriyetinden gelecek en son peygamberdir. Eğer O olmasaydı seni yaratmazdım” diye ferman buyurması bunun en bariz göstergesidir zaten. Yine Yüce Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim’de Habib’inin kıymetini şöyle beyan eder de: "De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan ve esirgeyendir." (Al-i İmran 31)
İşte yukarıda zikrettiğimiz ayetlerden yola çıkarak dualarımızda Habib’inin şefaatine nail olmak için tevessülde bulunuruz da. Niye derseniz, çünkü O bizim Allah’a vasıl olmamıza vesile olacak baş tacımızdır. Hatta vasıl olmamızda bize vesile olacağımıza inandığımız peygamber varisi hükmünde ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimlerde buna dâhildir.
Evet, sakın ola ki vasıl olmak da neymiş deyip es geçmeyelim, Şayet teğet geçersek vesilelere de başvurmaktan imtina ederiz, kendi bildiğimizi okuruz habire. Oysa vesile arayışına koyulmadan vuslata yol alınmayacağı aşikâr. Üstelik vesile arayışı tevessülüde kendi içinde barındıran bir köprü bağdır. Öyle ki bu köprü bağ olmadan, Allah’a vasıl olunmaz da. Malumunuz tevessül şefaatini istemek demektir. Delil mi? Bizatihi Peygamberimiz (s.a.v.)’in şefaatten bahsetmiş olması delil olarak yeter artar da. Şefaatten maksat ise Allah Teâlâ’ya can-ı gönülden münacat edip ümmetin kurtuluşuna vesile olmaktır. İşte bu manada Peygamberimiz (s.a.v) kıyamet günü bilhassa ümmeti için şefaat yetkisini kullanacağını hadis-i şeriflerinde bildiriyor da. Hele ki ümmetinden kurtuluş ümidi kuvvetle muhtemel olan bir ferd ''Ya Resulallah, bana şefaat et'' dediğinde, Allah'ın (c.c) izniyle âlemlere rahmet olarak gönderilen rahmet Peygamberimizin hemen devreye girip şefaat edeceğine inancımız tamdır. Dikkat edin Allah’ın izniyle şefaat dedik, çünkü Allah izin vermediği müddetçe şefaat asla vuku bulmaz. Hakeza Evliyaların tevessül eyleyip vesile olması da öyledir. Ki, tevessül edenin duasının kabül olması tevessül olunanın kerameti olur. Öyle anlaşılıyor ki vesile olmak ister ister tevessül ister himmet etmek yoluyla olsun hiç fark etmez sonuçta tüm bunların kaynağı ve faili hiç şüphesiz Yüce Allah’tır. Besbelli ki ümmetlerin kurtuluşu noktasında Peygamberler ve Evliyalar kaynak değil, sadece vesiledirler. Sanmayın ki Peygamberimiz, Ashab-ı kiram, Büyük evliyalar bu dünyadan göç ettiler diye kaynakta bir anda kesiliverecek. Yok, öyle bir şey, bilakis İmam-ı Gazali Hz.lerinin beyan buyurduğu gibi “ Diriyken tevessül olunan, feyiz alınan zata, öldükten sonra da tevessül edilerek feyiz alınır” (Mişkat) gerçeği her devirde izini iz süren Allah dostları kanalıyla kıyamete dek devam eder de. Hatta kıyamet sonrası da tevessül devam eder dersek maksadımız aşmış sayılmayız Muhammed Hadimi Hz.leri ne buyuruyor: “Peygamberler ve evliya zatlar dünyalarını dar-ı bekaya intikal ettikten sonra da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya yalvararak dua etmeye, tevessül ve istigase etmek denir. Ki, onlar ölünce de mucizeleri ve kerametleri devam eder” (Berika). Zira Allah’ın hazinesi boldur, Öyle ya, peygamberlik kapası kapandı diye tevessül ortadan kalkacak değil ya, bu kez onun izini iz süren evliyalar ne güne duruyor, Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna vesile olmak için devreye girip tevessül yolunu devam ettirecekleri muhakkak. Nitekim Mürşid-i Kâmillerin var oluş nedeni insanları Allah'a yönlendirmek içindir. Yani Allah Dostları, taliplilerine Allah-u Teâlâ’ya nasıl kulluk yapılacağını, nasıl teat edileceğini ve nasıl ibadette bulunacaklarını talim ettirerek Allah-u Teâlâ’ya vasıl olmalarına vesile olmak için varlardır.
Hiç kuşkusuz bir şeye vesile olmak sadece tevbeyle sınırlı değil elbet, daha pek çok durumlarda da vesile oldukları malum. Örnek mi? İşte Halife Hz. Ömer (r.a), Yüce Allah’tan yağmur talebinde bulunduğunda Allah Resulünün amcası Hz. Abbas’ı duasına kataraktan vesile edindiğini müşahede ediyoruz. Öte yandan bir bakıyorsun Yezid b. Muaviye’de teberrüken Dahhak bin Esved’i duasına kataraktan vesile edinirken, yine bir bakıyorsun İmam Şafii’de Bağdat’ta bulundukları sırada İmam-ı Azam’ın merkadına doğru yönelerekten teberrüken onu vesile edinmekte. Nitekim bu husus ‘Hüccetül İslam’ adlı eserde şöyle geçmekte: “İmam-ı Azam Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Zor bir durumda kalınca, kabrine gidip iki rekât namaz kılarak Allah Teâlâ’ya yalvarıp dileğime kavuşuyorum.” İşte tüm bu örnekler bize gösteriyor ki bir insan Halife Ömer’de olsa, âlim bir zatta olsa teberrüken vesilelere başvurup Allah’tan niyazda bulunabilir pekâlâ. Siz bakmayın öyle vesilelere başvurmak da neymiş diyenlerin çığırtkanlığına, onlar itiraz ede dursunlar, bakın İmam Ahmed bin Hanbel, İmam Şafii ismini anaraktan dua ettiğinde oğlu Abdullah’ta itiraz eder etmesine ama aldığı cevap son derece manidardır:
“-Bak oğul! İmam Şafii güneş gibidir, bizim gibi nice yıldızı kuşatır. Onun ismini anaraktan dualarımda vesile edinmeyim de kimi edinim.”
Tabii burada daha da manidar olan hem dua talep eden ismin hem de duaya katılan ismin, yani her iki isminde mezheb imamı olmasıdır. Aman Allah’ım bu ne güzelliktir, düşünsenize ortada ne tevessül edende ne de tevessül olunanda en ufak bir üstünlük kompleksi söz konusu değildir. O âlimse bende âlimim denen hadise ancak kibir abidesi sözde âlim müsveddelerinde olur, ehl-i sünnet âlimlerinin arasında böyle şeyler asla olmaz. Hakeza aynı inceliği, aynı duyarlılığı, aynı hürmeti bir bakıyorsun İmam Ebu’l Hasan Eş Şazeli’nin bizatihi İmamı Gazali Hz.lerini adını anaraktan Rabbul Âlemi’ne münâcâtında da pekâlâ görebiliyoruz. Dolayısıyla hiç kimse durduk yere ahkâm kesip vesile edinmekte neymiş deyip itiraz etmesine gerek yoktur, işte görüyorsunuz vesile edinme erdemliliği iki mezheb imamı arasında görüldüğü gibi iki tasavvufi şahsiyet arasında da yaşanan bir vaka. Kaldı ki farkında olsak da olmasak da dualarımızda “Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine, Sahabe-i kiramın yüzü suyu hürmetine, Enbiya, Evliya ve Şühedanın yüzü suyu hürmetine” diye başlayan ifadelerle dua etmekle aslında bizlerde bir şekilde vesile edinmiş oluyoruz. Besbelli ki vesile edinme hissi yaratılış mayamıza kodlanmış olsa gerek ki dualarımızda ikide bir Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine, Sahabe-i kiramın yüzü suyu hürmetine, Enbiya, Evliya ve Şühedanın yüzü suyu hürmetine demekten kendimizi alamıyoruz. Hele birde başlangıçta gayret bizden Tevfik Allah’tandır azmiyle dualarımıza hürmetine ifadelerle kattığımız Allah katında sevilmişlerin sevilmişi, seçilmişlerin seçilmişi, aynı zamanda naz ve niyaz makamında Salih bir zat ise bak o zaman her an kurtuluşa ve felaha ermemiz imkân dâhilinde diyebiliriz de. Zira Rabbul âlemin bu hususta arayış içerisinde olan kullarını şöyle müjdelemekte: “Ey müminler! Allah’tan korkun ve O’na vesile arayın; O‘nun yolunda cihad ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 35)
Mademki, Yüce Allah (c.c) ayet-i celile de "Sizi Allah'a yaklaştıracak vesileler arayın" buyuruyor, o halde bize vesilelere ve sebeblere başvurmak yaraşır. Hiç kuşkusuz ayette ifade edilen vasıta (vesile) ibaresi umuma şamil ifadedir. Her ne kadar bir takım aklı evveller vesilelere başvurmayı kendine zül addedip Fatiha suresinde geçen ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz’ cümlesini kendi kafalarınca hareket etmek manasına yorumlasalar da kazın ayağı hiçte öyle değildir. Oysa Fatiha suresinde geçen ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz’ ifadesi tekil değil çoğul ifadedir. Dikkat ettiyseniz cümlenin sonunda ‘..isterim’ denmiyor, ‘..isteriz’ denmekte. Yani bu ibarede kendi başına buyrukluk ve tek başınalık vurgusu asla söz konusu değildir, tam aksine hep birlikte birbirimizden güç ve destek alaraktan cemaat vurgusu edasıyla Allah’ın ipine sarılıp yardım dilemek söz konusudur. Daha da bundan öte "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve Sadıklarla beraber olun" (Tevbe 119) ayetinin hükmünce vuslata yolcuk söz konusudur.
Peki, iyi hoşta ‘Vuslata hangi sadık dostla vasıl olunur ki’ denildiğinde, elbette ki Allah’a sadık olan dostla vasıl olunur. Unutmayalım ki, sadık dostu dost edinmek ya da Allah’a giden yolda vesile edinmek asla ulûhiyet edinmek ya da tapınmak değildir, bilakis adetullah ve sünnetullahın gereğini yerine getirmektir. Zaten vesileler Allah’a giden yolda sadece basamaktır. Dahası sıçrama tahtasıdır, dolayısıyla bunun dışında özel bir anlam yükleyip ulûhiyet isnad etmek kimin haddine. Bikere adı üzerinde vesile, yani sebeplere yapışmak manasına tevessülü de içine alan bir kavram. Keza elle tutulmayan gözle görülmeyen aşk, şevgi, muhabbet gibi sübjektif öğelerin her biride soyut vesilelerimizdir. Nitekim Şah-ı Hazne (k.s) “Muhabbet sofilerin bineğidir” derken tamda bu hususa dikkat çekmiştir. O halde daha ne duruyoruz, tez elden Hakka giden yolda muhabbet besleyeceğimiz bir bineğimiz olsun ki, sevgi halkasına tutunabilelim. Ki, tutunacağımız halkanın baş imamı bizatihi Allah Resulünün ta kendisidir. Nitekim Allah Resulü (s.a.v) “Beni anneniz, babanız, evladınız ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe gerçek imanın tadına varamazsınız” diye beyan buyurmakla kendisinde tecelli eden ilahi aşk ve ilahi sevgiyle ümmetinin yoğrulmasını dilemekte. Hatta dilemekle kalmayıp tükenmek bilmeyen bu söz konusu deryayı umman ilahi aşk iksiri sırasıyla Ashabına, Tabiine, Tebe-i tabii’ne, Rabbani âlimlere ve tüm Ümmet-i Muhammed’e derece derece pay edilir de. Nasıl pay edilmesin ki, yaradılanı sevmek bir noktada Allah’ı sevmek gibidir. Madem öyle, Yunus’un “Yaradılanı sev, Yaradan’dan ötürü” deyişini düstur edinmemiz gerekir. Öyle ya, kul olarak şahısların kendisiyle ne alıp verebileceğimiz olabilir ki, bizler ancak şahısların kötü fiillerine buğz edebiliriz, bunun dışında asla. Dikkat edin şahsına suizanda bulunmuyoruz, kötü filline buğz ediyoruz, sonuçta hepimiz beşeriz, şahıslar düşer, kalkar da. Malum, bir düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır. İşte buradan hareketle bir insanın kalıbına ya da şahsına değil fiilleri itibariyle iyiliğine muhabbet etmek, kötülüğüne de buğz etmek düşer bize. Zaten İslam ahlakı da bunu gerektirir. Kaldı ki aklıselim mümin o dur ki; şahısların kendisiyle değil, hayatını ‘fikir-zikir-şükür’ ekseninde güzelleştiren insanların takip ettikleri yollarıyla hemhal olandır. Salih insanların yollarına ram olalım ki, zikir halkalarına inen rahmetten istifade edebilelim. Bakınız Rasulüllah (s.a.v) bu hususta ne buyuruyor:
“-Yeryüzünde zikir meclislerini seyreden meleklere Allah Teâlâ onların halini sorduktan sonra:
-Sizleri şahit tutarak onların hepsini affettim. Bunun üzerine içlerinden bir melek:
-Ya Rabb! İçlerinden biri var ki onlarla beraber ama bir ihtiyaç için aralarında bulunuyor, onu da mı affettin?
Allah Teâlâ:
-Olsun, onlar öyle bir topluluktur ki onlarla oturan asi olmaz, onu da affettim.” (Buharı, Müslim).
Düşünsenize zikir meclisinde dünyalık beklentisi içerisinde olana bile iyilerin yüzü suyu hürmetine affedilebiliyor. Ne diyelim işte görüyorsunuz zikir halkalarında bulunmak böyle bir şeydir, şimdi gel de onlara gıpta etme, ne mümkün. Zikir halkaların sıradan halkalar olmadığı şundan belli ki Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri o halkada bulunanlar hakkında “En edna bir sofinin mensup olduğu tarikatın Silsileyi Şerife’sine ve kutbu'l aktab kabul ettiği mürşidine muhabbetinden dolayı imanını kurtarabileceğini, günaha girse bile küfre girmeyeceğini” gıptayla dile getirmekten kendini alamamıştır.
Keza Yüce Allah (c.c) birbirini sevenler için bakın Hadisi Kutsi de ne diyor:
“-Benim için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu mahşer gününde onları kendi rahmet gölgemde gölgelendireceğim.” (Müslim)
Hatta bir gün Resulü Ekrem (s.a.v) bu hadis-i kutsinin mana ve ruhuna uygun ashabına: ‘Kişi sevdiği ile beraberdir’ (Buharı) diye beyan buyurduğunda, merak bu ya orada bulunan Ebu Zer (r.a) dayanamayıp şöyle sual eylemeden duramayacaktır:
-Ya Resulallah! İyi hoşta, bir insan hayırlı bir cemaati sevdiği halde, onlar gibi ya amel etmez ya da güç yetiremiyorsa onun hakkında ne buyurursunuz?
Resulallah (s.a.v) cevaben şöyle der;
-Ya Ebu Zer! Sen sevdiklerinle beraber olacaksın.
Ebu Zer (r.a):
-Ya Resulallah, şüphesiz Allah ve Resulünü çok seviyorum.
Efendimiz (s.a.v) bunun üzerine en nihayet şöyle kelam eyler:
-Muhakkak ki sen sevdiklerinle berabersin (Buhari).
Tabii şunu unutmayalım ki, burada Allah Resulünün kast ettiği sevgi şeklen telaffuz edilen sevgi değildir, kast edilen ta kalbin derinliklerinde hissedilen sevgidir. Dahası hiç bir dünyevi menfaat beklentisi olmaksızın karşılıksız Allah için sevmek ve sevilmenin adı bir sevgidir bu.
Anlaşılan sevgi asla dünyevi menfaat kabul etmeyen bir iksirdir. Öyle ki, Allah Teâlâ bu manada Peygamberimize:
-Ey Habib’im! Dile ne dilersen dile diye çağrı yaptığında, Efendimiz (s.a.v)’in talebi şu olmuştur:
-Allah’ım sevgini, Seni sevenlerin sevgisine ulaştıracak amellerin sevgisini diliyorum. (Tirmizi)
İşte hakiki sevgi bu nübüvvet kokusu sevgide gizlidir.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/36 ... il-olunmaz
SELİM GÜRBÜZER
Takdir edersiniz ki, Allah dostları Allah’a gidilen yolda sadece vesiledirler. Bunun dışında misyon biçmek başta onlara haksızlık olur elbet. Bakınız Hz. Âdem (a.s) cennet yurdunda yasaklanmış ağacın meyvesini yediğinde kendini bir anda dünyaya inmekte buldu. Ta ki dünya sathında Resul-i i Ekrem (s.a.v)’in ismini vesile edinerekten Allah’tan af diler ancak o zaman tövbesi kabul ediliverir. Elbette ki tevbesi kabul görür, çünkü Yüce Allah (c.c) tüm âlemleri Habib’inin yüzü suyu hürmetine yarattı. Hiç kuşkusuz O’nun isminin geçtiği her mekân ve zaman diliminde iman etmiş hemen herkes payına düşen rahmetten istifade eder de. Nitekim Yüce Allah (c.c) Âdem’i yarattığında “İzzet ve celalime yemin ederim ki, O senin zürriyetinden gelecek en son peygamberdir. Eğer O olmasaydı seni yaratmazdım” diye ferman buyurması bunun en bariz göstergesidir zaten. Yine Yüce Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim’de Habib’inin kıymetini şöyle beyan eder de: "De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan ve esirgeyendir." (Al-i İmran 31)
İşte yukarıda zikrettiğimiz ayetlerden yola çıkarak dualarımızda Habib’inin şefaatine nail olmak için tevessülde bulunuruz da. Niye derseniz, çünkü O bizim Allah’a vasıl olmamıza vesile olacak baş tacımızdır. Hatta vasıl olmamızda bize vesile olacağımıza inandığımız peygamber varisi hükmünde ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimlerde buna dâhildir.
Evet, sakın ola ki vasıl olmak da neymiş deyip es geçmeyelim, Şayet teğet geçersek vesilelere de başvurmaktan imtina ederiz, kendi bildiğimizi okuruz habire. Oysa vesile arayışına koyulmadan vuslata yol alınmayacağı aşikâr. Üstelik vesile arayışı tevessülüde kendi içinde barındıran bir köprü bağdır. Öyle ki bu köprü bağ olmadan, Allah’a vasıl olunmaz da. Malumunuz tevessül şefaatini istemek demektir. Delil mi? Bizatihi Peygamberimiz (s.a.v.)’in şefaatten bahsetmiş olması delil olarak yeter artar da. Şefaatten maksat ise Allah Teâlâ’ya can-ı gönülden münacat edip ümmetin kurtuluşuna vesile olmaktır. İşte bu manada Peygamberimiz (s.a.v) kıyamet günü bilhassa ümmeti için şefaat yetkisini kullanacağını hadis-i şeriflerinde bildiriyor da. Hele ki ümmetinden kurtuluş ümidi kuvvetle muhtemel olan bir ferd ''Ya Resulallah, bana şefaat et'' dediğinde, Allah'ın (c.c) izniyle âlemlere rahmet olarak gönderilen rahmet Peygamberimizin hemen devreye girip şefaat edeceğine inancımız tamdır. Dikkat edin Allah’ın izniyle şefaat dedik, çünkü Allah izin vermediği müddetçe şefaat asla vuku bulmaz. Hakeza Evliyaların tevessül eyleyip vesile olması da öyledir. Ki, tevessül edenin duasının kabül olması tevessül olunanın kerameti olur. Öyle anlaşılıyor ki vesile olmak ister ister tevessül ister himmet etmek yoluyla olsun hiç fark etmez sonuçta tüm bunların kaynağı ve faili hiç şüphesiz Yüce Allah’tır. Besbelli ki ümmetlerin kurtuluşu noktasında Peygamberler ve Evliyalar kaynak değil, sadece vesiledirler. Sanmayın ki Peygamberimiz, Ashab-ı kiram, Büyük evliyalar bu dünyadan göç ettiler diye kaynakta bir anda kesiliverecek. Yok, öyle bir şey, bilakis İmam-ı Gazali Hz.lerinin beyan buyurduğu gibi “ Diriyken tevessül olunan, feyiz alınan zata, öldükten sonra da tevessül edilerek feyiz alınır” (Mişkat) gerçeği her devirde izini iz süren Allah dostları kanalıyla kıyamete dek devam eder de. Hatta kıyamet sonrası da tevessül devam eder dersek maksadımız aşmış sayılmayız Muhammed Hadimi Hz.leri ne buyuruyor: “Peygamberler ve evliya zatlar dünyalarını dar-ı bekaya intikal ettikten sonra da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya yalvararak dua etmeye, tevessül ve istigase etmek denir. Ki, onlar ölünce de mucizeleri ve kerametleri devam eder” (Berika). Zira Allah’ın hazinesi boldur, Öyle ya, peygamberlik kapası kapandı diye tevessül ortadan kalkacak değil ya, bu kez onun izini iz süren evliyalar ne güne duruyor, Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna vesile olmak için devreye girip tevessül yolunu devam ettirecekleri muhakkak. Nitekim Mürşid-i Kâmillerin var oluş nedeni insanları Allah'a yönlendirmek içindir. Yani Allah Dostları, taliplilerine Allah-u Teâlâ’ya nasıl kulluk yapılacağını, nasıl teat edileceğini ve nasıl ibadette bulunacaklarını talim ettirerek Allah-u Teâlâ’ya vasıl olmalarına vesile olmak için varlardır.
Hiç kuşkusuz bir şeye vesile olmak sadece tevbeyle sınırlı değil elbet, daha pek çok durumlarda da vesile oldukları malum. Örnek mi? İşte Halife Hz. Ömer (r.a), Yüce Allah’tan yağmur talebinde bulunduğunda Allah Resulünün amcası Hz. Abbas’ı duasına kataraktan vesile edindiğini müşahede ediyoruz. Öte yandan bir bakıyorsun Yezid b. Muaviye’de teberrüken Dahhak bin Esved’i duasına kataraktan vesile edinirken, yine bir bakıyorsun İmam Şafii’de Bağdat’ta bulundukları sırada İmam-ı Azam’ın merkadına doğru yönelerekten teberrüken onu vesile edinmekte. Nitekim bu husus ‘Hüccetül İslam’ adlı eserde şöyle geçmekte: “İmam-ı Azam Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Zor bir durumda kalınca, kabrine gidip iki rekât namaz kılarak Allah Teâlâ’ya yalvarıp dileğime kavuşuyorum.” İşte tüm bu örnekler bize gösteriyor ki bir insan Halife Ömer’de olsa, âlim bir zatta olsa teberrüken vesilelere başvurup Allah’tan niyazda bulunabilir pekâlâ. Siz bakmayın öyle vesilelere başvurmak da neymiş diyenlerin çığırtkanlığına, onlar itiraz ede dursunlar, bakın İmam Ahmed bin Hanbel, İmam Şafii ismini anaraktan dua ettiğinde oğlu Abdullah’ta itiraz eder etmesine ama aldığı cevap son derece manidardır:
“-Bak oğul! İmam Şafii güneş gibidir, bizim gibi nice yıldızı kuşatır. Onun ismini anaraktan dualarımda vesile edinmeyim de kimi edinim.”
Tabii burada daha da manidar olan hem dua talep eden ismin hem de duaya katılan ismin, yani her iki isminde mezheb imamı olmasıdır. Aman Allah’ım bu ne güzelliktir, düşünsenize ortada ne tevessül edende ne de tevessül olunanda en ufak bir üstünlük kompleksi söz konusu değildir. O âlimse bende âlimim denen hadise ancak kibir abidesi sözde âlim müsveddelerinde olur, ehl-i sünnet âlimlerinin arasında böyle şeyler asla olmaz. Hakeza aynı inceliği, aynı duyarlılığı, aynı hürmeti bir bakıyorsun İmam Ebu’l Hasan Eş Şazeli’nin bizatihi İmamı Gazali Hz.lerini adını anaraktan Rabbul Âlemi’ne münâcâtında da pekâlâ görebiliyoruz. Dolayısıyla hiç kimse durduk yere ahkâm kesip vesile edinmekte neymiş deyip itiraz etmesine gerek yoktur, işte görüyorsunuz vesile edinme erdemliliği iki mezheb imamı arasında görüldüğü gibi iki tasavvufi şahsiyet arasında da yaşanan bir vaka. Kaldı ki farkında olsak da olmasak da dualarımızda “Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine, Sahabe-i kiramın yüzü suyu hürmetine, Enbiya, Evliya ve Şühedanın yüzü suyu hürmetine” diye başlayan ifadelerle dua etmekle aslında bizlerde bir şekilde vesile edinmiş oluyoruz. Besbelli ki vesile edinme hissi yaratılış mayamıza kodlanmış olsa gerek ki dualarımızda ikide bir Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine, Sahabe-i kiramın yüzü suyu hürmetine, Enbiya, Evliya ve Şühedanın yüzü suyu hürmetine demekten kendimizi alamıyoruz. Hele birde başlangıçta gayret bizden Tevfik Allah’tandır azmiyle dualarımıza hürmetine ifadelerle kattığımız Allah katında sevilmişlerin sevilmişi, seçilmişlerin seçilmişi, aynı zamanda naz ve niyaz makamında Salih bir zat ise bak o zaman her an kurtuluşa ve felaha ermemiz imkân dâhilinde diyebiliriz de. Zira Rabbul âlemin bu hususta arayış içerisinde olan kullarını şöyle müjdelemekte: “Ey müminler! Allah’tan korkun ve O’na vesile arayın; O‘nun yolunda cihad ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 35)
Mademki, Yüce Allah (c.c) ayet-i celile de "Sizi Allah'a yaklaştıracak vesileler arayın" buyuruyor, o halde bize vesilelere ve sebeblere başvurmak yaraşır. Hiç kuşkusuz ayette ifade edilen vasıta (vesile) ibaresi umuma şamil ifadedir. Her ne kadar bir takım aklı evveller vesilelere başvurmayı kendine zül addedip Fatiha suresinde geçen ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz’ cümlesini kendi kafalarınca hareket etmek manasına yorumlasalar da kazın ayağı hiçte öyle değildir. Oysa Fatiha suresinde geçen ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz’ ifadesi tekil değil çoğul ifadedir. Dikkat ettiyseniz cümlenin sonunda ‘..isterim’ denmiyor, ‘..isteriz’ denmekte. Yani bu ibarede kendi başına buyrukluk ve tek başınalık vurgusu asla söz konusu değildir, tam aksine hep birlikte birbirimizden güç ve destek alaraktan cemaat vurgusu edasıyla Allah’ın ipine sarılıp yardım dilemek söz konusudur. Daha da bundan öte "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve Sadıklarla beraber olun" (Tevbe 119) ayetinin hükmünce vuslata yolcuk söz konusudur.
Peki, iyi hoşta ‘Vuslata hangi sadık dostla vasıl olunur ki’ denildiğinde, elbette ki Allah’a sadık olan dostla vasıl olunur. Unutmayalım ki, sadık dostu dost edinmek ya da Allah’a giden yolda vesile edinmek asla ulûhiyet edinmek ya da tapınmak değildir, bilakis adetullah ve sünnetullahın gereğini yerine getirmektir. Zaten vesileler Allah’a giden yolda sadece basamaktır. Dahası sıçrama tahtasıdır, dolayısıyla bunun dışında özel bir anlam yükleyip ulûhiyet isnad etmek kimin haddine. Bikere adı üzerinde vesile, yani sebeplere yapışmak manasına tevessülü de içine alan bir kavram. Keza elle tutulmayan gözle görülmeyen aşk, şevgi, muhabbet gibi sübjektif öğelerin her biride soyut vesilelerimizdir. Nitekim Şah-ı Hazne (k.s) “Muhabbet sofilerin bineğidir” derken tamda bu hususa dikkat çekmiştir. O halde daha ne duruyoruz, tez elden Hakka giden yolda muhabbet besleyeceğimiz bir bineğimiz olsun ki, sevgi halkasına tutunabilelim. Ki, tutunacağımız halkanın baş imamı bizatihi Allah Resulünün ta kendisidir. Nitekim Allah Resulü (s.a.v) “Beni anneniz, babanız, evladınız ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe gerçek imanın tadına varamazsınız” diye beyan buyurmakla kendisinde tecelli eden ilahi aşk ve ilahi sevgiyle ümmetinin yoğrulmasını dilemekte. Hatta dilemekle kalmayıp tükenmek bilmeyen bu söz konusu deryayı umman ilahi aşk iksiri sırasıyla Ashabına, Tabiine, Tebe-i tabii’ne, Rabbani âlimlere ve tüm Ümmet-i Muhammed’e derece derece pay edilir de. Nasıl pay edilmesin ki, yaradılanı sevmek bir noktada Allah’ı sevmek gibidir. Madem öyle, Yunus’un “Yaradılanı sev, Yaradan’dan ötürü” deyişini düstur edinmemiz gerekir. Öyle ya, kul olarak şahısların kendisiyle ne alıp verebileceğimiz olabilir ki, bizler ancak şahısların kötü fiillerine buğz edebiliriz, bunun dışında asla. Dikkat edin şahsına suizanda bulunmuyoruz, kötü filline buğz ediyoruz, sonuçta hepimiz beşeriz, şahıslar düşer, kalkar da. Malum, bir düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır. İşte buradan hareketle bir insanın kalıbına ya da şahsına değil fiilleri itibariyle iyiliğine muhabbet etmek, kötülüğüne de buğz etmek düşer bize. Zaten İslam ahlakı da bunu gerektirir. Kaldı ki aklıselim mümin o dur ki; şahısların kendisiyle değil, hayatını ‘fikir-zikir-şükür’ ekseninde güzelleştiren insanların takip ettikleri yollarıyla hemhal olandır. Salih insanların yollarına ram olalım ki, zikir halkalarına inen rahmetten istifade edebilelim. Bakınız Rasulüllah (s.a.v) bu hususta ne buyuruyor:
“-Yeryüzünde zikir meclislerini seyreden meleklere Allah Teâlâ onların halini sorduktan sonra:
-Sizleri şahit tutarak onların hepsini affettim. Bunun üzerine içlerinden bir melek:
-Ya Rabb! İçlerinden biri var ki onlarla beraber ama bir ihtiyaç için aralarında bulunuyor, onu da mı affettin?
Allah Teâlâ:
-Olsun, onlar öyle bir topluluktur ki onlarla oturan asi olmaz, onu da affettim.” (Buharı, Müslim).
Düşünsenize zikir meclisinde dünyalık beklentisi içerisinde olana bile iyilerin yüzü suyu hürmetine affedilebiliyor. Ne diyelim işte görüyorsunuz zikir halkalarında bulunmak böyle bir şeydir, şimdi gel de onlara gıpta etme, ne mümkün. Zikir halkaların sıradan halkalar olmadığı şundan belli ki Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri o halkada bulunanlar hakkında “En edna bir sofinin mensup olduğu tarikatın Silsileyi Şerife’sine ve kutbu'l aktab kabul ettiği mürşidine muhabbetinden dolayı imanını kurtarabileceğini, günaha girse bile küfre girmeyeceğini” gıptayla dile getirmekten kendini alamamıştır.
Keza Yüce Allah (c.c) birbirini sevenler için bakın Hadisi Kutsi de ne diyor:
“-Benim için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu mahşer gününde onları kendi rahmet gölgemde gölgelendireceğim.” (Müslim)
Hatta bir gün Resulü Ekrem (s.a.v) bu hadis-i kutsinin mana ve ruhuna uygun ashabına: ‘Kişi sevdiği ile beraberdir’ (Buharı) diye beyan buyurduğunda, merak bu ya orada bulunan Ebu Zer (r.a) dayanamayıp şöyle sual eylemeden duramayacaktır:
-Ya Resulallah! İyi hoşta, bir insan hayırlı bir cemaati sevdiği halde, onlar gibi ya amel etmez ya da güç yetiremiyorsa onun hakkında ne buyurursunuz?
Resulallah (s.a.v) cevaben şöyle der;
-Ya Ebu Zer! Sen sevdiklerinle beraber olacaksın.
Ebu Zer (r.a):
-Ya Resulallah, şüphesiz Allah ve Resulünü çok seviyorum.
Efendimiz (s.a.v) bunun üzerine en nihayet şöyle kelam eyler:
-Muhakkak ki sen sevdiklerinle berabersin (Buhari).
Tabii şunu unutmayalım ki, burada Allah Resulünün kast ettiği sevgi şeklen telaffuz edilen sevgi değildir, kast edilen ta kalbin derinliklerinde hissedilen sevgidir. Dahası hiç bir dünyevi menfaat beklentisi olmaksızın karşılıksız Allah için sevmek ve sevilmenin adı bir sevgidir bu.
Anlaşılan sevgi asla dünyevi menfaat kabul etmeyen bir iksirdir. Öyle ki, Allah Teâlâ bu manada Peygamberimize:
-Ey Habib’im! Dile ne dilersen dile diye çağrı yaptığında, Efendimiz (s.a.v)’in talebi şu olmuştur:
-Allah’ım sevgini, Seni sevenlerin sevgisine ulaştıracak amellerin sevgisini diliyorum. (Tirmizi)
İşte hakiki sevgi bu nübüvvet kokusu sevgide gizlidir.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/36 ... il-olunmaz
En son alperen tarafından 08 Oca 2020, 13:25 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
- caretta_caretta
- Yeni Üye
- Mesajlar: 18
- Kayıt: 22 Ağu 2008, 23:00
Re:
Allah (cc) razı olsun.Onların şefaatini bizlere nasip eylesin.Allah Mahşer günü o ulu sancağın altında onlarla durmayı nasip eylesin.Huzur içinde yatsınlar İnşallah..
AŞK-I BENDİ
AŞK-I BENDİ
SELİM GÜRBÜZER
Kalpten kalbe ince bir yolun var olduğu şundan belli ki, sevda ateşiyle yanıp tutuşanın kalbi diğer kalbe aks edebiliyor. Bu yüzden sevgi için tutku gözlerle sevdiğine tutulmak denirken, aşk içinde bu tutkunun kalbe sirayet etmesi denmekte. Hele bir insan kalbinde sevda ateşi yakmaya görsün, kalbin sahibi Allah’ın ismi tecelli eder de. Hatta tecelli eden bu İsm-i Celil sayesinde o insan Allah’ın sevgili kulu olarak layık görülür bile
Bakın, Cibril Emin Allah-ü Teâlâ’ya:
-Ya Rabb! Senin yüce katında en makbul kulun kim diye sual eder.
Allah Teâlâ:
-Falan şehirde, filan yerde bir köprü var, oradan ilk geçeni gördüğün adamdır diye beyan buyurur.
Cibril Emin denilen yere gelir ve kendi halinde fakir bir adamı omzunda bir iple odun toplamaya koyulmuş halde görür. Tam o sırada adamcağız odunları sırtlamak üzereyken o arada üzerine üzerine gelen atlı bir süvarinin atıyla birlikte tepetaklak yuvarlanıp yere çakıldığına şahit olur. Derken atlı süvari yerinden doğrulduğunda başlar adamcağızı dövmeye. Böylece adamcağızı döverek hırsını çıkardıktan sonra tekrar yola koyulmak için atına biner. Fakat o fakir adam, yol vermeyecektir, atın yularından tutup süvariye şöyle der:
-Biliyorum başına gelenler benim yüzümden oldu, ne olur bana hakkını helal ediniz, helal etmezseniz inanın atın yularını bırakmam.
Süvari çattık belaya dercesine:
-Tamam, helal ettim der.
Böylece adamcağız atın yularını bırakıp süvariyi uğurlayıverir.
Tabi, süvari çekip gittikten sonra, bu kez adamcağızın yanına Cibril Emin sokulup o adama şöyle der:
-Bak, eğer bana Cibril Emin’in yerini söylemezsen az önceki atlıdan daha seni beter hale getiririm bunu bilesin. Hiç şakası yok seni şu köprüden aşağı atarım.
Adam bu sözler karşısında tir titrer de. Hani gelen gideni aratır ya, aynen sözün sahibi az önce çekip giden süvariden de çetin ceviz. Cevaben:
-Peki der. Ve akabinde biçare halde gözlerini kapar derin bir murakabeye dalar. Ardından der ki;
-Bütün yer ve gök tabakalarını taradım kala kala sadece ikimiz kaldık, ben Cibril Emin olmadığıma göre, o sensin.
Cibril Emin tebessüm ederekten:
-Allah indindeki makbul kulluğun sana mübarek olsun. Hakkını helal edin, buraya geliş maksadım da Allah’ın sevgili kulu olduğunu müjdelemek içindi deyip gönül rahatlığı içiresinde oradan ayrılır.
Şayet her kıssadan bir hisse almak diye bir derdimiz varsa işte bu anlatılan kıssada ziyadesiyle bizim istifade edeceğimiz pek çok ibretlik dersler var elbet. Öyle anlaşılıyor ki; ilk çıkaracağımız ders şu olmalı: Allah’ın sevgili kulu olabilmek. Hele Allah’ın sevgili kulu olduğumuzu bir düşünün, değil insanı incitmek, yerde ki karıncayı bile incitmekten imtina eder hale geliriz.
Hiç kuşkusuz incitmek çok hoş bir tutum değil. Hele ki incitilen birde Allah’ın sevgili kulu bir müminse, vay o inciten insanın haline. Çünkü incittiği sıradan bir insan değil, bilakis bir kutsi hadiste Yüce Allah’ın (c.c) “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” diye övdüğü mümin insandır.
Zira Yunus’un dile getirdiği dizelerde Allah indinde övülen mümin gönlü:
Çalab’ın tahtı gönüle Çalap bahtı
İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkar ise” şeklinde değer bulur da. Hem nasıl değer bulmasın ki, baksanıza dizenin birinci kısmında cümle mahlûkat içerisinde sadece mümin insanın gönlü Yüce Allah’ın tahtı olarak kayda değer olarak addedilirken, dizenin ikinci kısmında ise her kim gönül yıkarsa akıbetinin bedbaht olacağı açık açık vurgulanmakta. Hatta Yunus böyleleri için:
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil” deyip yüzüne çarpmayı ihmal etmez de.
Derken, Yunus en nihayetin noktayı şöyle koyar:
“Yunus der ki ey Hoca istersen var bin hacca
Hepsinden eyice bir gönüle girmektir.”
Ne diyelim, işte görüyorsunuz Yunus yerden göğe haklıdır, tüm derdimiz ve davamız gönül yapmak olmalıdır.
Evet, mısraların diline baktığımızda öyle anlaşılıyor ki gönül fethi çok mühim. Ki, Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle beyan buyurur: “Ey Resulüm! O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba davranışlı ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar etrafında dağılıp giderlerdi. O halde onların kusurlarını affet, bağışlanmaları için dua et. İşlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da, Allah’a güven. Çünkü Allah, tevekkül edip kendine sığınanları sevmektedir” (Al-i İmran, 199). Gerçektende bu ayeti celilenin mana ve ruhuna kendimizi odakladığımızda Allah-ü Teâlâ’nın Kâbe’yi İbrahim’e ve İsmail’e temiz tutmaları için emir verip peygamberine ne için ‘Halil İbrahim' dediğini, hakeza tüm yarattığı kalpler için değil de niçin sadece müminlerin kalbi için 'Beyti Celil' (Kalp Kâbe’si) dediğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Malumunuz Kâbe maddi cihetiyle taş ve toprakla işlenmiş bir kutsi mekân olup manevi cihetiyle de Yücelerden ruh üflenmiş kuts-i bir makamdır. Hani kalp kalbe karşıdır denilir ya hep, aynen öylede hakiki müminin kalbide Kâbe’ye doğru atar hep. Öyle ki, Efendimiz (s.a.v) bu kutsi makam karşısında; “Sen ne güzelsin, kokunda ne hoştur. Yemin olsun ki, müminin hürmet ve kıymeti senin hürmetinden daha büyüktür. Şüphesiz Allah sende bir şeyi haram kıldı, seni haram bölgesi yaptı. Fakat mümin üç şeyini haram kıldı; malını, kanını ve şerefini.. Birde mümin hakkında kötü zan beslemeyi yasakladı” (İbn-i Mace) demekten kendini alamaz da.
Belli ki, kâinatın yaratılış mayasında aşk-ı bendi vardır. Şayet yaratılışta aşk mayası olmasa onca yaratılanlar arasında kötülerin yaşamalarına fırsat verilir miydi? Ta ki yeryüzünde Allah diyen mümin kalmaz, işte o zaman yaşamasına fırsat verilmeyecektir. Yani bu demektir ki, kıyamet kötülerin üzerine kopacaktır.
Evet, yanlış duymadınız, kıyamet Aşk-ı bendilerin üzerine kopmayacak, kötülerin üzerine kopacak. Malumunuz, kötülerin görüp göreceği cennet yaşayıp soluk aldığımız dünyadır zaten. Ama gün gelir çok güvendikleri dünya başlarına geçip bu kez kendilerine cehennem olacaktır. Hatta dünyada iken sırça köşklerde tepeden bakıp hor gördükleri aşk-ı bendilerin hatırı olmasaydı daha da erken cehennemi boylayacaklardı. Dedik ya, Yüce Allah bir yere kadar mühlet vermekte, yoksa şimdiye kadar çoktan gök kubbe başlarına çökmüştü bile. Öyle anlaşılıyor ki, kötülerin bir hesabı varsa, Yüce Allah’ında elbet bir hesabı vardır, vakti zamanı geldiğinde o hesab tecelli eder de. Şu bir gerçek, ama bu dünyada, ama ahirette hiç fark etmez eninde sonunda bu işin kazananı aşk-ı bendi hayatı yaşayanlar olacaktır. Örnek mi? İşte Nemrud, İbrahim (a.s)’ı ateş attı da ne oldu, İbrahim (a.s)’ın aşk-ı bendisi galip gelip, içine attıkları ateş hem serinlik olur hem de gül bahçesi. Madem öyle; aşk-ı bendi olmak gerektir. Ama nasıl? Malum hepimizin bildiği Leyla ile Mecnun hikâyesini birde Aşk-ı bendi yönünden şöyle kurguladığımızı düşünelim:
Mecnun, Leyla’ya çok vurgundur. Öyle ki evinin önünde habire gezinip dolaşmaktan kendini alamaz da. Merak bu ya, yoldan geçenler hemen:
-Adın ne diye sorarlar.
Aldıkları cevap çok şaşırtıcıdır. Çünkü Mecnun adını:
-Leyla olarak dile getirir.
İşte Aşk-ı bendi budur. Öyle ya, bir insan âşıksa her gördüğü ve her işittiği varlığı Leyla olarak algılaması gayet tabiidir. Düşünsenize adamlar adını soruyorlar. Mecnunun zihneninde tek kalan isim var, o da Leyla’dan başkası değildir. Hakeza hikâyeyi biraz daha farklı şekilde kurguladığımızda, varsayalım ki yoldan geçenler bu kez Mecnunun habire Leyla’nın barındığı evin duvarına saatlerce habire bakıp durduğunu görmüş olsunlar. İster istemez adamlar kendilerine eğlenecek bir malzeme bulmuşçasına:
-Ey Bre adam! Ne diye aval aval duvara bakıp düşünürsün diye alay konusu edeceklerdir.
Onlar alay ede dursunlar, Mecnun’un vereceği cevap son derece manidardır:
- Ben duvara değil duvarın arka yüzündekini düşünürüm. Nitekim bu manidar cevap bir anda kahkahalarının kesilmesini beraberinde getirir de.
İşte yukarıda kurgu halinde sunduğumuz her iki örnek aslında kurgudan öte her aşk-ı bendinin başına gelebilecek türden aşkın ta kendisi örneklerdir zaten. Düşünsenize kurguladığımız örneklerin gerçek yanı olmasa Mecnun her gittiği yerde ikide bir Leyla, Leyla diye sayıklayıp kendini deli divane bir halde çöllere hiç düşürür müydü? Tabii ki burada deli divane derken, kastımız bildik o klinik delilik değil elbet, bilakis ‘Deli olunmadan, Veli olunmaz’ manasına deli divaneliktir bu. Nitekim Mecnun çöllere düştüğünde bu kez Leyla ardına düştüğünde:
-Ben Leyla der.
Tabi Mecnun bu ses karşısında hiç oralı olmaz.
Leyla, bir kez daha:
-İyi bak, ben Leyla der.
Mecnun bu ya, cevaben:
-Hayır, ben aradığım Leyla’mı çoktan buldum bile, sen asla Leyla değilsin der.
İşte ilahi aşk budur. Kelimenin tam anlamıyla zahiri aşktan manevi aşka geçmenin adıdır ilahi aşk. Hele bir insan gönlünü maşuka kaptırmaya bir görsün, tutku gözlerle yolunu gözlediği o sevgilinin barındığı mekânın etrafında uçuşan sineklerin vızıltısı bile gönlünde aşk nağmesi olarak yankı bulur da.
Anlaşılan o ki, cümle âlem içerisinde tüm sevda yürekli Aşk-ı bendileri Mevla’sına kavuşturacak tek iksir aşk imiş. Nasıl aşk iksir olmasın ki, bir bakıyorsun bu aşk iksiri, İbrahim Ethem’e tacı tahtı terk ettirirken, Derviş Yunus’u da köyünden çıkarıp “Bir ben var, birde benden içeri” aşkıyla yürü yürü diye yollara revan edebiliyor. Keza yine bir bakıyorsun Ferhat, yüreğinde yanan sevda ateşiyle Şirin uğruna dağları delebiliyor.
O halde tüm bu örneklerden hareketle rahatlıkla şu sonuca vardığımızı dile getirebiliriz: Her şeyden önce bir insan Aşk-ı bendiyi zahiren yaşaması gerekir ki, ilahi aşk basamaklarına adım atılabilsin. Nasıl mı? Elbette ki, devamındaki basamaklara tasavvufi açıdan baktığımızda:
-Allah için tasavvuf yoldaşına muhabbet duyup 'Fena Fil İhvan aşk-ı bendi ' hayatı yaşamakla,
-Mürşidine olan derin muhabbet besleyerekten 'Fena Fiş Şeyh aşk-ı bendi ' bir hayat yaşamakla,
-Allah Resulünün şefaatine mazhar olacak derecede deruni bir muhabbet besleyip 'Fena fi'r Resul aşk-ı bendi ' hayatı yaşamakla,
-Yüce Allah’a sözde değil hakiki manada abd olacak derecede muhabbet besleyip 'Fenafillâh ve Bekabillah aşk-ı bendi ' hayatı yaşamakla ancak ilahi aşka ulaşılabilmekte.
Evet, manevi cihetiyle Allah’a ulaşmada ilk basamak birbirimizi Allah için sevmekle başlıyor, bunun bir üstünde, yani ikinci aşamasında Allah Resulünün izinden iz süren Rabbani âlimlere derin muhabbet besleyerekten kendimizi aşmak vardır. Bununda üstünde, yani üçüncü aşamasında bizatihi Allah Resulünün Nübüvvet Gül kokusunda sevdalanarak kendimizi aşmak vardır. Dördüncü ve beşinci aşamalarında ise Yüce Allah’ın sıfatlarının tecelli daireleri içerisinde marifetullah ve hakikat deryasında kendimizi aşıp en nihayetinde Hakka vasıl olmak vardır.
Peki, iyi hoşta yukarıda bahsedilen manevi aşamaların maddi veçhesi nedir diye bir sual edildiğinde, hiç kuşkusuz bunun cevabını bizatihi Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatının hemen her safhasında görmek mümkün. Nitekim Allah Resulü Aşk-ı bendinin maddi inşasını önce gönüllerde ‘el Emin’ sıfatıyla taht kurarak temelini attı. Sonrasında malum Bedir, Uhud, Hendek derken Mekke’nin Fethiyle birlikte Kâbe’de inanan kalpleri tek yürek yapıp Din-i Mübini kemale erdirerek nihayetlendirdi. İşte Din-i Mübinin kemal bulduğu o günlerden bugünlere geldiğimizde Allah’a çok şükürler olsun ki tüm müminlerin gönüllerinde Nübüvveti aşk-ı bend sevdası hala taptazeliğini koruyor da. Öyle ki, Kâbe her yıl dünyanın dört bir yanından akın akın gelen milyonlarca Müslüman’lara ev sahipliği yapmanın ötesinde farklı kavim ve ırkların kaynaştığı, aynı zamanda dillerin kelime de birleştiği, yani Allah adında (Lafza-i Celal isminde) ittifak ettiği tek kutsi mekânımızdır. Bundan da öte kalpler taş kesilmesin diye taşın kalp kesildiği kutsi mekânın adıdır Kâbe. Öyle ümit ediyoruz ki, kıyamete dek Allah’ın beyti Kâbe’ye olan aşk-ı bendimiz tükenmeyip kalplerimiz taş kesilmeyecekte. Buna inancımız tamdır, bu böyle biline.
Her ne kadar şer odakları boş durmayıp işgale kalkıştıkları ülkelerde güya Müslümanların kalplerindeki Aşk-ı bendilerini yok edeceklerini sanıp taşlaştırmaya çalışsalar da, bunu başaramayacaklardır. Hele ki Müslümanlar Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında yekvücut oldukları müddetçe hiç durduk yere endişelenmeye mahal yok, gönüllerde halen taptazeliğini koruyan o Nübüvvet-i aşk-ı bendilerini hiçbir karanlık güç asla söküp atamayacaktır. Hakeza Müslümanlar olarak şayet Allah Resulü ve O’nun izini iz süren Aşk-ı bendilerin yolunu yol bilip onların bakışlarındaki parıldayan ilahi ışıkla gönül dünyamızı iri ve diri tutabiliyorsak, biliniz ki Şairin ‘Gün doğmuş, Gün batmış, Ebed bizimdir’ dediği bir rüya değil, hakikatin ta kendisi olacaktır elbet. Yeter ki, yaşanılan her çağda âşıklar maşuksuz, maşuklar âşıksız kalmasın yine Şairin “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir” dediği aydınlık yarınlar er ya da geç yerini bulacaktır. Hem nasıl söz yerini bulmasın ki, bikere her şeyden önce bu hususta Yüce Allah’ın bizlere vaadi var; Nurumu tamamlayacağım diye. İşte bu nedenle dedik ya, hiç endişelenmeye mahal yoktur, bizim üzerimize düşen sorumluluk Aşk-ı bendisiz Müslümanlık anlayışıyla veya itikad, ibadet ve ihsandan yoksun bir Aşk-ı bendilik anlayışıyla hayatımızı zindana çevirmemektir. Mümin için aslolan hem dinin temel direkleri olan ‘itikad, ibadet ve ihsan’dan oluşan üçlü sacayaklarını hem de Aşk-ı bendisini muhafaza ve müdafaa edebilmesidir. Ki, bu temel direklerimiz ve Aşk-ı bendimiz etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz bize hayat veren can damarlarımızdır. Allah korusun bize hayat veren can damarlarımızdan biri koptuğu zaman ortada ne Müslümanlığımız kalır, ne de Aşk-ı bendimiz. O halde neydik edip itikadsa itikad, ibadetse ibadet, ihsansa ihsan, Aşk-ı bendiyse Aşk-ı bendice yaşamak gerekir ki hayat damarlarımızla olan bağımız kopuvermesin. Aksi halde bize hayat veren can suyu damarlarımızı kıyamete dek taze, iri ve diri olarak tutamayız. Malumunuz Allah Resulünün dar-ı bekaya göçüyle birlikte Nübüvvet Gül kokusunu koklamayalı epey üzerinden hasretlik dönemler geçti. Her ne kadar her geçirilen hasretlik dönemlerde müminler Nübüvvet-i Gül koksundan yoksun bir halde kendilerini öksüz hissetseler de, ama sonradan şunu anladık ki, bizi şimdiye kadar ayakta tutan yegâne güç kaynağı Gül’e olan hasret duygu seli ve gönlümüzde yanıp tutuşan Aşk-ı bendi meşalesiymiş meğer. Düşünsenize bizi ayakta tutan bu kadarcık hasretimizi bile bize çok gören bir takım karanlık mihraklar, bu kez gönüllerde bir türlü sönüp tükenmek bilmeyen Aşk-ı bendi meşalemize göz dikmiş durumdalar. Ama hiç boşa heveslenmesinler, unuttukları bir şey var ki, bedenlere topla, silahla, bombayla hâkim olunabiliyor ama gönüllere öyle bedenler gibi asla hâkim olunamaz. Çünkü biri görünen fiziki güç, diğeri ise görünmeyen Bâtıni güçtür. Görünen güç bir yere kadar gücünü devam ettirebilirken, görünmeyen güç ise sonsuzluğa vurgunluğu ta ezelde ebediyetlik kazanmış bir güçtür. İşte ta ezelde Ümmet-i Muhammed’in tutku gözlerinde ebediyetlik kazanan bu hissi güç şer odaklarının uykularını kaçırmaya yeter artar da. Zaten biz biliyoruz ki, zulüm asla payidar olamaz. Şu dünyada pusatsızda kalınsa er ya da geç kazanan dünyanın dört bir yanında zulme ve gadre uğramış Müslümanların gözyaşı damlaları kazanacaktır. Kaldı ki tarih bugüne dek sevgiyi yenen bir güce ne tanık olabildi ne de yazabildi. Yazamaz da zaten. Hele tarihten bugüne onca akıtılan gözyaşı damlalarının birikip sel haline geldiğini bir düşünün, bak asıl tarihe nasıl not düşülür o zaman sen gör kızılca kıyameti. Tüm Mazlumlar adeta karşılarına “Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım” misali bir güç olarak çıkarda. Bakmayın siz öyle aşk-ı bendilerin yumuşak huylu görünmelerine. Yeri geldiğinde bir bakmışsın uysal koyun olmaktan çıkıp kadife eldiven içinde demir yumruk olurlar da. Yeter ki, aşk-ı bendiler yüreklerinde saklı tuttukları sevda ateşine halel getirmesinler icabında kendilerine örnek aldıkları Derviş Yunusun mısralarında zikredilen:
“Derviş bağrı baş gerek
Gözü Dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Sen derviş olamazsın
***
Döğene elsiz gerek
Söğene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın” şeklinde anlam kazanan Erenimsi Yunuscasına sevgiden anlamayanlara karşı gerektiğinde:
“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum,
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum,
Kanayan bir yara gördün mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim” şeklinde kükremiş aslan kesilip Mehmet Akif haykırışıyla Yavuzcasına alp olunur da.
Hem kaldı ki, bizim Yunusi sevgimizden ve Yavuzi haykırış duruşumuzdan ders çıkarmasalar ne olur ki, bizim açımızdan önemli olan tıpkı namazda aynı safta omuz omuza yan yana olduğumuz gibi ümmetin yekvücut bir olması çok mühimdir. Malum, birlikten kuvvet doğar. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) bu hususta ümmetine şu öğütte bulunmayı ihmal etmez de: “Birbirinizi tam sevmedikçe tam manasıyla iman etmiş olamazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yayın.”
Öyle ya, madem Allah Resulü ümmetine böyle öğüt vermiş, o halde daha neyi bekliyoruz, oyalanmaya gerek yok, derhal ümmet olarak her birimize ‘Salatullah, Selamullah Aleyke Ya Resulalah, Salatullah, Selamullah Aleyke Ya Habiballah‘ nidaları eşliğinde Medine’nin yollarında güller açmış Ravzasında Aşk-ı bendimizi tazelemek düşer. Nasıl ki sünnetullah gereği olarak tövbemizi sık sık tazeliyorsak, aynen Aşk-ı bendimizi de sık sık tazelememiz icab eder. Buna mecburuz da. Çünkü Allah Resulü “Amellerinizin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir” diye beyan buyurmakta.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3871/ask-i-bendi
SELİM GÜRBÜZER
Kalpten kalbe ince bir yolun var olduğu şundan belli ki, sevda ateşiyle yanıp tutuşanın kalbi diğer kalbe aks edebiliyor. Bu yüzden sevgi için tutku gözlerle sevdiğine tutulmak denirken, aşk içinde bu tutkunun kalbe sirayet etmesi denmekte. Hele bir insan kalbinde sevda ateşi yakmaya görsün, kalbin sahibi Allah’ın ismi tecelli eder de. Hatta tecelli eden bu İsm-i Celil sayesinde o insan Allah’ın sevgili kulu olarak layık görülür bile
Bakın, Cibril Emin Allah-ü Teâlâ’ya:
-Ya Rabb! Senin yüce katında en makbul kulun kim diye sual eder.
Allah Teâlâ:
-Falan şehirde, filan yerde bir köprü var, oradan ilk geçeni gördüğün adamdır diye beyan buyurur.
Cibril Emin denilen yere gelir ve kendi halinde fakir bir adamı omzunda bir iple odun toplamaya koyulmuş halde görür. Tam o sırada adamcağız odunları sırtlamak üzereyken o arada üzerine üzerine gelen atlı bir süvarinin atıyla birlikte tepetaklak yuvarlanıp yere çakıldığına şahit olur. Derken atlı süvari yerinden doğrulduğunda başlar adamcağızı dövmeye. Böylece adamcağızı döverek hırsını çıkardıktan sonra tekrar yola koyulmak için atına biner. Fakat o fakir adam, yol vermeyecektir, atın yularından tutup süvariye şöyle der:
-Biliyorum başına gelenler benim yüzümden oldu, ne olur bana hakkını helal ediniz, helal etmezseniz inanın atın yularını bırakmam.
Süvari çattık belaya dercesine:
-Tamam, helal ettim der.
Böylece adamcağız atın yularını bırakıp süvariyi uğurlayıverir.
Tabi, süvari çekip gittikten sonra, bu kez adamcağızın yanına Cibril Emin sokulup o adama şöyle der:
-Bak, eğer bana Cibril Emin’in yerini söylemezsen az önceki atlıdan daha seni beter hale getiririm bunu bilesin. Hiç şakası yok seni şu köprüden aşağı atarım.
Adam bu sözler karşısında tir titrer de. Hani gelen gideni aratır ya, aynen sözün sahibi az önce çekip giden süvariden de çetin ceviz. Cevaben:
-Peki der. Ve akabinde biçare halde gözlerini kapar derin bir murakabeye dalar. Ardından der ki;
-Bütün yer ve gök tabakalarını taradım kala kala sadece ikimiz kaldık, ben Cibril Emin olmadığıma göre, o sensin.
Cibril Emin tebessüm ederekten:
-Allah indindeki makbul kulluğun sana mübarek olsun. Hakkını helal edin, buraya geliş maksadım da Allah’ın sevgili kulu olduğunu müjdelemek içindi deyip gönül rahatlığı içiresinde oradan ayrılır.
Şayet her kıssadan bir hisse almak diye bir derdimiz varsa işte bu anlatılan kıssada ziyadesiyle bizim istifade edeceğimiz pek çok ibretlik dersler var elbet. Öyle anlaşılıyor ki; ilk çıkaracağımız ders şu olmalı: Allah’ın sevgili kulu olabilmek. Hele Allah’ın sevgili kulu olduğumuzu bir düşünün, değil insanı incitmek, yerde ki karıncayı bile incitmekten imtina eder hale geliriz.
Hiç kuşkusuz incitmek çok hoş bir tutum değil. Hele ki incitilen birde Allah’ın sevgili kulu bir müminse, vay o inciten insanın haline. Çünkü incittiği sıradan bir insan değil, bilakis bir kutsi hadiste Yüce Allah’ın (c.c) “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” diye övdüğü mümin insandır.
Zira Yunus’un dile getirdiği dizelerde Allah indinde övülen mümin gönlü:
Çalab’ın tahtı gönüle Çalap bahtı
İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkar ise” şeklinde değer bulur da. Hem nasıl değer bulmasın ki, baksanıza dizenin birinci kısmında cümle mahlûkat içerisinde sadece mümin insanın gönlü Yüce Allah’ın tahtı olarak kayda değer olarak addedilirken, dizenin ikinci kısmında ise her kim gönül yıkarsa akıbetinin bedbaht olacağı açık açık vurgulanmakta. Hatta Yunus böyleleri için:
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil” deyip yüzüne çarpmayı ihmal etmez de.
Derken, Yunus en nihayetin noktayı şöyle koyar:
“Yunus der ki ey Hoca istersen var bin hacca
Hepsinden eyice bir gönüle girmektir.”
Ne diyelim, işte görüyorsunuz Yunus yerden göğe haklıdır, tüm derdimiz ve davamız gönül yapmak olmalıdır.
Evet, mısraların diline baktığımızda öyle anlaşılıyor ki gönül fethi çok mühim. Ki, Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle beyan buyurur: “Ey Resulüm! O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba davranışlı ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar etrafında dağılıp giderlerdi. O halde onların kusurlarını affet, bağışlanmaları için dua et. İşlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da, Allah’a güven. Çünkü Allah, tevekkül edip kendine sığınanları sevmektedir” (Al-i İmran, 199). Gerçektende bu ayeti celilenin mana ve ruhuna kendimizi odakladığımızda Allah-ü Teâlâ’nın Kâbe’yi İbrahim’e ve İsmail’e temiz tutmaları için emir verip peygamberine ne için ‘Halil İbrahim' dediğini, hakeza tüm yarattığı kalpler için değil de niçin sadece müminlerin kalbi için 'Beyti Celil' (Kalp Kâbe’si) dediğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Malumunuz Kâbe maddi cihetiyle taş ve toprakla işlenmiş bir kutsi mekân olup manevi cihetiyle de Yücelerden ruh üflenmiş kuts-i bir makamdır. Hani kalp kalbe karşıdır denilir ya hep, aynen öylede hakiki müminin kalbide Kâbe’ye doğru atar hep. Öyle ki, Efendimiz (s.a.v) bu kutsi makam karşısında; “Sen ne güzelsin, kokunda ne hoştur. Yemin olsun ki, müminin hürmet ve kıymeti senin hürmetinden daha büyüktür. Şüphesiz Allah sende bir şeyi haram kıldı, seni haram bölgesi yaptı. Fakat mümin üç şeyini haram kıldı; malını, kanını ve şerefini.. Birde mümin hakkında kötü zan beslemeyi yasakladı” (İbn-i Mace) demekten kendini alamaz da.
Belli ki, kâinatın yaratılış mayasında aşk-ı bendi vardır. Şayet yaratılışta aşk mayası olmasa onca yaratılanlar arasında kötülerin yaşamalarına fırsat verilir miydi? Ta ki yeryüzünde Allah diyen mümin kalmaz, işte o zaman yaşamasına fırsat verilmeyecektir. Yani bu demektir ki, kıyamet kötülerin üzerine kopacaktır.
Evet, yanlış duymadınız, kıyamet Aşk-ı bendilerin üzerine kopmayacak, kötülerin üzerine kopacak. Malumunuz, kötülerin görüp göreceği cennet yaşayıp soluk aldığımız dünyadır zaten. Ama gün gelir çok güvendikleri dünya başlarına geçip bu kez kendilerine cehennem olacaktır. Hatta dünyada iken sırça köşklerde tepeden bakıp hor gördükleri aşk-ı bendilerin hatırı olmasaydı daha da erken cehennemi boylayacaklardı. Dedik ya, Yüce Allah bir yere kadar mühlet vermekte, yoksa şimdiye kadar çoktan gök kubbe başlarına çökmüştü bile. Öyle anlaşılıyor ki, kötülerin bir hesabı varsa, Yüce Allah’ında elbet bir hesabı vardır, vakti zamanı geldiğinde o hesab tecelli eder de. Şu bir gerçek, ama bu dünyada, ama ahirette hiç fark etmez eninde sonunda bu işin kazananı aşk-ı bendi hayatı yaşayanlar olacaktır. Örnek mi? İşte Nemrud, İbrahim (a.s)’ı ateş attı da ne oldu, İbrahim (a.s)’ın aşk-ı bendisi galip gelip, içine attıkları ateş hem serinlik olur hem de gül bahçesi. Madem öyle; aşk-ı bendi olmak gerektir. Ama nasıl? Malum hepimizin bildiği Leyla ile Mecnun hikâyesini birde Aşk-ı bendi yönünden şöyle kurguladığımızı düşünelim:
Mecnun, Leyla’ya çok vurgundur. Öyle ki evinin önünde habire gezinip dolaşmaktan kendini alamaz da. Merak bu ya, yoldan geçenler hemen:
-Adın ne diye sorarlar.
Aldıkları cevap çok şaşırtıcıdır. Çünkü Mecnun adını:
-Leyla olarak dile getirir.
İşte Aşk-ı bendi budur. Öyle ya, bir insan âşıksa her gördüğü ve her işittiği varlığı Leyla olarak algılaması gayet tabiidir. Düşünsenize adamlar adını soruyorlar. Mecnunun zihneninde tek kalan isim var, o da Leyla’dan başkası değildir. Hakeza hikâyeyi biraz daha farklı şekilde kurguladığımızda, varsayalım ki yoldan geçenler bu kez Mecnunun habire Leyla’nın barındığı evin duvarına saatlerce habire bakıp durduğunu görmüş olsunlar. İster istemez adamlar kendilerine eğlenecek bir malzeme bulmuşçasına:
-Ey Bre adam! Ne diye aval aval duvara bakıp düşünürsün diye alay konusu edeceklerdir.
Onlar alay ede dursunlar, Mecnun’un vereceği cevap son derece manidardır:
- Ben duvara değil duvarın arka yüzündekini düşünürüm. Nitekim bu manidar cevap bir anda kahkahalarının kesilmesini beraberinde getirir de.
İşte yukarıda kurgu halinde sunduğumuz her iki örnek aslında kurgudan öte her aşk-ı bendinin başına gelebilecek türden aşkın ta kendisi örneklerdir zaten. Düşünsenize kurguladığımız örneklerin gerçek yanı olmasa Mecnun her gittiği yerde ikide bir Leyla, Leyla diye sayıklayıp kendini deli divane bir halde çöllere hiç düşürür müydü? Tabii ki burada deli divane derken, kastımız bildik o klinik delilik değil elbet, bilakis ‘Deli olunmadan, Veli olunmaz’ manasına deli divaneliktir bu. Nitekim Mecnun çöllere düştüğünde bu kez Leyla ardına düştüğünde:
-Ben Leyla der.
Tabi Mecnun bu ses karşısında hiç oralı olmaz.
Leyla, bir kez daha:
-İyi bak, ben Leyla der.
Mecnun bu ya, cevaben:
-Hayır, ben aradığım Leyla’mı çoktan buldum bile, sen asla Leyla değilsin der.
İşte ilahi aşk budur. Kelimenin tam anlamıyla zahiri aşktan manevi aşka geçmenin adıdır ilahi aşk. Hele bir insan gönlünü maşuka kaptırmaya bir görsün, tutku gözlerle yolunu gözlediği o sevgilinin barındığı mekânın etrafında uçuşan sineklerin vızıltısı bile gönlünde aşk nağmesi olarak yankı bulur da.
Anlaşılan o ki, cümle âlem içerisinde tüm sevda yürekli Aşk-ı bendileri Mevla’sına kavuşturacak tek iksir aşk imiş. Nasıl aşk iksir olmasın ki, bir bakıyorsun bu aşk iksiri, İbrahim Ethem’e tacı tahtı terk ettirirken, Derviş Yunus’u da köyünden çıkarıp “Bir ben var, birde benden içeri” aşkıyla yürü yürü diye yollara revan edebiliyor. Keza yine bir bakıyorsun Ferhat, yüreğinde yanan sevda ateşiyle Şirin uğruna dağları delebiliyor.
O halde tüm bu örneklerden hareketle rahatlıkla şu sonuca vardığımızı dile getirebiliriz: Her şeyden önce bir insan Aşk-ı bendiyi zahiren yaşaması gerekir ki, ilahi aşk basamaklarına adım atılabilsin. Nasıl mı? Elbette ki, devamındaki basamaklara tasavvufi açıdan baktığımızda:
-Allah için tasavvuf yoldaşına muhabbet duyup 'Fena Fil İhvan aşk-ı bendi ' hayatı yaşamakla,
-Mürşidine olan derin muhabbet besleyerekten 'Fena Fiş Şeyh aşk-ı bendi ' bir hayat yaşamakla,
-Allah Resulünün şefaatine mazhar olacak derecede deruni bir muhabbet besleyip 'Fena fi'r Resul aşk-ı bendi ' hayatı yaşamakla,
-Yüce Allah’a sözde değil hakiki manada abd olacak derecede muhabbet besleyip 'Fenafillâh ve Bekabillah aşk-ı bendi ' hayatı yaşamakla ancak ilahi aşka ulaşılabilmekte.
Evet, manevi cihetiyle Allah’a ulaşmada ilk basamak birbirimizi Allah için sevmekle başlıyor, bunun bir üstünde, yani ikinci aşamasında Allah Resulünün izinden iz süren Rabbani âlimlere derin muhabbet besleyerekten kendimizi aşmak vardır. Bununda üstünde, yani üçüncü aşamasında bizatihi Allah Resulünün Nübüvvet Gül kokusunda sevdalanarak kendimizi aşmak vardır. Dördüncü ve beşinci aşamalarında ise Yüce Allah’ın sıfatlarının tecelli daireleri içerisinde marifetullah ve hakikat deryasında kendimizi aşıp en nihayetinde Hakka vasıl olmak vardır.
Peki, iyi hoşta yukarıda bahsedilen manevi aşamaların maddi veçhesi nedir diye bir sual edildiğinde, hiç kuşkusuz bunun cevabını bizatihi Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatının hemen her safhasında görmek mümkün. Nitekim Allah Resulü Aşk-ı bendinin maddi inşasını önce gönüllerde ‘el Emin’ sıfatıyla taht kurarak temelini attı. Sonrasında malum Bedir, Uhud, Hendek derken Mekke’nin Fethiyle birlikte Kâbe’de inanan kalpleri tek yürek yapıp Din-i Mübini kemale erdirerek nihayetlendirdi. İşte Din-i Mübinin kemal bulduğu o günlerden bugünlere geldiğimizde Allah’a çok şükürler olsun ki tüm müminlerin gönüllerinde Nübüvveti aşk-ı bend sevdası hala taptazeliğini koruyor da. Öyle ki, Kâbe her yıl dünyanın dört bir yanından akın akın gelen milyonlarca Müslüman’lara ev sahipliği yapmanın ötesinde farklı kavim ve ırkların kaynaştığı, aynı zamanda dillerin kelime de birleştiği, yani Allah adında (Lafza-i Celal isminde) ittifak ettiği tek kutsi mekânımızdır. Bundan da öte kalpler taş kesilmesin diye taşın kalp kesildiği kutsi mekânın adıdır Kâbe. Öyle ümit ediyoruz ki, kıyamete dek Allah’ın beyti Kâbe’ye olan aşk-ı bendimiz tükenmeyip kalplerimiz taş kesilmeyecekte. Buna inancımız tamdır, bu böyle biline.
Her ne kadar şer odakları boş durmayıp işgale kalkıştıkları ülkelerde güya Müslümanların kalplerindeki Aşk-ı bendilerini yok edeceklerini sanıp taşlaştırmaya çalışsalar da, bunu başaramayacaklardır. Hele ki Müslümanlar Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında yekvücut oldukları müddetçe hiç durduk yere endişelenmeye mahal yok, gönüllerde halen taptazeliğini koruyan o Nübüvvet-i aşk-ı bendilerini hiçbir karanlık güç asla söküp atamayacaktır. Hakeza Müslümanlar olarak şayet Allah Resulü ve O’nun izini iz süren Aşk-ı bendilerin yolunu yol bilip onların bakışlarındaki parıldayan ilahi ışıkla gönül dünyamızı iri ve diri tutabiliyorsak, biliniz ki Şairin ‘Gün doğmuş, Gün batmış, Ebed bizimdir’ dediği bir rüya değil, hakikatin ta kendisi olacaktır elbet. Yeter ki, yaşanılan her çağda âşıklar maşuksuz, maşuklar âşıksız kalmasın yine Şairin “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir” dediği aydınlık yarınlar er ya da geç yerini bulacaktır. Hem nasıl söz yerini bulmasın ki, bikere her şeyden önce bu hususta Yüce Allah’ın bizlere vaadi var; Nurumu tamamlayacağım diye. İşte bu nedenle dedik ya, hiç endişelenmeye mahal yoktur, bizim üzerimize düşen sorumluluk Aşk-ı bendisiz Müslümanlık anlayışıyla veya itikad, ibadet ve ihsandan yoksun bir Aşk-ı bendilik anlayışıyla hayatımızı zindana çevirmemektir. Mümin için aslolan hem dinin temel direkleri olan ‘itikad, ibadet ve ihsan’dan oluşan üçlü sacayaklarını hem de Aşk-ı bendisini muhafaza ve müdafaa edebilmesidir. Ki, bu temel direklerimiz ve Aşk-ı bendimiz etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz bize hayat veren can damarlarımızdır. Allah korusun bize hayat veren can damarlarımızdan biri koptuğu zaman ortada ne Müslümanlığımız kalır, ne de Aşk-ı bendimiz. O halde neydik edip itikadsa itikad, ibadetse ibadet, ihsansa ihsan, Aşk-ı bendiyse Aşk-ı bendice yaşamak gerekir ki hayat damarlarımızla olan bağımız kopuvermesin. Aksi halde bize hayat veren can suyu damarlarımızı kıyamete dek taze, iri ve diri olarak tutamayız. Malumunuz Allah Resulünün dar-ı bekaya göçüyle birlikte Nübüvvet Gül kokusunu koklamayalı epey üzerinden hasretlik dönemler geçti. Her ne kadar her geçirilen hasretlik dönemlerde müminler Nübüvvet-i Gül koksundan yoksun bir halde kendilerini öksüz hissetseler de, ama sonradan şunu anladık ki, bizi şimdiye kadar ayakta tutan yegâne güç kaynağı Gül’e olan hasret duygu seli ve gönlümüzde yanıp tutuşan Aşk-ı bendi meşalesiymiş meğer. Düşünsenize bizi ayakta tutan bu kadarcık hasretimizi bile bize çok gören bir takım karanlık mihraklar, bu kez gönüllerde bir türlü sönüp tükenmek bilmeyen Aşk-ı bendi meşalemize göz dikmiş durumdalar. Ama hiç boşa heveslenmesinler, unuttukları bir şey var ki, bedenlere topla, silahla, bombayla hâkim olunabiliyor ama gönüllere öyle bedenler gibi asla hâkim olunamaz. Çünkü biri görünen fiziki güç, diğeri ise görünmeyen Bâtıni güçtür. Görünen güç bir yere kadar gücünü devam ettirebilirken, görünmeyen güç ise sonsuzluğa vurgunluğu ta ezelde ebediyetlik kazanmış bir güçtür. İşte ta ezelde Ümmet-i Muhammed’in tutku gözlerinde ebediyetlik kazanan bu hissi güç şer odaklarının uykularını kaçırmaya yeter artar da. Zaten biz biliyoruz ki, zulüm asla payidar olamaz. Şu dünyada pusatsızda kalınsa er ya da geç kazanan dünyanın dört bir yanında zulme ve gadre uğramış Müslümanların gözyaşı damlaları kazanacaktır. Kaldı ki tarih bugüne dek sevgiyi yenen bir güce ne tanık olabildi ne de yazabildi. Yazamaz da zaten. Hele tarihten bugüne onca akıtılan gözyaşı damlalarının birikip sel haline geldiğini bir düşünün, bak asıl tarihe nasıl not düşülür o zaman sen gör kızılca kıyameti. Tüm Mazlumlar adeta karşılarına “Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım” misali bir güç olarak çıkarda. Bakmayın siz öyle aşk-ı bendilerin yumuşak huylu görünmelerine. Yeri geldiğinde bir bakmışsın uysal koyun olmaktan çıkıp kadife eldiven içinde demir yumruk olurlar da. Yeter ki, aşk-ı bendiler yüreklerinde saklı tuttukları sevda ateşine halel getirmesinler icabında kendilerine örnek aldıkları Derviş Yunusun mısralarında zikredilen:
“Derviş bağrı baş gerek
Gözü Dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Sen derviş olamazsın
***
Döğene elsiz gerek
Söğene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın” şeklinde anlam kazanan Erenimsi Yunuscasına sevgiden anlamayanlara karşı gerektiğinde:
“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum,
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum,
Kanayan bir yara gördün mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim” şeklinde kükremiş aslan kesilip Mehmet Akif haykırışıyla Yavuzcasına alp olunur da.
Hem kaldı ki, bizim Yunusi sevgimizden ve Yavuzi haykırış duruşumuzdan ders çıkarmasalar ne olur ki, bizim açımızdan önemli olan tıpkı namazda aynı safta omuz omuza yan yana olduğumuz gibi ümmetin yekvücut bir olması çok mühimdir. Malum, birlikten kuvvet doğar. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) bu hususta ümmetine şu öğütte bulunmayı ihmal etmez de: “Birbirinizi tam sevmedikçe tam manasıyla iman etmiş olamazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yayın.”
Öyle ya, madem Allah Resulü ümmetine böyle öğüt vermiş, o halde daha neyi bekliyoruz, oyalanmaya gerek yok, derhal ümmet olarak her birimize ‘Salatullah, Selamullah Aleyke Ya Resulalah, Salatullah, Selamullah Aleyke Ya Habiballah‘ nidaları eşliğinde Medine’nin yollarında güller açmış Ravzasında Aşk-ı bendimizi tazelemek düşer. Nasıl ki sünnetullah gereği olarak tövbemizi sık sık tazeliyorsak, aynen Aşk-ı bendimizi de sık sık tazelememiz icab eder. Buna mecburuz da. Çünkü Allah Resulü “Amellerinizin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir” diye beyan buyurmakta.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3871/ask-i-bendi
En son alperen tarafından 01 Nis 2020, 08:26 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Re:
Akşemseddin Hz.leri İstanbulun manevi mimarı.
slm
Fetih yıldönümünüz kutlu olsun.
Re: slm
bu yazıya ilginizden dolayı çok sağolun.